11.Uluslararası İstanbul Sanat Bienali kapısını açtı.
11.Uluslararası İstanbul Sanat Bienali kapısını açtı.
Tarihin garip tesadüfüdür ki kendisi de bir 12 Eylül çocuğu olan İstanbul Bienali,geçiş dönemi Türkiye’sinde Turgut Özal'ın uluslararası pazara bağladığı borsalar,bankalar,otoyollar,siyasi ve mali yapı gibi emperyalizmle kurulan kültürel entegrasyonunun ürünüdür.
Venedik Bienali bundan yaklaşık 114 yıl önce,1895'de sınırlı entelektüel bir grup tarafından kuruldu.Amacı daha önce Paris başta olmak üzere kurulan diğer sergilerin misyonu doğrultusunda Garibaldi sonrası İtalya'sını uluslararası pazara bağlamaktı.
Yıllar içinde hiç bir yer,Venedik Bienali'nin getirdiği anlayışa ulaşan bir merkez olma cazibesini yakalayamadı.
Yalnızca süreç ve konsept taklit edildi.
Sao Paulo'dan Kahire'ye, Şangay,Seul,Taipei,Yokohama'dan İstanbul Bienali'ne kadar Venedik'in izinden gidenler kendi korolarını oluşturdu.Bunlar görece/sonradan edinilen varsıllık içinde daha çok sanat endüstrisini kuramamış periferilerdi.Dünyanın globalleşmesi,sınırların muğlaklaşmasıyla,mizansen ve amaç dışında dünya kapitalizminin merkezlerinden ithal edilen misyoner kültür adamları yerel/ulusal bandı oluşturmak için devreye girdiler.Manipulasyon başlamıştı.Bizde de ,dünyada olduğu gibi 12 Eylül 1980'nin ardından gelen apolitik ortamın zemininde uygun iklimi bulan ve kendi amaçlarıyla örtüşen bir grup sanatsever,İstanbul Kültür Sanat Vakfı ve yeri doldurulmaz özverili müzik adamı Aydın Gün'ün önderliğinde İstanbul Bienali'nin temellerini attılar.Ne var ki Aydın Gün plastik sanatlar konusunda sadece iyi bir izleyiciydi.Okulunu yeni bitiren oğlu Mehmet Gün dolayısıyla plastik sanatlara ayrı bir heyecan duyuyordu.Önayak olduğu girişimin sorumluluğunu kendisini yönlendiren ekibe devretti.
Ne var ki Marks'ın söylediği söz gerçekti “tarih hep kötü taraftan ilerliyordu”.
"ÇAĞDAŞ SANAT" DENİLEN ÜFÜRÜKCÜLÜĞE YATAKLIK YAPAN BİENALLER
KURMACADIR.
Aykırı sanatçı Marchel Duchamp (doğumu 1887 Fransa),New York'a 1915'de geldi.İki yıl sonra J.L Mutt adlı inşaat malzemeleri satan bir dükkandan beyaz porselen bir pisuar satın aldı.Üzerine kullanmadığı fırçasıyla R.Mutt diye yazdı ve tarihi 1917 olarak kaydetti.Duchamp,bu imzayla ruh/kişilik verdiğini öne sürdüğü pisuarı New York Bağımsız Sanatçılar Derneği'nin sergisine gönderdi.1917'de olan iki sosyal devrimden daha uzun yaşayanı Duchamp'ın tek kişilik devrimi oldu;Lenin ve ardıllarının devleti bugün yok.Fakat insanlar Duchamp'ın açtığı yoldan hala gidiyorlar.Marksizmin yarattığı eleştiri ve revizyon düşüncesi sosyal demokrasiyi yarattı.Fakat Duchamp'ın 1917 deki"ready made" düşüncesi sürekli tekrara düştü,kendini doğurup üretemedi.Küçük farklılıklar,hazır maddenin arkasına saklanan ipe sapa gelmez felsefe kırıntıları 1917 deki pisuarın aşılması için yetmedi.Zaten yaşamı boyunca Duchamp da o noktadan daha ileri gidemedi.Kuş kafesi,neden aksırmalı,optik diskler,üç standart stopaj,cam levhalar,büyük cam adını verdiği kavramsal çalışmalar ve yazdığı film senaryolarında,R.Mutth imzalı pisuarının yarattığı sarsıcı etkiyi/şiddeti aşamadı.1968 deki ölümüne kadar satranç oyunculuğuna devam etti,noter babasının mirası ve danışmanı olduğu Peggy Guggenheim'ın desdeğiyle yaşamını sürdürdü.
Daha sonra istek üzerine 11 pisuar daha imzalayarak sattı.
Bunların 1990 lı yıllarda müzayede satış fiyatı yaklaşık 2 milyon dolardı.
Duchamp krizi günümüzde de sürüyor ve aşılamıyor.O gün yapılanlar bugün bölünerek sürekli çoğalıyor.Kapitalizmin meta fetişizmi,toplumsal histeriye dönüştü. Paronoya kişilikleri yok etti.Sanatçılar sürekli "çağdaş sanat" adı altında içi boş kavram ve şizofrenik kimlikler üretiyor.Duchamp,hazır nesnesini sergileyerek gökyüzünde tanrı konumundaki,hadsiz hesapsız karizması olan sanatcıyı müptezel kılmış,sıradanlaştırarak yeryüzüne indirmişti.Ama dedik ya tarih hep kötü taraftan ilerliyordu.Bilinçdışının,özgün bir teorik nesne olduğunu belirten Lacan'a ihtiyaç vardı.Freud kesmiyordu.
Dünyada olduğu gibi,bizde de bienaller, "çağdaş sanat" adı verilen bu travmanın daha hızlı yayılmasına neden oldu.
NEOCON KÜLTÜRÜNÜN ŞİRKET/ŞİDDET AHLAKINI EMANET ALAN BİENALLER,AMANSIZ REKABETİN KURALLARINA GÖRE SANATI YENİDEN YAPILANDIRIYOR
1987'den beri İstanbul'da da durum aynıdır.
Duchamp,yaptıklarıyla tanrı sanatcıyı yeryüzüne indirmiş ve herkes gibi kılmıştı dedik.Türkiye'de yaklaşık 20 yıldır,yerli Duchamplar da aynısını yapıyorlar.Artık üretmek/göstermek ve ruh vermek kolay.Ustalık, perfeksiyon/mükemmellik gerekmiyor.Sanatcılık konfeksiyon ürünü bir giysinin sırta geçirilmesi ile elde edilen bir kimliğe dönüştü.Eser nasıl olsa hazır nesneydi.Dünya merkezlerinde uygulananlar yerleştirmeler,seçmeler,birebir ihraç/ithal ediliyor,ülke gerçeği,yılların getirisi ustalık,yetenek,birikim,kültür,sentez,tarih gibi değerler banalleşiyordu.Sanat,ereğini kaybetmişti.1980 öncesi yüzüne bakmadığımız idealizm,buruva duyarlılığı,bireycilik,hatta reformizm,revizyonizm gibi değerlere muhtaç kaldık.Tarihin karanlık yüzünden gelen idealist felsefeci "sanat yaşamın en önemli uyarıcısıdır,onu amaçsız bırakmamak gerekir"(7)derken toplumsal işbölümü içinde sanatsal üretimin,diğer üretimler gibi bizzat bir "değer" ve zorunlu üretim ilişkisi olduğunu vurguluma gereğini hissediyor.Saçmalıklar karşısında Nietzche'li argümanların bile artık kıymeti harbiyesi vardı.
80'ler sonrasının apolitik ortamında,sular seller gibi her meslek ve disiplinden insan ,sanat dünyasına,emanet/eğreti sanatcı kimlikleriyle tek ürünlük/yarı zamanlı mesaileriyle,kısmi beceri ve tarzlarıyla pervasız ve cüretkarca girmeye başladılar.Türkiye artık bir sanat/sanatcı cennetiydi.Her türlü okulun ilgili,ilgisiz/paralı parasız bölümleri sürekli sanatcı üretiyordu.Bir yandan sanatcı ürüyor diğer yandan "bussines" okunuyordu. Eldekiler yetmiyordu,ithal aydınlar,sosyologlar,küratörler getirerek globalleşiyorduk. Bireysel şizofroni ile toplumsal paranoya karışmıştı.Ulusal sınırlar muğlaklaşmış,renkler kaybolmuş,kıyasımukassem kalmamıştı.Evrensel değerleri,Bush'un "Büyük Ortadoğu Projesine"destek veren AB kavramları/ muktezabatı temsil ediyordu.Çarpık kapitalizm, tufeyli,rantiyeci sınıflar üzerine kurulmuştu.Üretici güçler,üretim ilişkilerinden doğan güçlerini kullanmaktan yoksundular.Ekonomi,üretimden değil banka,borsa ve finans hareketlerinin yarattığı anarşiden besleniyordu.Buna bağlı olarak bir çok sektör gibi sanat kurumları da kendi prematüre derebeylerini yaratmıştı.İsraf ekonomisi reklam ve ambalaj sektörüyle sanatımsıları üretiyordu.Çağdaş sanat,lodoscu gibi davranıyor,endüstriyel kültür adına işine yarayan herşeyi topluyor/sarıp sarmalıyordu. Duchampvari ve "cool" olmak,apolitik birey için rol modeldi.Ne ki,ulusal aidiyet kaybolmuş,sanatçı kimliği erozyona uğramıştı.
1987 den beri gerçekleşen diğer 1o bieanelin yarattığı kavram karmaşası birbirinin tekrarı,tek yumurta ikizi gibi benzer özellikleriyle aydınlar,gençler,kitleler arasında salgın misali yayılarak sürmekteydi.
Masal aynıydı;Irak'a sürekli demokrasi gidiyordu,tarihi yazan emperyalizmdi.
Küratör denilen efendiler, ülkeden ülkeye kılık değiştirse de üflenen nefes aynıydı.
İnsan ruhunu sersemleten,hayal meyal tarif edilebilecek düzeneklerin,çizgilerin,nesnelerin,amacından koparılmış,acı çektiği varsayılarak şeyleştirilmiş eşyanın tek amacı vardı;izleyicinin ötekileştirilmesi.
Senaryo ise her zaman sahteydi,plan çakmaydı,gerçek ortadan kaldırılmıştı.Tutanı,ideolojik paradigması/ formasyonu kalmamıştı.Ne kendine,ne topluma hesap veriyordu.Yalnız Türkiye'de değil dünyada da anarşiden beslenen kapitalizm bir ahtopot gibi kültür endüstrisini sarmıştı.Dünyadaki gelişmenin bu vechesinde belirleyici olan büyük ölçekli şirket kültürlerinin epistomolijisiydi.Tarih yeniden yazılıyor, sanat dekadansa giriyordu.Ayrıksı "ceo" ile bienali zemin kılıp,katılımcı sanatçıyı kullanan gerçek/esas "art"ist/küratör arasındaki makas azalsa da ikisi de kendilerini yaratanlara ,bütün yaratıcılıklarıyla oynuyorlardı.Hesapları vardı,"total"e bakıyorlardı.
Kendi yalan makinalarında yaşamdan kopuk hayallerini artık istedikleri gibi “gerçek” olarak üretebilir ve pazarlayabilirlerdi.Bir ortak pazara,topyekun karmaşanın teolojisinin yaratılacağı ortak bir platforma ihtiyaç vardı.Kapitalizmin kültür endüstrisinin hegemonya alanı olarak "çağdaş sanat" kavramının merkezinde yer alan bienaller,şirket ve sanatcı kültürlerini yeniden harmanlayarak/tanımlayarak global ölçekte kurguladı.
Ardından gelen disiplinler akıl tutulmasının sarmalına alınıyor,kapitalizm ve pazarın kendi tutarlılığıyla cilalanıp parlatılıyor,Amerikanvari bir mantık örgüsüyle,gizemli derinlikler,parelel evrenler oluşturuluyordu.Broşürler,panolar,tüm reklam tanıtım kampanyası meczuptu.Sahte bir cezbenin parıltılı tarihi,bir "yankee" yapım olarak tarih sahnesine çıkartılıyordu.
NEW YORK,NEW YORK / AMERİKA'NIN BİR OLDU BİTTİSİ
Herkes aynı fikirde miydi? Tabii ki hayır.Adorna'dan Altthusser'e tüm Frankfurt okulunun sol düşünürlerinden Foucault'ya merkezden varoşlara kadar herkes bu oldu bittinin ayırdındaydı ve bir şeyler iyi gitmiyordu.Çatlak sesler yükseliyordu ama küresel kapitalizmin kakafonisi o kadar güçlü ve örgütlüydü ki direnmek,sıradışı fikir beyan etmek,aykırı bir şeyler söylemek mümkün değildi.Ama buna rağmen birileri gene de toplumsal vicdan ve aydın sorumluluğu adına susmuyor,kısık sesle de olsa durumu ıslıklıyor,kollektif paranoya ve sersemliğin işbirlikcileri olmadıklarını beyan ediyorlardı.
Devamı:2
Emin Çetin Girgin
OdaTV.com
Tarihin garip tesadüfüdür ki kendisi de bir 12 Eylül çocuğu olan İstanbul Bienali,geçiş dönemi Türkiye’sinde Turgut Özal'ın uluslararası pazara bağladığı borsalar,bankalar,otoyollar,siyasi ve mali yapı gibi emperyalizmle kurulan kültürel entegrasyonunun ürünüdür.
Venedik Bienali bundan yaklaşık 114 yıl önce,1895'de sınırlı entelektüel bir grup tarafından kuruldu.Amacı daha önce Paris başta olmak üzere kurulan diğer sergilerin misyonu doğrultusunda Garibaldi sonrası İtalya'sını uluslararası pazara bağlamaktı.
Yıllar içinde hiç bir yer,Venedik Bienali'nin getirdiği anlayışa ulaşan bir merkez olma cazibesini yakalayamadı.
Yalnızca süreç ve konsept taklit edildi.
Sao Paulo'dan Kahire'ye, Şangay,Seul,Taipei,Yokohama'dan İstanbul Bienali'ne kadar Venedik'in izinden gidenler kendi korolarını oluşturdu.Bunlar görece/sonradan edinilen varsıllık içinde daha çok sanat endüstrisini kuramamış periferilerdi.Dünyanın globalleşmesi,sınırların muğlaklaşmasıyla,mizansen ve amaç dışında dünya kapitalizminin merkezlerinden ithal edilen misyoner kültür adamları yerel/ulusal bandı oluşturmak için devreye girdiler.Manipulasyon başlamıştı.Bizde de ,dünyada olduğu gibi 12 Eylül 1980'nin ardından gelen apolitik ortamın zemininde uygun iklimi bulan ve kendi amaçlarıyla örtüşen bir grup sanatsever,İstanbul Kültür Sanat Vakfı ve yeri doldurulmaz özverili müzik adamı Aydın Gün'ün önderliğinde İstanbul Bienali'nin temellerini attılar.Ne var ki Aydın Gün plastik sanatlar konusunda sadece iyi bir izleyiciydi.Okulunu yeni bitiren oğlu Mehmet Gün dolayısıyla plastik sanatlara ayrı bir heyecan duyuyordu.Önayak olduğu girişimin sorumluluğunu kendisini yönlendiren ekibe devretti.
Ne var ki Marks'ın söylediği söz gerçekti “tarih hep kötü taraftan ilerliyordu”.
"ÇAĞDAŞ SANAT" DENİLEN ÜFÜRÜKCÜLÜĞE YATAKLIK YAPAN BİENALLER
KURMACADIR.
Aykırı sanatçı Marchel Duchamp (doğumu 1887 Fransa),New York'a 1915'de geldi.İki yıl sonra J.L Mutt adlı inşaat malzemeleri satan bir dükkandan beyaz porselen bir pisuar satın aldı.Üzerine kullanmadığı fırçasıyla R.Mutt diye yazdı ve tarihi 1917 olarak kaydetti.Duchamp,bu imzayla ruh/kişilik verdiğini öne sürdüğü pisuarı New York Bağımsız Sanatçılar Derneği'nin sergisine gönderdi.1917'de olan iki sosyal devrimden daha uzun yaşayanı Duchamp'ın tek kişilik devrimi oldu;Lenin ve ardıllarının devleti bugün yok.Fakat insanlar Duchamp'ın açtığı yoldan hala gidiyorlar.Marksizmin yarattığı eleştiri ve revizyon düşüncesi sosyal demokrasiyi yarattı.Fakat Duchamp'ın 1917 deki"ready made" düşüncesi sürekli tekrara düştü,kendini doğurup üretemedi.Küçük farklılıklar,hazır maddenin arkasına saklanan ipe sapa gelmez felsefe kırıntıları 1917 deki pisuarın aşılması için yetmedi.Zaten yaşamı boyunca Duchamp da o noktadan daha ileri gidemedi.Kuş kafesi,neden aksırmalı,optik diskler,üç standart stopaj,cam levhalar,büyük cam adını verdiği kavramsal çalışmalar ve yazdığı film senaryolarında,R.Mutth imzalı pisuarının yarattığı sarsıcı etkiyi/şiddeti aşamadı.1968 deki ölümüne kadar satranç oyunculuğuna devam etti,noter babasının mirası ve danışmanı olduğu Peggy Guggenheim'ın desdeğiyle yaşamını sürdürdü.
Daha sonra istek üzerine 11 pisuar daha imzalayarak sattı.
Bunların 1990 lı yıllarda müzayede satış fiyatı yaklaşık 2 milyon dolardı.
Duchamp krizi günümüzde de sürüyor ve aşılamıyor.O gün yapılanlar bugün bölünerek sürekli çoğalıyor.Kapitalizmin meta fetişizmi,toplumsal histeriye dönüştü. Paronoya kişilikleri yok etti.Sanatçılar sürekli "çağdaş sanat" adı altında içi boş kavram ve şizofrenik kimlikler üretiyor.Duchamp,hazır nesnesini sergileyerek gökyüzünde tanrı konumundaki,hadsiz hesapsız karizması olan sanatcıyı müptezel kılmış,sıradanlaştırarak yeryüzüne indirmişti.Ama dedik ya tarih hep kötü taraftan ilerliyordu.Bilinçdışının,özgün bir teorik nesne olduğunu belirten Lacan'a ihtiyaç vardı.Freud kesmiyordu.
Dünyada olduğu gibi,bizde de bienaller, "çağdaş sanat" adı verilen bu travmanın daha hızlı yayılmasına neden oldu.
NEOCON KÜLTÜRÜNÜN ŞİRKET/ŞİDDET AHLAKINI EMANET ALAN BİENALLER,AMANSIZ REKABETİN KURALLARINA GÖRE SANATI YENİDEN YAPILANDIRIYOR
1987'den beri İstanbul'da da durum aynıdır.
Duchamp,yaptıklarıyla tanrı sanatcıyı yeryüzüne indirmiş ve herkes gibi kılmıştı dedik.Türkiye'de yaklaşık 20 yıldır,yerli Duchamplar da aynısını yapıyorlar.Artık üretmek/göstermek ve ruh vermek kolay.Ustalık, perfeksiyon/mükemmellik gerekmiyor.Sanatcılık konfeksiyon ürünü bir giysinin sırta geçirilmesi ile elde edilen bir kimliğe dönüştü.Eser nasıl olsa hazır nesneydi.Dünya merkezlerinde uygulananlar yerleştirmeler,seçmeler,birebir ihraç/ithal ediliyor,ülke gerçeği,yılların getirisi ustalık,yetenek,birikim,kültür,sentez,tarih gibi değerler banalleşiyordu.Sanat,ereğini kaybetmişti.1980 öncesi yüzüne bakmadığımız idealizm,buruva duyarlılığı,bireycilik,hatta reformizm,revizyonizm gibi değerlere muhtaç kaldık.Tarihin karanlık yüzünden gelen idealist felsefeci "sanat yaşamın en önemli uyarıcısıdır,onu amaçsız bırakmamak gerekir"(7)derken toplumsal işbölümü içinde sanatsal üretimin,diğer üretimler gibi bizzat bir "değer" ve zorunlu üretim ilişkisi olduğunu vurguluma gereğini hissediyor.Saçmalıklar karşısında Nietzche'li argümanların bile artık kıymeti harbiyesi vardı.
80'ler sonrasının apolitik ortamında,sular seller gibi her meslek ve disiplinden insan ,sanat dünyasına,emanet/eğreti sanatcı kimlikleriyle tek ürünlük/yarı zamanlı mesaileriyle,kısmi beceri ve tarzlarıyla pervasız ve cüretkarca girmeye başladılar.Türkiye artık bir sanat/sanatcı cennetiydi.Her türlü okulun ilgili,ilgisiz/paralı parasız bölümleri sürekli sanatcı üretiyordu.Bir yandan sanatcı ürüyor diğer yandan "bussines" okunuyordu. Eldekiler yetmiyordu,ithal aydınlar,sosyologlar,küratörler getirerek globalleşiyorduk. Bireysel şizofroni ile toplumsal paranoya karışmıştı.Ulusal sınırlar muğlaklaşmış,renkler kaybolmuş,kıyasımukassem kalmamıştı.Evrensel değerleri,Bush'un "Büyük Ortadoğu Projesine"destek veren AB kavramları/ muktezabatı temsil ediyordu.Çarpık kapitalizm, tufeyli,rantiyeci sınıflar üzerine kurulmuştu.Üretici güçler,üretim ilişkilerinden doğan güçlerini kullanmaktan yoksundular.Ekonomi,üretimden değil banka,borsa ve finans hareketlerinin yarattığı anarşiden besleniyordu.Buna bağlı olarak bir çok sektör gibi sanat kurumları da kendi prematüre derebeylerini yaratmıştı.İsraf ekonomisi reklam ve ambalaj sektörüyle sanatımsıları üretiyordu.Çağdaş sanat,lodoscu gibi davranıyor,endüstriyel kültür adına işine yarayan herşeyi topluyor/sarıp sarmalıyordu. Duchampvari ve "cool" olmak,apolitik birey için rol modeldi.Ne ki,ulusal aidiyet kaybolmuş,sanatçı kimliği erozyona uğramıştı.
1987 den beri gerçekleşen diğer 1o bieanelin yarattığı kavram karmaşası birbirinin tekrarı,tek yumurta ikizi gibi benzer özellikleriyle aydınlar,gençler,kitleler arasında salgın misali yayılarak sürmekteydi.
Masal aynıydı;Irak'a sürekli demokrasi gidiyordu,tarihi yazan emperyalizmdi.
Küratör denilen efendiler, ülkeden ülkeye kılık değiştirse de üflenen nefes aynıydı.
İnsan ruhunu sersemleten,hayal meyal tarif edilebilecek düzeneklerin,çizgilerin,nesnelerin,amacından koparılmış,acı çektiği varsayılarak şeyleştirilmiş eşyanın tek amacı vardı;izleyicinin ötekileştirilmesi.
Senaryo ise her zaman sahteydi,plan çakmaydı,gerçek ortadan kaldırılmıştı.Tutanı,ideolojik paradigması/ formasyonu kalmamıştı.Ne kendine,ne topluma hesap veriyordu.Yalnız Türkiye'de değil dünyada da anarşiden beslenen kapitalizm bir ahtopot gibi kültür endüstrisini sarmıştı.Dünyadaki gelişmenin bu vechesinde belirleyici olan büyük ölçekli şirket kültürlerinin epistomolijisiydi.Tarih yeniden yazılıyor, sanat dekadansa giriyordu.Ayrıksı "ceo" ile bienali zemin kılıp,katılımcı sanatçıyı kullanan gerçek/esas "art"ist/küratör arasındaki makas azalsa da ikisi de kendilerini yaratanlara ,bütün yaratıcılıklarıyla oynuyorlardı.Hesapları vardı,"total"e bakıyorlardı.
Kendi yalan makinalarında yaşamdan kopuk hayallerini artık istedikleri gibi “gerçek” olarak üretebilir ve pazarlayabilirlerdi.Bir ortak pazara,topyekun karmaşanın teolojisinin yaratılacağı ortak bir platforma ihtiyaç vardı.Kapitalizmin kültür endüstrisinin hegemonya alanı olarak "çağdaş sanat" kavramının merkezinde yer alan bienaller,şirket ve sanatcı kültürlerini yeniden harmanlayarak/tanımlayarak global ölçekte kurguladı.
Ardından gelen disiplinler akıl tutulmasının sarmalına alınıyor,kapitalizm ve pazarın kendi tutarlılığıyla cilalanıp parlatılıyor,Amerikanvari bir mantık örgüsüyle,gizemli derinlikler,parelel evrenler oluşturuluyordu.Broşürler,panolar,tüm reklam tanıtım kampanyası meczuptu.Sahte bir cezbenin parıltılı tarihi,bir "yankee" yapım olarak tarih sahnesine çıkartılıyordu.
NEW YORK,NEW YORK / AMERİKA'NIN BİR OLDU BİTTİSİ
Herkes aynı fikirde miydi? Tabii ki hayır.Adorna'dan Altthusser'e tüm Frankfurt okulunun sol düşünürlerinden Foucault'ya merkezden varoşlara kadar herkes bu oldu bittinin ayırdındaydı ve bir şeyler iyi gitmiyordu.Çatlak sesler yükseliyordu ama küresel kapitalizmin kakafonisi o kadar güçlü ve örgütlüydü ki direnmek,sıradışı fikir beyan etmek,aykırı bir şeyler söylemek mümkün değildi.Ama buna rağmen birileri gene de toplumsal vicdan ve aydın sorumluluğu adına susmuyor,kısık sesle de olsa durumu ıslıklıyor,kollektif paranoya ve sersemliğin işbirlikcileri olmadıklarını beyan ediyorlardı.
Devamı:2
Emin Çetin Girgin
OdaTV.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder