3 Haziran 2008

NAZIM HİKMET (Memleket )


1902’de doğdum/doğduğum şehre dönmedim bir daha/geriye dönmeyi sevmem/üç yaşında Halep’te paşa torunluğu ettim/on dokuzumda Moskova komünist üniversite öğrenciliği/kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-parti konukluğu/ve on dördümden beri şairlik ederim/kimi insanlar otların kimi insan balıkların çeşidini bilir/ben ayrılıkların/kimi insan ezbere sayar yıldızların adını/ben hasretlerin/hapislerde de yattım büyük otellerde de/açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir... Yaşam öyküsünü bu sözlerle anlatmaya başlıyor Nâzım Hikmet.


Düşüncenin serüvenine bakıldığında insanlık tarihinde pek boşluk yok gibidir. Tarihin her anı bir anlam olarak ortaya konmuştur. Hegelci anlamda söylenirse her çağ kendini dışlaştırmış ya da tersine her çağ gerçekte bir ‘ide’nin görünüşe çıkması olarak görülebilmektedir. Dolayısıyla her akılsal (bilgi) olan gerçekte kendisine uygun düşen bir realitenin yansıması olarak kendini kurmuşa benzer. Nesnel durumun fikrini ortaya koyan her toplumun kendine özgü özneleri bulunmaktadır. Bunlar çoğunca felsefeciler (filozoflar), biliminsanları, siyaset insanları ve sanatçılardır. Bu özneleri her toplumda bulmak mümkündür. Özellikle tiyatro açısından bakıldığında İngiltere’de W. Shakespeare, Almanya’da B. Brecht, Türkiye’de Nâzım Hikmet’in bu öznelerden oldukları gözlerden kaçmamaktadır. Bir benzerlik olarak söylemek gerekir ki üçü de 30 civarında oyun yazmış ve yaşam süreleri de birbirine yakın görünmektedir.

SADECE ‘SANATÇI’ DEMEK YETERLİ DEĞİL

Her toplumun öne çıkan kendine özgü insanları, kendinden uzun süre söz ettirenleri mutlaka vardır. Unutulmasın ki söz konusu adların olmadığı koşullarda bunların yerini alan başka özneler bulunacaktır. Örneğin Nâzım, Türkiye’nin ya da Türkçenin en büyük şairi olarak görülüyorsa (ki bizce öyle) bu, ondan daha büyüğünün bulunmamasındandır. Oysa Nâzım Hikmet olmasaydı yine de ülkemizin en önemli, en büyük diyeceğimiz bir şairi yine de olacaktı. Yani şu anda Türkçenin yine önemli şairlerinden biri bu boşluğu doldurmuş olurdu ve biz yine “Ülkemizin en büyük şairi...” diye başlayıp devam eden cümleler kuracaktık. Bu saptama kültürün tüm alanları ve tüm toplumlar için geçerlidir. Toplumumuzda bu olgunun Nâzım Hikmet kişiliğinde ortaya çıkmış olması, dikkatlerin ona çevrilmesinin bir nedeni olmaktadır.


Felsefeci Afşar Timuçin’in bir deha olarak belirlediği Nâzım Hikmet, şair kimliğinin altında ifade edilemeyecek kadar geniş bir kültür alanında ürünler vermiştir. Daha çok, bir şair olarak düşünülse de gerçekte sanatın öbür türlerinde de; sinemada, romanda, denemede, özellikle de tiyatroda önemli yapıtlar ortaya koymuştur. Dolayısıyla yalnızca ‘şair’ sıfatı onu betimlemede yetersiz kalabilir. O, yalnız ‘şair’liğe sığmayacak bir sanatçıdır. Yalnızca ‘sanatçı’ da onu tam olarak ifade etmez. Siyasetle ilgisi, görüşleri, yazıları onun siyasette sıradan biri; birilerince manipüle edilmiş kimse olmadığını açıkça gösteriyor.

TÜRKİYE’YE ÖZGÜ BİR DÜŞÜNÜR

O bir siyaset bilimcisi düzeyinde dünyaya müdahale etmiş biridir. Çalışmaları incelendiğinde ya da bazı çalışmalarının satır aralarına dikkatlice bakıldığında felsefe bilgisiyle donandığı da görülecektir. Şiirlerindeki felsefe de ayrıca başlı başına bir bilgi vermektedir. Sovyetlere gittiğinde orada sosyoloji ve ekonomi gibi bilimler üzerine dersler aldığını yaşam öyküsünden öğreniyoruz. Sonuçta ona yakından bakılınca onun yalnızca sanata, siyasete hatta bilim ve felsefeye sığmayacak denli güçlü bir birikimi olduğu görülecek, eserlerine bakıldığında bir kültür kişisiyle karşı karşıya gelindiği anlaşılacaktır.


Felsefeci Ahmet İnam, Nâzım’la ilgili sorduğumuz soruya onun ülkemize özgü bir bilge-düşünür olduğu yanıtını vermiştir. Tiyatro profesörü Sevda Şener hocamız da Nâzım’ın tiyatrosunun kendine özgü bir ekol oluşturacak denli özgün olduğunun altını çizmektedir. Sevda Şener yaptığı bir konuşmada özetle şunları söylemiştir: Nazım’ın tiyatro kişileri statik değildir. Oysa tiyatro kişileri yerleşmiş biçimlerinde çoğu zaman durağandır. Bu kişilerini oyun içinde dönüşüme uğratmak çok zordur. Fakat Nâzım bu zorluğu çoğu zaman aşmış, başarılı tipler yaratabilmiştir. Bizce de toplumcu gerçekçi diyebileceğimiz sanat anlayışının zayıf noktalarından birisi, olumlu tiplerin hep olumlu sonlanması, olumsuz tiplerin ise olumsuz sonlanmasıdır. Yani tiplerin karakter değişiklikleri yaşamamalarıdır. Fakat Nâzım’ın oyunlarında bu sorunun giderildiği görülmektedir.

SONUNA KADAR İDEOLOJİKTİR; AMA...

Nâzım’a sıkça yapılan bir eleştiri onun daha çok bir şair olduğu ve tersine şiirde olduğu denli güzel oyunlar yazmadığıdır. Oysa bu tümüyle yanlış saptamalara dayanan bir yorumdur. Tiyatrocu Yılmaz Onay, onun tiyatrosunun da şiirleri kadar güçlü olduğunu savunmaktadır. Ona göre Nâzım’ın şiirleri olmasaydı da yine yazdığı oyunlarla aynı üne sahip olabilirdi. Ayrıca Nâzım’ın şiirlerinin birçoğunun oyunlaştırılmaya çok uygun şiirler olduğunu ileri süren tiyatrocular da vardır. Yine Nâzım’a yapılan bir eleştiri de onun ününün ideolojik olduğu yönündedir. Nâzım’ın sonuna kadar ideolojik olduğu doğrudur. Onda ideoloji öne çıksa da Halide Edip, Nâzım’ın eserlerine bakıp şu sözleri kullanıyor: “İçlerinde ‘Taranta Babu’ ve sırf ideoloji propagandası olan parçalar çıkarılırsa ‘Benerci Kendini Niçin Öldürdü’ derecesindeki eserleriyle gençler arasında, hatta bu devirde dahi sıfatını alabilecekler vardır.” (Sanat ve Edebiyat Üzerine, Evrensel Basım-yayın. s.23) Bu örnekte de görüldüğü gibi Nâzım Hikmet’e ideolojik olduğu yönünde yapılan eleştirilerin tümünün gerçek anlamda sanatsal ve bilimsel olmak yerine ideolojik eleştiriler olduğu ortadadır. Nâzım’ın yaşamına bakıldığında onun tiyatroyla ilgisi şiirle ilgisi kadar eskidir. Mayakovski ve Meyerhold’la olan ilişkisi onun sanat ve tiyatro ufkunun genişlediğini gösteriyor. Meyerhold’un yalnız Batı tarzı tiyatroyla yetinmediğini gören Nâzım, onun tiyatro anlayışından yararlanıyor. Yerel ve evrensel değerlerin birleşimini önemsiyor, Doğu ve Batı tiyatrosunun zenginliklerinden yararlanıyor. Halk masallarını ustaca tiyatrolaştırıyor. Tiyatronun tekniğine ilişkin teoriler geliştiriyor. Her oyun kendine özgü yöntemlerle oynanabilir diye düşünüyor. Hiçbir tekniği, bilgiyi küçümsemiyor. “Bugünkü gerçek sanatçı insanlığın bütün mirasına sahip çıkmalıdır.” diyor.


Burada da Nâzım’ın dâhice bakışı dikkati çekmektedir. Doğrusu olay ve olguları bütün yönleriyle anlamanın yolu kuşku yok ki onlara bütünlüklü bakmakla, yani bilimce, felsefece yönelmekle olasıdır. Bu yönüyle düşünme önünde sonunda kavramlaştırma etkinliğidir. Fakat her bilgi disiplininin kavramlaştırma ve dile getirme biçimi farklıdır. Yani sanatsal ve bilimsel anlamadan söz edildiği gibi sanatsal ve bilimsel dilden de söz edilebilir. Nâzım Hikmet, bu anlayışı sanat içinden giderek şu sözlerle açıklıyor: “Şiirinden, masalından, dini menkıbelerinden modern romanına kadar bütün edebiyat şekilleri birbirine bağlıdır ve hepsi ana hatlarında anlatmak, hikâye etmek sanatıdır.


Şiir de hikâye eder, masal da roman da piyes de senaryo da; hatta bu hikâye ediş meselesi bir bakıma resme, heykele, müsikiye ve hatta mimarlığa da şamildir. Zaten kısacası sanat yapmak: Anlamak, hikâye etmek demektir. Çeşitleri birbirinden ayıran şey ana hattında, hangi vasıtalarla, hangi teknikle hikâye edişlerindedir.” (Age.,s.18). Filozofça tutum, bir bakıma ‘düşünme üzerine düşünme’ olarak ifade edilebilir. Bu yüzden insanın yazdıkları üzerine düşünmesi bir ayrıcalık olarak dikkat çeker. Alıntıda da görüldüğü üzere Nâzım, genel olarak ‘düşünme üzerine düşünme’ etkinliği içinde bulunan bir sanatçıdır, özellikle de kendi yazdıkları üzerine düşünen, sanat kuramları sayılabilecek fikirler geliştirmiştir. Bununla birlikte Nâzım, alçakgönüllülükle yazmaktadır: “Mayakovski öylesine büyüktür ki onunla karşılaştırıldığımızda, biz çağdaş şairler, hepimiz küçük kalırız”. (Age.s.215) Bu mütevaziliğinin yanı sıra demokratik tarza yatkındır, şöyle yazıyor: “Ben ‘Yüz Çiçek’ten yanayım; yeter ki yüz çiçek arasında, kâğıttan bir çiçek olmayan bir sosyalist sanat çiçeği, bizim olan ve yetiştirilmesinde bize yardım edilen bir çiçek olsun” (Age.s.133).


Nâzım tiyatroyu, arzuladığı dünyanın gerçekleşmesinde bir ‘araç’ olarak görmüştür. Sanatı, özellikle tiyatroyu, insanları ve toplumları eğlendiren, düşündüren, heyecanlandıran ve onların dünyalarını zenginleştiren öğelerle sınırlandırmaz. Eserlerinde her zaman daha iyi bir dünyanın olanaklı olduğunu ortaya koyar. Kimi makalelerinde yer alan düşüncelerin sanat diline, tiyatro diline çevrilerek izleyiciye ulaştığı görülüyor.


Nâzım için sanatın toplumsal bir işlevi olduğu kesindir. Yaşadığı dönemin de bunda etkisi olmalıdır. Hem dünya hem de yaşadığı ülke konjonktürel olarak buna yatkındır. 1920’den itibaren Rusya’da da Türkiye’de de toplumsal altüst oluşlar söz konusudur. Nâzım iki toplumu çok yakından bilmektedir. Türkiye’de Nâzım tiyatro oyunları yazmaya başladığında Cevdet Kudret, Necip Fazıl, Reşat Nuri, Yakup Kadri gibi isimler de toplumsal, hatta dinsel içerikli eserler vermektedirler. Rusya’da da Nâzım’ın ilişkide olduğu sanatçılar toplumsal içerikli eserler vermektedir.


Nâzım Hikmet insan sevgisini, yurt özlemini, yoldaş duyarlılığını, sanatçı inceliğini tüm boyutlarıyla yansıttığı unutulmaz eserler ortaya koyarak, büyük idealleri gerçekleştirme mücadelesi vererek 3 Haziran 1963’te aramızdan ayrıldı. 1902-1963 yılları arasında yaşayan Nâzım Hikmet, kapitalist dünyanın ürettiği tüm acı, sıkıntı ve zorluklarını iliklerine işlercesine yaşadı. Bu dünyada onun payına da kitlelerin büyük bir kesiminin yaşadığı üzere sansürler, sürgünler ve tutsaklıklar düştü.

YAŞAMAK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM

O ise kendini özgürce ifade edebilmenin koşullarını yarattı hep. Özerk olamadı belki ama kesinlikle özgür bir yaşam sürdü. Daha rahat yaşam koşulları bulabilseydi belki de bize daha çok şiir, daha çok tiyatro, daha çok yapıt bırakacaktı. Çünkü kaçak yaşam koşulları birçok eserinin yarıda kalmasına, bir kısmının da yok edilmesine, kayıp olmasına yol açmıştır. Ki bunlar çok büyük kayıplardır.


Nâzım Hikmet iyimserdi, sanatın da iyimser öğelerle kurulmasını salık vermiştir. Eser adlarında “Her Şeye Rağmen”, “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” gibi yaşama dönük, direnişe yatkın bir anlayış egemendir. Yazıya Nâzım ve Brecht paralelliği kurarak başlanmıştı yine bir paralellik kurarak bitirmeli.


Nâzım’ın Vasiyet’i şöyle biter: Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, -öyle gibi de görünüyor-/Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni/ve de uyarına gelirse,/tepemde bir de çınar olursa/taş maş da istemez hani.../


Nâzım Vasiyet’i 1953’te yazmıştı. Brecht de 1955’te yazdığı şiirinde mezar taşı istemez ve şöyle yazar: Bence gerek yok mezar taşına, ama/Eğer gerekliyse sizce/Şunlar yazılsın isterdim o taşa:/Öneriler getirmişti/Aldık önerilerini/Böylesi onurlandırırdı hepimizi.


MEHMET AKKAYA

Hiç yorum yok: