3 Ekim 2009

Şiddet sarmalından kurtulmak

Şiddet sarmalından kurtulmak

Mithat Sancar - 07.05.2009
“Oralar”da bir yerde, Mardin civarında bir köyde, bir katliam yaşandı. Şiddetin ve acının pek çok tezahürüne tanıklık etmiş bu coğrafya, böylesini daha önce görmedi. Bu coğrafyada doğmuş ve büyümüş biri olarak, bu kanlı trajediye dair bir şeyler yazmak ayrıca zor geliyor. Nereden başlanır, ne söylenir?


Her cinayette, her katliamda, önce öldürülen insanların kişisel öykülerini düşünürüm. “Yinelenmesi, yerine başkasının konması mümkün olmayan” o hayatları... “Ne denli alçakgönüllü olursa olsun bir serüven; onuru, hiç kimsenin geri dönüp aynı biçimde yaşayamayışından kaynaklanan bir serüven” olan yitmiş hayatları...

Ağıt yakmalıyız elbette, ama ağıta gömülüp kalamayız! Bu şiddet döngüsünü durdurmak zorundayız. Bunun için de, böylesine bir şiddete, şiddetin böylesine dizginsizleşmesine yol açan şartları samimiyetle ve cesaretle tartışmalıyız.

Bu olayın sebeplerine ilişkin açıklamalar çoğu insanı şaşırtıyor. En çok “töre”ye vurgu yapılıyor mesela. Böylece, diğer şartlar birden bire önemsizleştirilmiş oluyor. Töreye atıf yapanların hepsi değil, ama epeycesi bütün sorumluluğu Kürtlere yıkmak niyetinde. Bu ırkçı anlayışın örneklerine sıkça rastlıyoruz. “Kan davası”, “namus cinayeti” hep Kürtlerin “marifetleri” olarak sunuluyor bu anlayışta. Bunlara göre, “Kürtler şiddete tapan, feodal bağların gönüllü kölesi, ilkel varlıklardır; Türkiye’nin başına beladır”. Sonuç: Onlara ne yapılırsa yeridir!

Böyle düşünenlere sormak bile gereksizdir: Velev ki, tek sebep töredir; lakin bu töre denen şeyi, bu aşiret düzenini bunca yıldır hangi yapılar ve uygulamalar ayakta tutmaktadır? Orası, Türkiye’nin sosyal ve siyasal hayatından kopuk, ayrı bir hukuka ve idareye tâbi bir sömürge midir? Öyle olsa bile, oraları bu şekilde yöneten sistemin hiç mi kabahati yoktur bütün bu olan bitende?

Aşiret yapısının tamamen çözülmesini engelleyen birçok faktör arasında bir tanesinin özel bir yeri var; o da koruculuk sistemidir. Bu sistemin 24 yıldır nasıl işlediğini birazcık merak eden herkes, bu gerçeği kolayca görebilir. Ancak koruculuk sisteminin tek işlevi bu değildir. “Terörle mücadele” adı altında her türlü hukuksuzluğun ve şiddetin meşrulaştırılmasında da bu sistemin önemli etkisi vardır.

Aslında bütün bunların temelinde Kürt sorunu yatıyor. Devletin çözüm olarak sarıldığı “güvenlik politikaları”, sorunu kangrene dönüştürdü. 25 yıldır süren şiddet, bölgenin dokusunda onarılması zor tahribat yarattı. Ortak yaşamın hukuk temelinde kurulması fikri darmadağın edildi. “Güç”, hayatı belirleyen nihaî merci haline getirildi. Köy boşaltma ve yakma gibi insanlık suçu sayılan uygulamalar sonucu, demografik yapıdan mülkiyet ilişkilerine kadar her şey alt üst oldu. Çözümsüzlüğün yarattığı melanetler, Türkiye’nin bütün damarlarına yayıldı. Memleket, neredeyse şiddet kültürüne mahkûm hale geldi.

PKK’nın bu kültürün oluşmasındaki rolünü kimse görmezden gelemez. Gerçi Kürt sorununu PKK yaratmadı, aksine PKK Kürt sorunundan doğdu. Ama Kürt sorununun şiddetle özdeşleşmesinde PKK’nın sorumluluğu büyüktür. Kürt bölgesinde şiddet kültürüne dayalı otoriter yapıları teşvik eden sayısız sözü ve eylemi vardır PKK’nın. Bunları “münferit vakalar”, “bireysel hatalar”, “yerel sapmalar” olarak niteleyen açıklamalar, PKK’nın sorumluluğunu gizlemeye yetmiyor. “Tek taraflı ateşkes”leri öne sürmek de, bu sorumluluğu azaltmıyor. Zira her “ateşkes dönemi”, katliam boyutuna varan eylemlerle sonlandırıldı. Ve bu eylemlerde hangi yapıların, ne tür bağlantıların belirleyici olduğu sorusuna, hiçbir zaman ikna edici bir cevap verilemedi.

Bugüne kadar yapılanlardan farklı şeyler düşünmenin zamanı geçiyor. Devlet, köhnemiş “güvenlik konsepti”yle PKK’nın teslime zorlanamayacağını ve tasfiye edilemeyeceğini görmek zorunda. PKK da, şiddeti bir yöntem olarak kullanmakla, temsilcisi olmaya soyunduğu Kürt toplumuna ne kadar büyük zararlar verdiğini, hiç olmazsa şu son olaya bakarak görmek zorunda. Ayrıca silah bırakmaya hazır olduğunu gösterecek –alışılmış demeçler dışında- bir şeyler de yapmak zorunda.

Şiddeti sona erdirmek için kapsamlı bir “silahsızlandırma programı”na acil ihtiyaç var. Böyle bir programın neleri içerebileceği konusundaki fikirlerimi değişik yerlerde yazdım. Yerim azaldığı için bu yazıda tekrar edemiyorum. Ama şu kadarını söyleyeyim: Silahsızlandırma, tek taraflı değil, silahlı örgütü de kapsayan en az iki taraflı bir süreçtir. Örgütü hesaba ve sürece katmayan, onu silah bırakmaya ikna edecek şartları dikkate almayan girişimlerden bugüne kadar bir sonuç alınamadı; bundan sonra da alınması mümkün görünmüyor.

Bunlara kafa yormak yerine, göğe bakıp ıslık çalma anlamına gelen açıklamalar yapan herkes, bir sonraki katliamın doğrudan failleri arasına katılmaya hazırlandığını bilmelidir. Aynı şey, bu katliamı iğrenç bir şekilde magazinleştirmeye çalışanlar açısından evveliyatla geçerlidir.

Bu söylediklerim, bu tür olayları hangi şartların mümkün kıldığını hemen ve eksiksiz bir şekilde açıklama çabası olarak anlaşılmamalı. Judith Butler’ın dediği gibi, “Şartlar bireysel failler gibi ‘eylemez’, ama hiçbir fail de onlarsız eylemez”.

Yapılması gereken, ne tür bir dünyanın böyle insanları ortaya çıkardığını sormak ve sorgulamaktır. Lakin bunu söylemek de, bireylerin yerine tamamen şartların suçlu olduğunu iddia etmek değildir; daha ziyade şartlar ile eylemler arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeye çağrı yapmaktır. Ben, Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün, bu ilişkinin can damarı olduğu kanısındayım.


Taraf Gazetesi

Hiç yorum yok: