AYHAN BİLGEN
21/02/2009
Köpeğe sarılıp yatan mı, koltuğa yapışıp kalan mı?
Başbakan’ın Sivas konuşmasında Alevilere yönelik açılım cümleleri, köpeğine sarılıp yatanlara yönelik sözlerinden daha az dikkate değer, daha az heyecan verici niteliktedir.
Baştan söylemeliyim ki, evimde kedi ya da köpek beslemiyorum. Ben hiç üzerime alınmadım, ancak Başbakan’ın sözlerinin bazı bakanlarını incitmiş olabileceğini tahmin ediyorum. Siyasette çok gün görmüş geçirmiş olanlar, hayvanların çoğunun kimi insanlardan daha vefalı, daha sadık olduğunu söylerler.
Türkiye’de iki tür siyaset dilinin kuşatması altındayız. Bir tarafta artık gittikçe popülaritesi tükenen seçkinci siyaset dili, öbür yanda sözüm ona seçkinci çevrelere meydan okuyan bir söylem.
Birincisinin bize ne kadar pahalıya mal olduğunu gayet iyi biliyoruz.
İkincisinin neleri götüreceğini önümüzdeki yıllarda daha net göreceğiz. Türkiye’de seçkinci milliyetçiliğin toplumsal bir karşılığı oluşmadı. Daha muhafazakar, geleneksel hatta lümpen milliyetçiliğin ise çok daha kitlesel destek bulduğunu kabul etmeliyiz.
Başbakan, dış politikadan Kürt sorununa, IMF ile ilişkilerden TÜSİAD’a, Aydın Doğan’a meydan okuyan sözler sarf ederek, böylesi bir milliyetçi damarı tahrik ediyor. Devletin milliyetçiliğinin yerine ikame edilmek istenen bir halk fetişizmi. Değerlerin, ilkelerin adının bile okunmadığı bir siyaset arenasında, ben ikinci tehlikenin tahrip gücünün birincisinden daha fazla olduğu endişesini taşıyanlardanım. Toplumdaki sahici muhalefet dinamiklerini etkisizleştiren bu damar, bir yandan inançlı kesimlerin muhalif yanlarını iğdiş ederken, diğer yandan devrimci, halkçı muhalefet hareketlerinin altını oyan bir rol oynuyor.
Evet, bu süreç bir ölçüde iktidarın el değiştirmesi ya da yeniden paylaşılması sonucunu doğurabilir. Ancak burada göz ardı edilmemesi gereken bir noktaya dikkatle yoğunlaşmak gerekir.
Köpeği ile yatanların egemenliğinden kurtulmak, bir halkın kurtuluşu için yeter mi? Dahası, bu anlamdaki her ilerleme, mutlaka sonuç itibariyle geniş halk kesimleri lehine bir kazanıma dönüşür mü?
İşte tam bu noktada tartışmaya açılması gereken, toplumcu siyaset dinamiklerinin sergilediği performans, ortaya koyabildikleri mücadele kültürü ve kalıcı güç birliği konusundaki yaklaşımlarıdır. Koltuğuna yapışıp kalan ve bu uğurda inançlarını, savunageldikleri değerleri ayaklar altına alanları da, Türkiye gün geçtikçe daha yakından tanıma fırsatı bulmaktadır. Bu noktadan sonra toplumun önüne güven verecek bir siyaset alternatifinin konulması, herkes için birinci sorumluluktur. Bu aşamada dar örgüt egoizmi ya da küçük kişisel çıkar hesapları ile hareket edenler, gün geçtikçe eriyecek, hedefleri uğruna özveride bulunmayı becerebilenler büyüyecektir. Stratejik olarak asıl tehdide odaklanan bir mücadelenin, doğru bir dil geliştirerek çok hızlı biçimde sağlayabileceği toplumsallaşma, Türkiye siyasetinde kritik bir dönüm noktasını ortaya çıkarabilir. En azından bunun küresel şartları kadar, iç dinamikleri de olgunlaşmıştır. Bu aşamadan sonra marifet doğru yere neşter atmakta geç kalmamakta aranmalıdır.
Kendine olan güveni yitirmeyen, geçmişi ile yüzleşmekten çekinmeyen, yanlışlarını terk etmeyi bilen hareketler için tarih her zaman bir fırsat vermiştir.
Yanlışında ısrar eden, eksiklerini kabullenmek istemeyen siyasal hareketler içinse hiçbir rüzgarın faydası olmayacak, hiçbir kriz yeni bir doğuşa zemin oluşturmayacaktır.
Baştan söylemeliyim ki, evimde kedi ya da köpek beslemiyorum. Ben hiç üzerime alınmadım, ancak Başbakan’ın sözlerinin bazı bakanlarını incitmiş olabileceğini tahmin ediyorum. Siyasette çok gün görmüş geçirmiş olanlar, hayvanların çoğunun kimi insanlardan daha vefalı, daha sadık olduğunu söylerler.
Türkiye’de iki tür siyaset dilinin kuşatması altındayız. Bir tarafta artık gittikçe popülaritesi tükenen seçkinci siyaset dili, öbür yanda sözüm ona seçkinci çevrelere meydan okuyan bir söylem.
Birincisinin bize ne kadar pahalıya mal olduğunu gayet iyi biliyoruz.
İkincisinin neleri götüreceğini önümüzdeki yıllarda daha net göreceğiz. Türkiye’de seçkinci milliyetçiliğin toplumsal bir karşılığı oluşmadı. Daha muhafazakar, geleneksel hatta lümpen milliyetçiliğin ise çok daha kitlesel destek bulduğunu kabul etmeliyiz.
Başbakan, dış politikadan Kürt sorununa, IMF ile ilişkilerden TÜSİAD’a, Aydın Doğan’a meydan okuyan sözler sarf ederek, böylesi bir milliyetçi damarı tahrik ediyor. Devletin milliyetçiliğinin yerine ikame edilmek istenen bir halk fetişizmi. Değerlerin, ilkelerin adının bile okunmadığı bir siyaset arenasında, ben ikinci tehlikenin tahrip gücünün birincisinden daha fazla olduğu endişesini taşıyanlardanım. Toplumdaki sahici muhalefet dinamiklerini etkisizleştiren bu damar, bir yandan inançlı kesimlerin muhalif yanlarını iğdiş ederken, diğer yandan devrimci, halkçı muhalefet hareketlerinin altını oyan bir rol oynuyor.
Evet, bu süreç bir ölçüde iktidarın el değiştirmesi ya da yeniden paylaşılması sonucunu doğurabilir. Ancak burada göz ardı edilmemesi gereken bir noktaya dikkatle yoğunlaşmak gerekir.
Köpeği ile yatanların egemenliğinden kurtulmak, bir halkın kurtuluşu için yeter mi? Dahası, bu anlamdaki her ilerleme, mutlaka sonuç itibariyle geniş halk kesimleri lehine bir kazanıma dönüşür mü?
İşte tam bu noktada tartışmaya açılması gereken, toplumcu siyaset dinamiklerinin sergilediği performans, ortaya koyabildikleri mücadele kültürü ve kalıcı güç birliği konusundaki yaklaşımlarıdır. Koltuğuna yapışıp kalan ve bu uğurda inançlarını, savunageldikleri değerleri ayaklar altına alanları da, Türkiye gün geçtikçe daha yakından tanıma fırsatı bulmaktadır. Bu noktadan sonra toplumun önüne güven verecek bir siyaset alternatifinin konulması, herkes için birinci sorumluluktur. Bu aşamada dar örgüt egoizmi ya da küçük kişisel çıkar hesapları ile hareket edenler, gün geçtikçe eriyecek, hedefleri uğruna özveride bulunmayı becerebilenler büyüyecektir. Stratejik olarak asıl tehdide odaklanan bir mücadelenin, doğru bir dil geliştirerek çok hızlı biçimde sağlayabileceği toplumsallaşma, Türkiye siyasetinde kritik bir dönüm noktasını ortaya çıkarabilir. En azından bunun küresel şartları kadar, iç dinamikleri de olgunlaşmıştır. Bu aşamadan sonra marifet doğru yere neşter atmakta geç kalmamakta aranmalıdır.
Kendine olan güveni yitirmeyen, geçmişi ile yüzleşmekten çekinmeyen, yanlışlarını terk etmeyi bilen hareketler için tarih her zaman bir fırsat vermiştir.
Yanlışında ısrar eden, eksiklerini kabullenmek istemeyen siyasal hareketler içinse hiçbir rüzgarın faydası olmayacak, hiçbir kriz yeni bir doğuşa zemin oluşturmayacaktır.
Evrensel
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder