Siyasetteki gerilim şiddeti tetikliyor |
Abdullah Gül’ün başbakan yardımcılığı döneminde ‘Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’ yapan Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Ceza Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Vahit Bıçak, şiddetin tepeden tırnağa gündelik hayatımıza girdiğini söylüyor
Prof. Bıçak, “Şiddet kültürü yaygınlaşıyor. Toplumun bütün unsurları kendi payına bir anlam çıkarıyor bundan. Yani şiddet meşrulaşıyor. Polis de toplumun bir unsuru, toplumdaki genel anlayış ve kültürden o da etkileniyor. Dolayısıyla ’poliste şiddet yok’ diyemeyiz, ama azalıyor” diyor
Saatlerce konuştuk, hiç ara vermeksizin... Öylesine çok vaka var ki, öylesine derinlere kök salmış bir mesele ki, sonu gelmiyor. Neresinden tutacağını bilemiyor insan. Ailede var, karakolda var, cezaevinde var, okulda var... Dört bir tarafımızdan kuşatmış hayatımızı. Bazen öyle kanıksıyoruz ki, hayatın bir parçası sayıyoruz.
Geçen hafta bu meseleyi psikiyatr ve sosyal psikologlarla konuştum. Bu kez de şiddet söz konusu oldu mu ilk akla gelen kurumlardan birinden, polislerin hocalarından biriyle konuşmak istedim. İşte konuş konuş bitmeyen söyleşi böyle çıktı ortaya. Tam Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Ceza Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Vahit Bıçak ile söyleşiyi bitirmiştim ki, Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Prof. Zafer Üskül’ün İstanbul Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı karakollarda işkence yapılıp yapılmadığıyla ilgili raporu yayımlandı. Üskül, ’İşkence yapıldığıyla ilgili tespitimiz yok. Ancak işkence sayılabilecek kötü muamele var’ sonucu çıktığını açıklıyordu.
“Zafer Üskül’ün raporu, ‘İşkenceye sıfır tolerans’ politikasından önemli ölçüde sapma olduğunu gösteriyor!”
Bir kez daha aradım Prof. Bıçak’ı, bu kez raporu değerlendirmesi için... Yorumladı; “Bu rapor, ben Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı görevimi sürdürürken, 2003’te başlattığımız ’İşkenceye sıfır tolerans politikası’ndan ciddi bir sapma olduğunun bir göstergesidir. Bu rapor, 2000 yılında Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı olan DSP Milletvekili Sema Pişkinsüt’ün hazırladığı raporlardan beri işkenceyle mücadelede kaydedilen ilerlemeden geri adım atıldığının bir ifadesidir. Hatırlarsınız, Pişkinsüt bir karakolda bulduğu ‘filistin askısını’ Meclis’e getirmişti. Hazırlanan rapor tam 11 cilt tutmuş ve kamuoyunun bilgisine sunulmuştu. Çok ağır eleştiriler içeriyordu. Ondan sonra da Türkiye’de ’İşkenceye sıfır tolerans’ sloganıyla pek çok adım atılmıştı.”
Peki ne oldu da, sıfır toleranstan şiddeti kanıksama noktasına geliverdik birkaç yıl içerisinde? Prof. Bıçak’a göre şiddeti körükleyen temel neden, hayatımızın her alanında gittikçe yayılan hoşgörüsüzlük. “Toplumda şiddet kültürü yaygınlaşıyor. Toplumun bütün unsurları kendi payına bir anlam çıkarıyor bundan. Yani şiddet meşrulaşıyor. Polis de bu toplumun bir unsuru, toplumdaki genel anlayış ve kültürden o da etkileniyor. Polis de, bu ülkenin yetiştirdiği kendi çocukları. Polis de ailesinden ve içinde yetiştiği toplumsal çevredeki hakim kültürden alıyor eğitiminin önemli bir kısmını” diyor Bıçak.
Ta 2005’te 32. Gün programında bu tespiti yapmış Bıçak. Trabzon’da F tipi cezaevlerini protesto eden TAYAD’lılara (Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği) linç girişiminin hemen ardından... Mehmet Ali Birand’ın “Milliyetçilik yükseliyor mu?” sorusuna cevabı, “Hayır, adını doğru koymamız lazım. Yükselen milliyetçilik değil, hoşgörüsüzlük” olmuş Bıçak’ın.
“Suçlu en başta, tepeye dokunan! Artan şiddet olaylarında Başbakan’ın da payı var...”
Prof. Bıçak’a göre, Türk toplumu tarihinde olmadığı kadar hoşgörüsüz ve toleranssız bir noktada bugünlerde. Çünkü bu ülkede ifade özgürlüğünün önünde önemli engeller var. Bu nedenle de ifade biçimi şiddete dönüşüyor. İfadeye ifadeyle, söze sözle karşılık vermek gerekirken, şiddetle karşılık vermeyi seçiyoruz. “Oysa katılmadığımız, eleştirdiğimiz, hatta bizleri şok eden düşüncelerin açıklanmasını da hoşgörüyle karşılayabiliriz. O zaman Birand, ‘TAYAD’lıların linç edilme girişimine Başbakan da, Cumhurbaşkanı da seyirci kaldı’ demişti. Ardından, rahip Santoro cinayeti, Danıştay saldırısı, Hırant Dink ve Malatya’daki misyoner cinayetleriyle bu hoşgörüsüzlük daha da arttı” diyor Bıçak.
Peki bu artan hoşgörüsüzlüğün de bir sebebi olmalı. Asıl suçlu kim? Cevabı manidar oluyor Bıçak’ın; “Suçlu en başta, tepeye dokunan! Çünkü ülkedeki genel atmosfer her şeyi etkiliyor. Bir gözlemci olarak siyasi arenaya baktığımızda, siyasetçilerin söylemlerinin çok ağır, tahammülsüz, hoşgörüsüz ve tahrik edici olduğunu görüyoruz. Zaten toplumun öfke kontrolü konusunda eğitilmesi lazımken, siyasi aktörler de yangına körükle gidiyor. Sokaktaki vatandaş ise siyasilerin tarzını kendine model alıyor. Yani adam hoşgörüsüzlüğü, kabadayılığı, külhanbeyliği alıyor, evinde karısına, sokakta bir başkasına şiddet olarak kullanıyor. Diyeceğim o ki, artan şiddet olaylarında Başbakan’ın da payı var! Çünkü Türk toplumu siyasete gerektiğinden fazla önem veriyor ve Başbakan’ın da karizmatik bir lider olması, alttan almayan üslubu, Davos’taki tarzı, tuttuğunu koparan, dediğim dedik bir insan modeli ortaya çıkarıyor. İşte, bu da şiddete katkıda bulunuyor.”
“Mesele karakolda değil, siyasi iradede bitiyor! Siyasi irade istemezse cop da kullanılmaz, gaz da sıkılmaz!”
15 milyonluk seçmen kitlesini peşinden sürükleyen bir siyasi liderin elbette örnek alınacağını vuruluyor Bıçak ve Başbakan’a mesaj gönderiyor: “Toplumun kendisini örnek aldığını unutmaması lazım. Sert üslubunu yumuşatması, daha çok tolerans vurgusu yapması lazım. Ve sorunları çözmede kavgacı değil, uzlaşmacı bir rol alması lazım. Siyasilerle, basınla, kanaat önderleriyle, sivil toplum örgütleriyle ve toplumla diyalog kanallarını geliştirmesi lazım!”
Ben yine geliyorum karakoldaki şiddete... Neden orantısız güç kullanıyor polis, mesela geçen 1 Mayıs’ta olduğu gibi? Neden karakolda dayak bir türlü ortadan kalkmıyor? Polise bu konuda eğitim verilmiyor mu? Prof. Bıçak’a göre, mesele karakolda bitmiyor, yine siyasi iradede bitiyor:
“Güvenlik teşkilatımız, 210 bin polis ve bir o kadar da jandarma ve sahil güvenlik birimiyle birlikte yaklaşık 500 bin kişiden oluşan bir güç. Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi’nden her yıl mezun ettiğimiz öğrenci sayısı ise sadece 350... 210 bin kişilik polis teşkilatında 350 kişi denizde bir damla gibidir. Dolayısıyla eğitim yoluyla polis kültürünü değiştirmek, zaman alıcı bir süreçtir. Biz, meslek yüksek okulları ve Polis Akademisi’nde şiddete karşı büyük atılımlar yaptık. Ama yöneticiler, siyasiler, ’Ne pahasına olursa olsun insanları Taksim Meydanı’na çıkartmayacaksınız!’ şeklinde katı bir talimat verdikleri zaman, cop ya da biber gazı polisin elinde sadece bir araç... Belki kullanan polis, ama onun kullanmasına sebep olan, o talimatı veren siyasi irade. Siyasi irade istemezse, cop da kullanılmaz, gaz da sıkılmaz!”
Bu yılki 1 Mayıs’ı örnek gösteriyor Bıçak; “Siyasi irade istemediğinde polisin şiddet kulanmadığının en güzel örneğiydi bu yıl Taksim’deki gösteri” diyerek...
Sonra bir örnek de İngiltere’den veriyor; “İngiliz polisi silah taşımaz. Hükümet bazen polise silah taşıma yetkisi vermek için yasa tasarısı hazırlar, polisler karşı çıkıp, protesto yürüyüşleri yapar. ’Biz silah istemiyoruz’ diye... Bunun mantığı da şudur: Polis der ki; biz silah taşırsak, en basit hırsızlık suçu işleyecek kişi bile, bir evi soymaya gideceği zaman yanına silah alır. Onu kovaladığımızda bize kurşun sıkar. Dolayısıyla bizim hayatımız daha fazla tehdit altına girer. Oysa biz, yanımızda silah taşımıyoruz. Taşımadığımız için de suçlular silahlanma ihtiyacı duymuyor. Bu sayede suçla daha etkin mücadele ediyoruz. Yaşama hakkımızı da daha az riske atıyoruz.”
Peki buna rağmen İngiltere’de silahlı olaylar olmuyor mu? Biraz cevabını bilerek soruyorum bu soruyu aslında, mesele daha iyi anlaşılsın diye... Prof. Bıçak, tabii ki olduğunu söylüyor. Ama ona da bir çözüm bulmuş İngilizler. Polisin içinde, silah kullanan ayrı birimler kurmuşlar. Ama bu birimdekiler de üstlerinde silah taşımıyor. Şehirlerde belli rotalarda silahları taşıyan araçlar tur atıyor. O rotada silah kullanımını gerektiren bir hadise olursa, bu araçlara ve nişancılara haber veriliyor.
“Türkiye’de yaklaşık yarım milyon güvenlik mensubu var. Büroda çalışan memur da dahil tümü silah taşıyor...”
Türkiye’ye gelince... Türkiye’de yaklaşık yarım milyon emniyet mensubunun tamamı silah taşıyor. Büro görevlileri bile... Bırakın polisi, çok fazla sayıda vatandaş silahla dolaşıyor. “Belki toplum bu kadar silahlanmışken, ’Polis silahsızlandırılsın’ demek anlamsız bir öneri olur. Polisi etkisizleştirir. Bu yüzden silahsızlaştırma toplumdan başlamalı...
Ama nihai çözüm polisi de kısmen silahsızlandırmak olmalı” diyor Bıçak. Polisin içinde de cinnet geçirip, eşini, çocuğunu, kendisini öldürenlerin sayısının hiç de az olmadığını hatırlatan Bıçak, silahın en çok taşıyana zarar verdiğini vurguluyor.
Prof. Bıçak’a son sorum; “Şiddetle mücadele için genel olarak ne yapmak lazım?” oluyor. Konuşmamızın başında siyasi iradenin kararlı olmasına yaptığı vurguyu hatırlatarak... O da bana bir soruyla başlıyor sözlerine; “Ben iki yıl boyunca sürdürdüğüm Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı görevimden neden istifa ettim, biliyor musunuz? ’İnsan Hakları Ulusal Kurumu kurulması gerekli’ demiştim. Hükümeti de ikna etmiştim. Ama o zamanki Başbakanlık Müsteşarı’nı ikna edememiştim. Böyle bir kurum olmaksızın, mevcut kurumsal yapıyla, şiddete karşı mücadele edilemeyeceğini biliyordum. Ama şimdi anlıyorum ki, Avrupa Birliği’nin baskısıyla geçtiğimiz hafta Bakanlar Kurulu’nda İnsan Hakları Ulusal Kurumu kurulması yönünde karar alındı. Hükümetin beş yıl sonra da olsa benim hedeflediğim noktaya gelmiş olması kayda değer.”
“Bu ülkede akıl hastanesinde de işkence oluyor, çocuk yetiştirme yurdunda da! Ve bu kurumların hepsi Başbakanlığa bağlı!”
Peki bu kurumun farkı ne olacaktı? “En önemlisi hükümetten bağımsız bir kurum olarak insan hakları ihlalleriyle mücadele edecekti. Oysa ki İnsan Hakları Başkanlığı doğrudan başbakana bağlı, dolayısıyla özerk ve bağımsız değil. İnsan hakları ihlali yapanlar ise hükümetin unsurları. Yani gardiyanlar, polisler, öğretmenler, doktorlar...” İlk üçünü anlıyorum da, doktorları anlayamıyorum; “Doktorlar ne yapıyor ki?..” diye soruyorum. Çok net cevaplıyor Prof. Bıçak; “Çünkü akıl hastanesinde de işkence oluyor. Çocuk yetiştirme yurtlarında da işkence oluyor. Bu kurumların hepsi hükümete bağlı. İnsan Hakları Başkanlığı da bu şiddet olaylarını denetleme konusunda yetersiz kalıyor.”
Yeni kurulacak İnsan Hakları Ulusal Kurumu’nun nasıl bir yapıda olacağının detaylarını bilmediğini belirtiyor Bıçak. Çünkü tasarı henüz açıklanmamış. Ancak, onun başkanlığı döneminde Danimarka İnsan Hakları Ulusal Kurumu ile birlikte, onların tecrübelerinden istifade ederek 2004’te hazırladıkları tasarının yasalaşması gerektiğini söylüyor ve ekliyor; “Maalesef Türkiye’de genellikle kurumların içini boşaltarak, fonksiyonelliğini azaltarak, tabela kurum kurma geleneği mevcut. Umarım, bu kurum tabela kurumu olmaz” diyor. Umalım!..
Celalettin Cerrah’ın atanması Ergenekon soruşturmasıyla
ilişkilendirilebilir...
Sizce Celalettin Cerrah neden İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevinden alınıp, Osmaniye Valisi olarak atandı? Münevver Karabulut cinayetiyle ilgili sarfettiği, ’Ailesi de kızlarıyla ilgilenseymiş!’ sözünün bardağı taşıran son damla olduğu söyleniyor. Katılıyor musunuz?
Birçok faktör olabilir. Aslında Celalettin Cerrah’ın vali yapılmış olması bir terfidir. Ama valilik atamasının zamanlaması spekülasyonlar yapmaya elverişlidir. Tabii İstanbul büyük bir şehir ve devam eden çok sayıda soruşturma var. Şu anda gündemde olan bütün soruşturmalarla bu atama ilişkilendirilebilir. Yani Münevver Karabulut soruşturmasıyla ilişkilendirilebileceği gibi, Ergenekon soruşturmasıyla da ilişkilendirilebilir.
Nasıl? Açar mısınız?
Cerrah, Ergenekon soruşturmasının bütün detaylarına, bütün aşamalarına hakimdi. Dolayısıyla, Ergenekon soruşturmasının bütün aşamalarını yönlendiren önemli bir aktörün görev yeri değiştirilmiştir. Ancak bu kadarını söyleyebilirim.
Gazetevatan.com-15.06.2009
Saatlerce konuştuk, hiç ara vermeksizin... Öylesine çok vaka var ki, öylesine derinlere kök salmış bir mesele ki, sonu gelmiyor. Neresinden tutacağını bilemiyor insan. Ailede var, karakolda var, cezaevinde var, okulda var... Dört bir tarafımızdan kuşatmış hayatımızı. Bazen öyle kanıksıyoruz ki, hayatın bir parçası sayıyoruz.
Geçen hafta bu meseleyi psikiyatr ve sosyal psikologlarla konuştum. Bu kez de şiddet söz konusu oldu mu ilk akla gelen kurumlardan birinden, polislerin hocalarından biriyle konuşmak istedim. İşte konuş konuş bitmeyen söyleşi böyle çıktı ortaya. Tam Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Ceza Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Vahit Bıçak ile söyleşiyi bitirmiştim ki, Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Prof. Zafer Üskül’ün İstanbul Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı karakollarda işkence yapılıp yapılmadığıyla ilgili raporu yayımlandı. Üskül, ’İşkence yapıldığıyla ilgili tespitimiz yok. Ancak işkence sayılabilecek kötü muamele var’ sonucu çıktığını açıklıyordu.
“Zafer Üskül’ün raporu, ‘İşkenceye sıfır tolerans’ politikasından önemli ölçüde sapma olduğunu gösteriyor!”
Bir kez daha aradım Prof. Bıçak’ı, bu kez raporu değerlendirmesi için... Yorumladı; “Bu rapor, ben Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı görevimi sürdürürken, 2003’te başlattığımız ’İşkenceye sıfır tolerans politikası’ndan ciddi bir sapma olduğunun bir göstergesidir. Bu rapor, 2000 yılında Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı olan DSP Milletvekili Sema Pişkinsüt’ün hazırladığı raporlardan beri işkenceyle mücadelede kaydedilen ilerlemeden geri adım atıldığının bir ifadesidir. Hatırlarsınız, Pişkinsüt bir karakolda bulduğu ‘filistin askısını’ Meclis’e getirmişti. Hazırlanan rapor tam 11 cilt tutmuş ve kamuoyunun bilgisine sunulmuştu. Çok ağır eleştiriler içeriyordu. Ondan sonra da Türkiye’de ’İşkenceye sıfır tolerans’ sloganıyla pek çok adım atılmıştı.”
Peki ne oldu da, sıfır toleranstan şiddeti kanıksama noktasına geliverdik birkaç yıl içerisinde? Prof. Bıçak’a göre şiddeti körükleyen temel neden, hayatımızın her alanında gittikçe yayılan hoşgörüsüzlük. “Toplumda şiddet kültürü yaygınlaşıyor. Toplumun bütün unsurları kendi payına bir anlam çıkarıyor bundan. Yani şiddet meşrulaşıyor. Polis de bu toplumun bir unsuru, toplumdaki genel anlayış ve kültürden o da etkileniyor. Polis de, bu ülkenin yetiştirdiği kendi çocukları. Polis de ailesinden ve içinde yetiştiği toplumsal çevredeki hakim kültürden alıyor eğitiminin önemli bir kısmını” diyor Bıçak.
Ta 2005’te 32. Gün programında bu tespiti yapmış Bıçak. Trabzon’da F tipi cezaevlerini protesto eden TAYAD’lılara (Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği) linç girişiminin hemen ardından... Mehmet Ali Birand’ın “Milliyetçilik yükseliyor mu?” sorusuna cevabı, “Hayır, adını doğru koymamız lazım. Yükselen milliyetçilik değil, hoşgörüsüzlük” olmuş Bıçak’ın.
“Suçlu en başta, tepeye dokunan! Artan şiddet olaylarında Başbakan’ın da payı var...”
Prof. Bıçak’a göre, Türk toplumu tarihinde olmadığı kadar hoşgörüsüz ve toleranssız bir noktada bugünlerde. Çünkü bu ülkede ifade özgürlüğünün önünde önemli engeller var. Bu nedenle de ifade biçimi şiddete dönüşüyor. İfadeye ifadeyle, söze sözle karşılık vermek gerekirken, şiddetle karşılık vermeyi seçiyoruz. “Oysa katılmadığımız, eleştirdiğimiz, hatta bizleri şok eden düşüncelerin açıklanmasını da hoşgörüyle karşılayabiliriz. O zaman Birand, ‘TAYAD’lıların linç edilme girişimine Başbakan da, Cumhurbaşkanı da seyirci kaldı’ demişti. Ardından, rahip Santoro cinayeti, Danıştay saldırısı, Hırant Dink ve Malatya’daki misyoner cinayetleriyle bu hoşgörüsüzlük daha da arttı” diyor Bıçak.
Peki bu artan hoşgörüsüzlüğün de bir sebebi olmalı. Asıl suçlu kim? Cevabı manidar oluyor Bıçak’ın; “Suçlu en başta, tepeye dokunan! Çünkü ülkedeki genel atmosfer her şeyi etkiliyor. Bir gözlemci olarak siyasi arenaya baktığımızda, siyasetçilerin söylemlerinin çok ağır, tahammülsüz, hoşgörüsüz ve tahrik edici olduğunu görüyoruz. Zaten toplumun öfke kontrolü konusunda eğitilmesi lazımken, siyasi aktörler de yangına körükle gidiyor. Sokaktaki vatandaş ise siyasilerin tarzını kendine model alıyor. Yani adam hoşgörüsüzlüğü, kabadayılığı, külhanbeyliği alıyor, evinde karısına, sokakta bir başkasına şiddet olarak kullanıyor. Diyeceğim o ki, artan şiddet olaylarında Başbakan’ın da payı var! Çünkü Türk toplumu siyasete gerektiğinden fazla önem veriyor ve Başbakan’ın da karizmatik bir lider olması, alttan almayan üslubu, Davos’taki tarzı, tuttuğunu koparan, dediğim dedik bir insan modeli ortaya çıkarıyor. İşte, bu da şiddete katkıda bulunuyor.”
“Mesele karakolda değil, siyasi iradede bitiyor! Siyasi irade istemezse cop da kullanılmaz, gaz da sıkılmaz!”
15 milyonluk seçmen kitlesini peşinden sürükleyen bir siyasi liderin elbette örnek alınacağını vuruluyor Bıçak ve Başbakan’a mesaj gönderiyor: “Toplumun kendisini örnek aldığını unutmaması lazım. Sert üslubunu yumuşatması, daha çok tolerans vurgusu yapması lazım. Ve sorunları çözmede kavgacı değil, uzlaşmacı bir rol alması lazım. Siyasilerle, basınla, kanaat önderleriyle, sivil toplum örgütleriyle ve toplumla diyalog kanallarını geliştirmesi lazım!”
Ben yine geliyorum karakoldaki şiddete... Neden orantısız güç kullanıyor polis, mesela geçen 1 Mayıs’ta olduğu gibi? Neden karakolda dayak bir türlü ortadan kalkmıyor? Polise bu konuda eğitim verilmiyor mu? Prof. Bıçak’a göre, mesele karakolda bitmiyor, yine siyasi iradede bitiyor:
“Güvenlik teşkilatımız, 210 bin polis ve bir o kadar da jandarma ve sahil güvenlik birimiyle birlikte yaklaşık 500 bin kişiden oluşan bir güç. Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi’nden her yıl mezun ettiğimiz öğrenci sayısı ise sadece 350... 210 bin kişilik polis teşkilatında 350 kişi denizde bir damla gibidir. Dolayısıyla eğitim yoluyla polis kültürünü değiştirmek, zaman alıcı bir süreçtir. Biz, meslek yüksek okulları ve Polis Akademisi’nde şiddete karşı büyük atılımlar yaptık. Ama yöneticiler, siyasiler, ’Ne pahasına olursa olsun insanları Taksim Meydanı’na çıkartmayacaksınız!’ şeklinde katı bir talimat verdikleri zaman, cop ya da biber gazı polisin elinde sadece bir araç... Belki kullanan polis, ama onun kullanmasına sebep olan, o talimatı veren siyasi irade. Siyasi irade istemezse, cop da kullanılmaz, gaz da sıkılmaz!”
Bu yılki 1 Mayıs’ı örnek gösteriyor Bıçak; “Siyasi irade istemediğinde polisin şiddet kulanmadığının en güzel örneğiydi bu yıl Taksim’deki gösteri” diyerek...
Sonra bir örnek de İngiltere’den veriyor; “İngiliz polisi silah taşımaz. Hükümet bazen polise silah taşıma yetkisi vermek için yasa tasarısı hazırlar, polisler karşı çıkıp, protesto yürüyüşleri yapar. ’Biz silah istemiyoruz’ diye... Bunun mantığı da şudur: Polis der ki; biz silah taşırsak, en basit hırsızlık suçu işleyecek kişi bile, bir evi soymaya gideceği zaman yanına silah alır. Onu kovaladığımızda bize kurşun sıkar. Dolayısıyla bizim hayatımız daha fazla tehdit altına girer. Oysa biz, yanımızda silah taşımıyoruz. Taşımadığımız için de suçlular silahlanma ihtiyacı duymuyor. Bu sayede suçla daha etkin mücadele ediyoruz. Yaşama hakkımızı da daha az riske atıyoruz.”
Peki buna rağmen İngiltere’de silahlı olaylar olmuyor mu? Biraz cevabını bilerek soruyorum bu soruyu aslında, mesele daha iyi anlaşılsın diye... Prof. Bıçak, tabii ki olduğunu söylüyor. Ama ona da bir çözüm bulmuş İngilizler. Polisin içinde, silah kullanan ayrı birimler kurmuşlar. Ama bu birimdekiler de üstlerinde silah taşımıyor. Şehirlerde belli rotalarda silahları taşıyan araçlar tur atıyor. O rotada silah kullanımını gerektiren bir hadise olursa, bu araçlara ve nişancılara haber veriliyor.
“Türkiye’de yaklaşık yarım milyon güvenlik mensubu var. Büroda çalışan memur da dahil tümü silah taşıyor...”
Türkiye’ye gelince... Türkiye’de yaklaşık yarım milyon emniyet mensubunun tamamı silah taşıyor. Büro görevlileri bile... Bırakın polisi, çok fazla sayıda vatandaş silahla dolaşıyor. “Belki toplum bu kadar silahlanmışken, ’Polis silahsızlandırılsın’ demek anlamsız bir öneri olur. Polisi etkisizleştirir. Bu yüzden silahsızlaştırma toplumdan başlamalı...
Ama nihai çözüm polisi de kısmen silahsızlandırmak olmalı” diyor Bıçak. Polisin içinde de cinnet geçirip, eşini, çocuğunu, kendisini öldürenlerin sayısının hiç de az olmadığını hatırlatan Bıçak, silahın en çok taşıyana zarar verdiğini vurguluyor.
Prof. Bıçak’a son sorum; “Şiddetle mücadele için genel olarak ne yapmak lazım?” oluyor. Konuşmamızın başında siyasi iradenin kararlı olmasına yaptığı vurguyu hatırlatarak... O da bana bir soruyla başlıyor sözlerine; “Ben iki yıl boyunca sürdürdüğüm Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı görevimden neden istifa ettim, biliyor musunuz? ’İnsan Hakları Ulusal Kurumu kurulması gerekli’ demiştim. Hükümeti de ikna etmiştim. Ama o zamanki Başbakanlık Müsteşarı’nı ikna edememiştim. Böyle bir kurum olmaksızın, mevcut kurumsal yapıyla, şiddete karşı mücadele edilemeyeceğini biliyordum. Ama şimdi anlıyorum ki, Avrupa Birliği’nin baskısıyla geçtiğimiz hafta Bakanlar Kurulu’nda İnsan Hakları Ulusal Kurumu kurulması yönünde karar alındı. Hükümetin beş yıl sonra da olsa benim hedeflediğim noktaya gelmiş olması kayda değer.”
“Bu ülkede akıl hastanesinde de işkence oluyor, çocuk yetiştirme yurdunda da! Ve bu kurumların hepsi Başbakanlığa bağlı!”
Peki bu kurumun farkı ne olacaktı? “En önemlisi hükümetten bağımsız bir kurum olarak insan hakları ihlalleriyle mücadele edecekti. Oysa ki İnsan Hakları Başkanlığı doğrudan başbakana bağlı, dolayısıyla özerk ve bağımsız değil. İnsan hakları ihlali yapanlar ise hükümetin unsurları. Yani gardiyanlar, polisler, öğretmenler, doktorlar...” İlk üçünü anlıyorum da, doktorları anlayamıyorum; “Doktorlar ne yapıyor ki?..” diye soruyorum. Çok net cevaplıyor Prof. Bıçak; “Çünkü akıl hastanesinde de işkence oluyor. Çocuk yetiştirme yurtlarında da işkence oluyor. Bu kurumların hepsi hükümete bağlı. İnsan Hakları Başkanlığı da bu şiddet olaylarını denetleme konusunda yetersiz kalıyor.”
Yeni kurulacak İnsan Hakları Ulusal Kurumu’nun nasıl bir yapıda olacağının detaylarını bilmediğini belirtiyor Bıçak. Çünkü tasarı henüz açıklanmamış. Ancak, onun başkanlığı döneminde Danimarka İnsan Hakları Ulusal Kurumu ile birlikte, onların tecrübelerinden istifade ederek 2004’te hazırladıkları tasarının yasalaşması gerektiğini söylüyor ve ekliyor; “Maalesef Türkiye’de genellikle kurumların içini boşaltarak, fonksiyonelliğini azaltarak, tabela kurum kurma geleneği mevcut. Umarım, bu kurum tabela kurumu olmaz” diyor. Umalım!..
Celalettin Cerrah’ın atanması Ergenekon soruşturmasıyla
ilişkilendirilebilir...
Sizce Celalettin Cerrah neden İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevinden alınıp, Osmaniye Valisi olarak atandı? Münevver Karabulut cinayetiyle ilgili sarfettiği, ’Ailesi de kızlarıyla ilgilenseymiş!’ sözünün bardağı taşıran son damla olduğu söyleniyor. Katılıyor musunuz?
Birçok faktör olabilir. Aslında Celalettin Cerrah’ın vali yapılmış olması bir terfidir. Ama valilik atamasının zamanlaması spekülasyonlar yapmaya elverişlidir. Tabii İstanbul büyük bir şehir ve devam eden çok sayıda soruşturma var. Şu anda gündemde olan bütün soruşturmalarla bu atama ilişkilendirilebilir. Yani Münevver Karabulut soruşturmasıyla ilişkilendirilebileceği gibi, Ergenekon soruşturmasıyla da ilişkilendirilebilir.
Nasıl? Açar mısınız?
Cerrah, Ergenekon soruşturmasının bütün detaylarına, bütün aşamalarına hakimdi. Dolayısıyla, Ergenekon soruşturmasının bütün aşamalarını yönlendiren önemli bir aktörün görev yeri değiştirilmiştir. Ancak bu kadarını söyleyebilirim.
Gazetevatan.com-15.06.2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder