24 Haziran 2008

Nur hareketinin, ‘dava’nın merkezi olma mücadelesine ‘Alevi’ katkı

Nur hareketinin, ‘dava’nın merkezi olma
mücadelesine ‘Alevi’ katkı


Gülen-Doğan ittifakı, ‘dava’nın yeni merkezi için!
HÜSEYİN ŞİMŞEK
Fetullah Gülen hareketi, Arap ve Farsları arka plana atarak, (hilafetin Osmanlı’da olduğu günlerdeki gibi) Türkleri yeniden ‘İslamî davanın merkezi’ne oturtma iddiasında. Daha doğrusu artık kendini böyle tanımlıyor. Bu, ABD’nin Türkî cumhuriyetleri katarak, Türkiye’ye büyük rol biçtiği bölge politikasına da uyum sağlamış durumda. Aleviler adına hareket edenlerden de bu sürece ayak uydurmak isteyenler çıkacaktı elbet. Prof. Dr. İzzettin Doğan’nın Viyana’da yaptığı açıklamalarla alevlenen tartışmalar, bir çıbanın patlaması seyri içinde, her yeni gün biraz daha boyutlanıyor.
Yıllar önce Viyana’da yapılan bir panel sırasında, Müslüman gençlerin tartışmasına tanık olmuştum. İran, Irak, Afganistan, Filistin gibi o günkü konumlarından dolayı dünyanın gündeminde olan ülkelerden konuşuluyordu. Bu ülkelerdeki İslamî hareketlerin Türkiye’ye yaklaşımına söz geldiğinde, gençlerden biri, ‘davanın merkezinin artık Türkiye olduğunu göremiyor, anlamıyorlar bir türlü’, şeklinde bir değerlendirme yaptı. O gün, bununla tam olarak neyin anlatılmak istendiğini çözememiştim doğrusu.
İslam, Arap cografyasında doğdu ve Arap kökenli bir peygamber tarafından tebliğ edildi. Arap kültürü, felsefesi, hukuku, ahlakı, gelenek ve göreneği, bu yeni dini ete kemiğe bürünmesinde hem etkili, hem belirleyici oldu. Dolayısıyla doğuş ve gelişme süreçlerinde İslam’ın yayılması, Arabî bir hegemonyanın genişlemesi anlamına da geldi. Bu yeni dinle karşı karşıya kalan halklar, olayı böyle de kavradı. Gösterilen dirençte bunun önemli bir rolü olduğu, artık yaygın bir kabul görüyor. Özellikle Türklerin, aynı zamanda Farsilerin gösterdiği direnç, tarihin sayısızca sayfasını kapsayacak düzeyde. İslam’ın Şii yorumu/versiyonu, en azından kimsenin Araplarınkinden daha geri sayamayacağı, işin gerçeği sayılı köklü uygarlıklardan birinin sahibi olan Farsların, kapılarına dayanan yeni dini Farsîleştirerek kabul etmelerinin de bir ürünü. Farslar, İslam’ın kabulü yoluyla da olsa Arapların himayesine girmedi; kendilerine göre, birçok açıdan farklı ya da başka bir İslam’ı tarif edip, aralarına bir sınır, bir çizgi koymuş oldu.

Oldukça inatçı bir direnç gösteren diğer bir unsur olarak Türkler ise bu noktada farklı bir tarih yazdı. Dirençlerinin kırıldığı ve mecburen İslam’ı kabul ettikleri süreçte, Arabî nüfuza açık kaldılar. Fakat imparatorluklar kurdukça, fethedenleri fethetmeye başladılar. Hilafet’in Osmanlı’ya geçişi yani! Bu, Osmanlı Türklerinin İslam’a Türkî bir içerik kazandırması; kendi kültürü, felsefesi, hukuku, ahlakı, gelenek ve göreneğiyle (Farsların yaptığı gibi ya da kadar) yeni bir versiyon yaratması anlamına gelmedi. Modern zamanların klasik kuvvetler ayrılığı zemininde ifade etmek gerekirse; yürütme Türkî/Osmanî kılınmış ama yasama ve yargı Arabî kalmıştı. Askeri bir uygarlık, daha ötesini de yapamazdı. İslam’ı kabul etmekle beraber, Arabî nüfuza topyekun denecek derecede yaygın bir şekilde karşı duranlar, muhalefeti oluşturdu ya da azıklıkta kaldılar. Yeni, başka ve farklı bir İslam tarif etme ve yaşama becerisi gösteren Türkî gruplar veya topluluklar da bunlar arasında yer aldı. Türkmen Aleviler, Bektaşiler, Kızılbaşlar olarak.
Farsların İslam’ı Şiileştirerek kabülü, ‘dava’nın iki merkezli sürmesini getirmişti. Hilafet’in Osmanlı’ya geçişi, merkez sayısını değiştirmedi; Arapları egemenliği altına alan Osmanlı, ‘dava’nın Arabî merkezinin kumandasını eline almış oldu. Öteki merkezi sarstı, kuşattı, daraltıp sınırladı ama ortadan kaldıramadı. Davanın mahiyeti değişmedi; Sünni İslam, Osmanlı’nın kumandasında, daha büyük bir askeri ve siyasi güç haline geldi.

İmparatorluklardan sonra
Gün geldi, Osmanlı ve İran imparatorlukları çöktü. Kalıntıları üzerinde yükselen yeni devletler, İslam ile ilişkilerini yeni bir tanıma ve uygulamaya tabi tuttu. Batılı emperyal merkezlerin de yönlendirmesi, katkısı ve beklentilerine uygun olarak, İslamî dünyada Araplar, yeniden ama oldukça farklı bir şekilde galebe çaldı. Modern çağların İslam dünyası muktedirleri, dinin doğuş ve yayılma süreçlerindeki gibi bir yayılma içinde olamazlardı; tersine, Batılı emperyal merkezlerin güdümünde ve egemenliği altında hareket etmek durumundaydılar. Bu egemenlik, yıllar yılı petro-dolarların sayesinde yaşayageldi.
Türkiye’de laik olduğunu söyleyen bir cumhuriyet vardı artık. İran’da Şahlık rejimi. İki başlıca ‘dava merkezi’nin eski konumları geride kalmıştı. Mısır, Tunus, Cezayir, Libya, Suriye, Irak... Her biri çok farklı ve kendine has bir şekilde, ama sonuçta, uyduruk da bulunsa ‘seküler bir mecra’da kalıyordu artık. ‘İslam’ denildiğinde, Suudi Arabistan başta olmak üzere, diğer Arap devletleri geliyordu akla. Pakistan’ın kuruluşu da bu görüntüyü değiştirmedi. Ama, İran İslam Devrimi, tarihin akışında büyük bir değişikliğe damgasını vuracaktı. Şii İslam Cumhuriyeti, bir kere daha ‘dava merkezi’ oldu. Sonra Afganistan, Cezayir deneyimleri yaşandı. Türkiye’deki yeni İslamî dalga henüz oldukça dipten geliyordu.
Son on yıldır ise her şey çok farklı. Başta Fetullah Gülen hareketi olmak üzere, Türkiye’deki İslamî hareket, yeniden dava merkezi olma iddiasında. Daha doğrusu kendini böyle tanımlıyor artık. Yeni sürece damgasını vuran Gülen hareketi. Bu damgasını vurma, sadece güçlü ve yaygın olmasından dolayı değil. Birçok tarihçi ve araştırmacı, Gülen hareketini Türkî bir İslamî çıkış olarak tanımlamaktan yana. Uluslararası analizler de aynı yönde yoğunlaşıyor. ABD Savunma Bakanlığı’na bağlı ‘araştırma-geliştirme’ kuruluşu Rand Corporation’un Türkiye basınında geni yer bulan son raporunda olduğu gibi: ‘‘Gülen, Nur hareketini, ‘Türk İslamı’ olarak yeniden keşfetti.’’

Gülen’in ‘Türkî İslamı’na ‘Alevi’ desteği
Aleviler adına hareket edenlerden de bu sürece ayak uydurmak isteyenlerin olduğu ortaya çıkmış durumda. Prof. Dr. İzzettin Doğan’nın Viyana’da yaptığı açıklamalarla alevlenen tartışmalar, bir çıbanın patlaması seyri içinde, her yeni gün biraz daha boyutlanıyor.

Prof. Dr. İzzettin Doğan’ın Viyana’da söylediklerini hatırlayalım kısaca:

‘‘Biz, Türk-İslam Sentezi’ni savunuyoruz. Türk-İslam Sentezi diye bugüne kadar bize yutturulan, tamamen Arap-İslam Sentezi’dir. Arap törelerini, Arap İslam anlayışını, bugüne kadar Türk-İslam Sentezi diye halka yutturdular. Ta ki biz CEM Vakfı hareketiyle, ‘bu büyük bir yalandır, bu halkı aldatma hareketidir, bunun Türk-İslam’la ilgisi yoktur, Türkler İslam’ı böyle anlamadı’, deyinceye kadar. Türkler’in İslam anlayışı Alevilik’tir. Türk-İslam Sentezi, Ahmet Yesevi ile başlamıştır, Ebul Vefa ile ve 150 yıl sonra da Hacı Bektaş Veli ile Anadolu’da devam edip, Balkanlar’dan Tuna boylarına kadar... Türk halklarının, (halkları diyorum. Çünkü Türk halkı diye bir tek halk yoltur, bütün o bölgede yaşayan halklara Türk deniyor. Azeri, Kazak, Kıpçak, Özbek, Kırgız) bunların İslam sentezi Alevilik’tir.’’ (http://www.hallac.org/)

Viyana panelini yapan Viyana AKB yönetimi, elbette bu kadarını öngörememişti. Prof. Dr. Doğan’ı sunuşlarının biçim, yöntem ve içeriğini, çıbanın şu patlamış haline nasıl uyarlayacaklar, hep birlikte göreceğiz. Ne demişti, Viyana AKB Başkanı Kazım Gülfırat: ‘‘Asya’dan Avrupa’ya gelen güzel canlarım! Yüz kilometreden, bin kilometreden gelen, pirini görmek isteyen dostlarım! El ele, el Hak’ka, pirini talibini yanyana görmek için gelen dostlarım, hoşgeldiniz!.. Şimdi biz buradayız. Pirimiz, mürşidimiz de burada, talip de burada.’’ Günlerden beridir, Prof. Dr. Doğan’ın ne yapmak istediğini anlamaya çalışan ve pek de akıl erdiremeyen, tepkilerini ortaya koyan (CEM Vakfı çizgisinde olanlar da dahil) Alevi kişi ve kurumlarının bilmediği neleri biliyor olabilir Viyana AKB yönetimi? Bu, ‘gönül rahatlığı’nın esbab-ı mucibesi ne ola ki?
Alevi hareketinin birlik ve diyalog olanakları ile bunun önündeki engellerin ortaya çıkarılması, belli başlı çizgilerinin yerli yerine oturtulması açısından, tartışmayı düzeyli bir zeminde sürdürmek gerekiyor. Bu noktada ayrıntılara takılmamak önemli. Sorun, kişiselleştirilecek bir sorun da değil. Prof. Dr. Doğan da CEM Vakfı da bir çizgiyi temsil ediyor. Bu çizgi yeni de değil. Alevi hareketinin tarihi boyunca, çoğunlukla cılız kalmış da olsa varolmuş bir hat. Bu hattın handikaplarını, zaaflarını, Alevilere verdiği zararları bir bir ortaya koymaktan başka çare mi var? Öyleyse, patlatılan çıbandan ortalığa saçılanları daha çook yazıp konuşacağız. (Viyana)

Gülen-Doğan ittifakı, ‘dava’nın yeni merkezi için!
Fetullah Gülen hareketi, Arap ve Farsları arka plana atarak, (hilafetin Osmanlı’da olduğu günlerdeki gibi) Türkleri yeniden ‘İslamî davanın merkezi’ne oturtma iddiasında. Daha doğrusu artık kendini böyle tanımlıyor. Bu, ABD’nin Türkî cumhuriyetleri katarak, Türkiye’ye büyük rol biçtiği bölge politikasına da uyum sağlamış durumda. Aleviler adına hareket edenlerden de bu sürece ayak uydurmak isteyenler çıkacaktı elbet. Prof. Dr. İzzettin Doğan’nın Viyana’da yaptığı açıklamalarla alevlenen tartışmalar, bir çıbanın patlaması seyri içinde, her yeni gün biraz daha boyutlanıyor.


Yıllar önce Viyana’da yapılan bir panel sırasında, Müslüman gençlerin tartışmasına tanık olmuştum. İran, Irak, Afganistan, Filistin gibi o günkü konumlarından dolayı dünyanın gündeminde olan ülkelerden konuşuluyordu. Bu ülkelerdeki İslamî hareketlerin Türkiye’ye yaklaşımına söz geldiğinde, gençlerden biri, ‘davanın merkezinin artık Türkiye olduğunu göremiyor, anlamıyorlar bir türlü’, şeklinde bir değerlendirme yaptı. O gün, bununla tam olarak neyin anlatılmak istendiğini çözememiştim doğrusu.


İslam, Arap cografyasında doğdu ve Arap kökenli bir peygamber tarafından tebliğ edildi. Arap kültürü, felsefesi, hukuku, ahlakı, gelenek ve göreneği, bu yeni dini ete kemiğe bürünmesinde hem etkili, hem belirleyici oldu. Dolayısıyla doğuş ve gelişme süreçlerinde İslam’ın yayılması, Arabî bir hegemonyanın genişlemesi anlamına da geldi. Bu yeni dinle karşı karşıya kalan halklar, olayı böyle de kavradı. Gösterilen dirençte bunun önemli bir rolü olduğu, artık yaygın bir kabul görüyor. Özellikle Türklerin, aynı zamanda Farsilerin gösterdiği direnç, tarihin sayısızca sayfasını kapsayacak düzeyde. İslam’ın Şii yorumu/versiyonu, en azından kimsenin Araplarınkinden daha geri sayamayacağı, işin gerçeği sayılı köklü uygarlıklardan birinin sahibi olan Farsların, kapılarına dayanan yeni dini Farsîleştirerek kabul etmelerinin de bir ürünü. Farslar, İslam’ın kabulü yoluyla da olsa Arapların himayesine girmedi; kendilerine göre, birçok açıdan farklı ya da başka bir İslam’ı tarif edip, aralarına bir sınır, bir çizgi koymuş oldu.
Oldukça inatçı bir direnç gösteren diğer bir unsur olarak Türkler ise bu noktada farklı bir tarih yazdı. Dirençlerinin kırıldığı ve mecburen İslam’ı kabul ettikleri süreçte, Arabî nüfuza açık kaldılar. Fakat imparatorluklar kurdukça, fethedenleri fethetmeye başladılar. Hilafet’in Osmanlı’ya geçişi yani! Bu, Osmanlı Türklerinin İslam’a Türkî bir içerik kazandırması; kendi kültürü, felsefesi, hukuku, ahlakı, gelenek ve göreneğiyle (Farsların yaptığı gibi ya da kadar) yeni bir versiyon yaratması anlamına gelmedi. Modern zamanların klasik kuvvetler ayrılığı zemininde ifade etmek gerekirse; yürütme Türkî/Osmanî kılınmış ama yasama ve yargı Arabî kalmıştı. Askeri bir uygarlık, daha ötesini de yapamazdı. İslam’ı kabul etmekle beraber, Arabî nüfuza topyekun denecek derecede yaygın bir şekilde karşı duranlar, muhalefeti oluşturdu ya da azıklıkta kaldılar. Yeni, başka ve farklı bir İslam tarif etme ve yaşama becerisi gösteren Türkî gruplar veya topluluklar da bunlar arasında yer aldı. Türkmen Aleviler, Bektaşiler, Kızılbaşlar olarak.


Farsların İslam’ı Şiileştirerek kabülü, ‘dava’nın iki merkezli sürmesini getirmişti. Hilafet’in Osmanlı’ya geçişi, merkez sayısını değiştirmedi; Arapları egemenliği altına alan Osmanlı, ‘dava’nın Arabî merkezinin kumandasını eline almış oldu. Öteki merkezi sarstı, kuşattı, daraltıp sınırladı ama ortadan kaldıramadı. Davanın mahiyeti değişmedi; Sünni İslam, Osmanlı’nın kumandasında, daha büyük bir askeri ve siyasi güç haline geldi.


İmparatorluklardan sonra
Gün geldi, Osmanlı ve İran imparatorlukları çöktü. Kalıntıları üzerinde yükselen yeni devletler, İslam ile ilişkilerini yeni bir tanıma ve uygulamaya tabi tuttu. Batılı emperyal merkezlerin de yönlendirmesi, katkısı ve beklentilerine uygun olarak, İslamî dünyada Araplar, yeniden ama oldukça farklı bir şekilde galebe çaldı. Modern çağların İslam dünyası muktedirleri, dinin doğuş ve yayılma süreçlerindeki gibi bir yayılma içinde olamazlardı; tersine, Batılı emperyal merkezlerin güdümünde ve egemenliği altında hareket etmek durumundaydılar. Bu egemenlik, yıllar yılı petro-dolarların sayesinde yaşayageldi.
Türkiye’de laik olduğunu söyleyen bir cumhuriyet vardı artık. İran’da Şahlık rejimi. İki başlıca ‘dava merkezi’nin eski konumları geride kalmıştı. Mısır, Tunus, Cezayir, Libya, Suriye, Irak... Her biri çok farklı ve kendine has bir şekilde, ama sonuçta, uyduruk da bulunsa ‘seküler bir mecra’da kalıyordu artık. ‘İslam’ denildiğinde, Suudi Arabistan başta olmak üzere, diğer Arap devletleri geliyordu akla. Pakistan’ın kuruluşu da bu görüntüyü değiştirmedi. Ama, İran İslam Devrimi, tarihin akışında büyük bir değişikliğe damgasını vuracaktı. Şii İslam Cumhuriyeti, bir kere daha ‘dava merkezi’ oldu. Sonra Afganistan, Cezayir deneyimleri yaşandı. Türkiye’deki yeni İslamî dalga henüz oldukça dipten geliyordu.
Son on yıldır ise her şey çok farklı. Başta Fetullah Gülen hareketi olmak üzere, Türkiye’deki İslamî hareket, yeniden dava merkezi olma iddiasında. Daha doğrusu kendini böyle tanımlıyor artık. Yeni sürece damgasını vuran Gülen hareketi. Bu damgasını vurma, sadece güçlü ve yaygın olmasından dolayı değil. Birçok tarihçi ve araştırmacı, Gülen hareketini Türkî bir İslamî çıkış olarak tanımlamaktan yana. Uluslararası analizler de aynı yönde yoğunlaşıyor. ABD Savunma Bakanlığı’na bağlı ‘araştırma-geliştirme’ kuruluşu Rand Corporation’un Türkiye basınında geni yer bulan son raporunda olduğu gibi: ‘‘Gülen, Nur hareketini, ‘Türk İslamı’ olarak yeniden keşfetti.’’


Gülen’in ‘Türkî İslamı’na ‘Alevi’ desteği
Aleviler adına hareket edenlerden de bu sürece ayak uydurmak isteyenlerin olduğu ortaya çıkmış durumda. Prof. Dr. İzzettin Doğan’nın Viyana’da yaptığı açıklamalarla alevlenen tartışmalar, bir çıbanın patlaması seyri içinde, her yeni gün biraz daha boyutlanıyor.


Prof. Dr. İzzettin Doğan’ın Viyana’da söylediklerini hatırlayalım kısaca:


‘‘Biz, Türk-İslam Sentezi’ni savunuyoruz. Türk-İslam Sentezi diye bugüne kadar bize yutturulan, tamamen Arap-İslam Sentezi’dir. Arap törelerini, Arap İslam anlayışını, bugüne kadar Türk-İslam Sentezi diye halka yutturdular. Ta ki biz CEM Vakfı hareketiyle, ‘bu büyük bir yalandır, bu halkı aldatma hareketidir, bunun Türk-İslam’la ilgisi yoktur, Türkler İslam’ı böyle anlamadı’, deyinceye kadar. Türkler’in İslam anlayışı Alevilik’tir. Türk-İslam Sentezi, Ahmet Yesevi ile başlamıştır, Ebul Vefa ile ve 150 yıl sonra da Hacı Bektaş Veli ile Anadolu’da devam edip, Balkanlar’dan Tuna boylarına kadar... Türk halklarının, (halkları diyorum. Çünkü Türk halkı diye bir tek halk yoltur, bütün o bölgede yaşayan halklara Türk deniyor. Azeri, Kazak, Kıpçak, Özbek, Kırgız) bunların İslam sentezi Alevilik’tir.’’ (http://www.hallac.org/)


Viyana panelini yapan Viyana AKB yönetimi, elbette bu kadarını öngörememişti. Prof. Dr. Doğan’ı sunuşlarının biçim, yöntem ve içeriğini, çıbanın şu patlamış haline nasıl uyarlayacaklar, hep birlikte göreceğiz. Ne demişti, Viyana AKB Başkanı Kazım Gülfırat: ‘‘Asya’dan Avrupa’ya gelen güzel canlarım! Yüz kilometreden, bin kilometreden gelen, pirini görmek isteyen dostlarım! El ele, el Hak’ka, pirini talibini yanyana görmek için gelen dostlarım, hoşgeldiniz!.. Şimdi biz buradayız. Pirimiz, mürşidimiz de burada, talip de burada.’’ Günlerden beridir, Prof. Dr. Doğan’ın ne yapmak istediğini anlamaya çalışan ve pek de akıl erdiremeyen, tepkilerini ortaya koyan (CEM Vakfı çizgisinde olanlar da dahil) Alevi kişi ve kurumlarının bilmediği neleri biliyor olabilir Viyana AKB yönetimi? Bu, ‘gönül rahatlığı’nın esbab-ı mucibesi ne ola ki?


Alevi hareketinin birlik ve diyalog olanakları ile bunun önündeki engellerin ortaya çıkarılması, belli başlı çizgilerinin yerli yerine oturtulması açısından, tartışmayı düzeyli bir zeminde sürdürmek gerekiyor. Bu noktada ayrıntılara takılmamak önemli. Sorun, kişiselleştirilecek bir sorun da değil. Prof. Dr. Doğan da CEM Vakfı da bir çizgiyi temsil ediyor. Bu çizgi yeni de değil. Alevi hareketinin tarihi boyunca, çoğunlukla cılız kalmış da olsa varolmuş bir hat. Bu hattın handikaplarını, zaaflarını, Alevilere verdiği zararları bir bir ortaya koymaktan başka çare mi var? Öyleyse, patlatılan çıbandan ortalığa saçılanları daha çook yazıp konuşacağız.




hallac.org
(Viyana)

Hiç yorum yok: