7 Kasım 2008

Alevilerin Cumhuriyet İlişkisi

Alevilerin Cumhuriyet ile İlişkisi

Alevilerin Cumhuriyet ile İlişkisi
Yüksel Işık, yazdı



Konu din olunca, Osmanlı ile cumhuriyet ilişkisi siyah-beyaz olarak addedilir. Bu söylem, kimi açılardan doğru olmakla birlikte, her açıdan gerçeklerle örtüşmez. Zamana yayarak yaptığı yasal düzenlemelerle laikliği prensip olarak benimseyen Türkiye, bir çok alanda olduğu gibi, dine yaklaşımı itibariyle de devletin resmi dininin İslam olduğu Osmanlı'nın mirasına büyük ölçüde sahip çıkan bir hat izlemiştir. Bu açıdan iddia edilebilir ki, ne Osmanlı (en azından son dönemleri itibariyle) tam anlamıyla din kurallarına göre yönetilen bir devletti ne de Türkiye Cumhuriyeti gerçek anlamıyla laikliği benimsemiş bir devlet!..

Laikliği ilke olarak kabul etmiş bir devlet, bir dine, diğer din ve inançlara oranla daha fazla öncelik veremez.

Devlet açısından her din eşittir ve bu eşitler kendi farklılıklarını özgür bir biçimde yerine getirebilmelidirler. Devlet, prensip olarak, dinler karşısında tarafsızdır; ancak din özgürlüğünün kötüye kullanılmasını engellemekle de yükümlüdür. Bu yükümlülük, Alevi'sinden Sünni'sine kadar herkesin üzerinde mutabık kaldığını düşündüğüm Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde de ifadesini bulmuş durumdadır.

DİN KAMUSAL BİR HİZMET DEĞİLDİR

Bir başka ifadeyle laiklik, insan aklı üzerindeki dinsel ve metafizik denetimlerin ortadan kalkması, dolayısıyla hem din alanının hem de din dışına ait olan alanın ikisinin de kendisini var etmesinin zeminidir. Sonuç olarak, Türkiye'de uygulanagelen laiklik anlayışının evrensel laiklik ilkesiyle ortak taraflarının olmadığı açıktır. Türkiye'deki laiklik uygulamasının, esasen önce kendi denetimi dışında bulunan dinsel alanı kontrol etme ve bu kontrol aşamasının tamamlanmasının hemen ardından kendi eliyle dini yaygınlaştırma yöntemi izlediğini söylemek olanaklıdır. Tekke ve zaviyelerin kapatılmış; ancak, devlet, sünni Müslümanlığı bir çeşit "resmi din" katına yükseltmiştir. Diyanet'in varlığı, resmi laikliğin tuhaf işleyişinin en çarpıcı örneğidir.

Her ne kadar, mevcut Diyanet İşleri Başkanı, "Diyanet İşleri Başkanlığı'nın varlık sebebi, halkımızın büyük çoğunluğunun Müslüman olması ve devletten din hizmetlerinin ifası konusunda organizasyon, destek ve gözetim talep etmesi" gerekçesine dayandırsa da, bu durumun bir inanış biçiminin diğer inançlar üzerinden baskı kurmasına yol açtığı yadsınamaz. Bardakoğlu'nun, "Diyanet İşleri Başkanlığı Sünni bir kuruluş değildir. Vatandaşlık esasına göre hizmet üretiyoruz" ifadesi, devletin yurttaşlarının bir kısmının inançlarını serbestçe yerine getirmesi konusunda üzerine düşeni yapmadığının itirafıdır. Bir adım daha atarak söylenebilir ki, devlet dini kamusal bir hizmet kabul etmiş ve özellikle Alevilerin kendi inançlarını serbestçe yerine getirmesinin önünde engeller oluşturmuştur.

Resmi söylemini sıkça başvurduğu ifadelerin başında, "Diyanet kendini Müslüman olarak niteleyen herkesi kucaklayan bir yapıya sahiptir" gelmektedir. Bu ifadenin masumluğuna kanılmasın; çünkü bu cümlenin ardından, "Alevilerin ibadet yerleri camidir" kalıbı gelmektedir. Bu kalıp cümle, esasen, Osmanlı'dan bu yana, Alevileri bazen zorla bazen de ideolojik yöntemlerle yok etmenin resmiyetteki karşılığıdır.

Bu noktada, Türkiye'de uygulana gelen tuhaf laiklik anlayışıyla laiklik ilkesine karşı çıkanların ortaklaştıkları bir noktaya dikkat çekmek yerinde olur. İslamcılar, "bazı kuralların 'Tanrının emri' olduğu gerekçesiyle din adına uyulması gereken zorunlu kurallar" olduğunu iddia etmeleri ne kadar totaliter ise tuhaf laiklik anlayışının da dine ait ne varsa kendi belirlediği bir kurallar dizgesi içine sıkıştırması ve arta kalanı yasaklama girişiminde bulunması da bir o kadar totaliter ve evrensel laiklik ilkesine aykırıdır. Bizde uygulanan tuhaf laiklik anlayışıyla hayatın bütün alanlarını dinin kurallarına göre belirlemenin tartışılmaz bir Tanrı buyruğu olduğu görüşünde olan İslamcıların yaklaşımı bir madalyonun iki yüzü gibidirler ve görünen o ki, İslamcı zihniyetin taban bulmasının esas güvencesi, Cumhuriyet'ten sonra uygulamaya konulan tuhaf laiklik anlayışıyla mümkün olabilmiştir.

Türkiye'nin din ile ilişkisinin seyri açısından kimi tarihlerin önemi vardır. Bu tarihlerden 1 Kasım 1922'de Saltanat kaldırılmış; Hıyanet-i Vataniye Kanunu da 15 Nisan 1923'de değişikliğe uğratılmıştır. 3 Mart 1924'de hem hilafet kaldırılmış hem de Şer'iyye ve Evkaf Bakanlığı lağvedilmiş ve onun yerine bugün, "İslam'ın Sünni yorumunu devlet eliyle yaygınlaştırmak"la eleştirilen Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.

LAİKLİK, DİNİ KONTROL ETMEK İÇİN

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kurulması, "dinin siyasal maksatlarla suistimal edilmesini önlemek" gibi bir gerekçeyle açıklanmış olsa da, bu adımla birlikte dinsel olana devletin izin verdiği ölçüde ve devlet eliyle gerçekleştirilmeye başlanmıştır ki bunun sayısal olarak daha az olan inançların aleyhine bir durumu doğuracağı açıktır. 25 Şubat 1925'de çıkartılan 556 Sayılı Yasa ile hilafet lehine propaganda yapılması; 22 Nisan 1925'de çıkartılan 635 Sayılı Yasa ile de din adamlarının siyasal davranışlarda bulunmaları, çok evlilik ve dinsel nikahlar yasaklanmıştır. Nihayetinde 9 Nisan 1928'de Anayasa'da bulunan, "devletin dini, din-i İslamdır" maddesi kaldırılmış; 5 Şubat 1937'de laiklik ilkesi bir Anayasa maddesi haline dönüşmüştür.

Kurucu iradenin ilk adımını 1 Kasım 1922'de atıp 5 Şubat 1937'de tamamladığı süreç, esasen Cumhuriyet rejiminin de kendisini sağlamlaştırma sürecidir. Bu sürecin tamamlanmasıyla birlikte, "dinin kontrol edilmesi"nin birinci etabı tamamlanmış ve cumhuriyet tarihi açısından ikinci etap denilebilecek yeni bir dönem başlamıştır. Bu yeni dönemin en çarpıcı icraatı, hiç kuşkusuz, 1 Şubat 1949 tarihinde, ilkokullara din dersi konulmasıdır. Hemen ardından İmam Hatip kurslarının açılması gündeme gelmiş ve 7 Ocak 1949'da ilk İlahiyat Fakültesi açılmıştır. 1950'deyse din adamlarının yönetimi tamamen Diyanet İşleri Başkanlığı'na devredilmiş; 22 Ocak 1932'de ilk kez Türkçe okunan ezan da, konjonktürün de zorlamasıyla 16 Haziran 1950'de Arapça'ya dönüştürülmüştür.

Demokrat Parti iktidarı döneminde, 1956'da, din dersleri ortaokulların ilk iki yıllık programına alınmakla kalmamış; İmam Hatip kursları da okul haline dönüştürülerek yaygınlaştırılmıştır. Aynı yıl Yüksek İslam enstitüleri kurulmuş; 1967'de de İmam Hatiplerin üniversiteye girmesinin önü açılmıştır. Günümüzdeyse devasa boyutlarda büyümüş bir Diyanet İşleri Başkanlığı ve bu kurum eliyle yaygınlaştırılan Sünni İslam'ın hegemonyası hüküm sürmektedir.

ALEVİLER, GARDİYANINA MI ÂŞIK?

Bütün bunlar, söz Aleviliğe gelince daha da ilginç olmaktadır. Aleviliğin resmi söylemde ve dolayısıyla uygulamada adı yoktur. Alevi çocuklarının okullarda, zorunlu bir biçimde, Sünni İslam'ın gereklerini öğrenmeleri de; Alevilerden kesilen vergilerin onlara sorulmadan Sünni İslam'ın gereklerine göre örgütlenen Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesine aktarılması da bu çarpık örgütlenmenin çarpıcı birer kanıtı konumundadır.

Buna rağmen Alevilerin evlerinde "Mustafa Kemal ve Ali fotoğrafları yan yana durur" sözü, Alevilerin cumhuriyet dönemindeki memnuniyetini anlatmak için kullanılır. Hiç kuşkusuz, "zındık ve mülhid" olarak adlandırılarak, haklarında, "görüldüğü yerde başı ezilmeli" fetvası verilen bir dönemle, tümüyle "Sünni Müslüman" kategorisine alındığı cumhuriyet dönemi arasında bir farklılık vardır. Elbette bu farklılık, nüansa ilişkindir. Osmanlı yok etmek istemiş; cumhuriyet görmezden gelmiştir. Osmanlı döneminde resmi evraklar, Aleviliği katletmeyi vacip sayar; cumhuriyet, inançlara ait farklılıkları önemsemez; herkesi "eşit" sayar! Osmanlı'nın resmi dini İslam olduğu için ibadet yerleri de camidir; cumhuriyetin resmi dini yoktur; ancak, resmi görevlilerin atandığı camiler üzerinden bütün yurttaşların inancı kontrol altına alınır. Alevilerse cumhuriyet döneminde "zaten Müslümandırlar"!..

Kurtuluş Savaşı sürecinde Mustafa Kemal'in Alevi kanaat önderliğine önem verdiği; onları ziyaret edip destek istediği; bu isteğini de elde ettiği doğrudur. Ancak cumhuriyetin Alevilere yönelik bir iyileştirme yaptığını söylemek fazla iddialı olur. Tekke ve zaviyeler kapatılırken, Aleviler açısından 'Serçeşme' kabul edilen Hacı Bektaş Türbesi de kapatılmıştır. Bugün Sünni İslam, vergilerimizden kesilerek oluşturulan bütçeden devasa pay alan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla yaygınlaştırılırken, Alevi çocuklarının da din eğitimi adı altında sünnileştirilmek istendiği ortadadır.

Yazının baş tarafında, uzun uzun anlatmaya çalıştığım gibi, evrensel laiklik ilkesiyle Türkiye'deki uygulama arasında hiçbir ortak taraf yoktur. Buna rağmen Aleviler de, bugünkü tuhaf laiklik anlayışını savunan bir psikolojinin egemen olduğu doğrudur. Bu psikolojiyi kritik eşik olarak anlamak gerekir. Zira, daha yüzyıl öncesinde "görüldüğü yerde katli vacip" olan bir topluluğun, bugün, tuhaf da olsa uygulanan laiklik anlayışı nedeniyle can güvenliği sorunları yaşamaması az şey midir? Bu açıdan Alevilerin cumhuriyet Türkiyesi ile ilişkisinin gardiyanına âşık bir topluluk olduğunu söylemek gerçekle birebir örtüşmez; bu ilişki, ölümü görmüş olanların sıtmaya razı olması halini andırıyor.

Gelinen noktada Aleviler, zorunlu din derslerinin kaldırılmasını; nüfus kâğıtlarındaki din hanesinin silinmesini; Diyanet İşleri Başkanlığı'nın lağvedilmesini, cemevlerine yasal statüye kavuşturulmasını talep ediyorlar. Bu talepleri, özgürlükçü laikliğin temel talepleriyle örtüşüyor.

Bugüne kadar marazi bir biçimde sürdürülen cumhuriyet ve Aleviler ilişkisi, ilk kez, tarihin bu dönemecinde evrensel laiklik anlayışına uygun hale getirilmesi isteniyor.

06.11.2008 13:00:21- BizimGazete.org

Hiç yorum yok: