EvcioğluHaber- Niğde Üniversitesi öğretim üyesi İshak Torun'un kaleme aldığı; "Demokrasiler ayağa düşmüş bir rejimdir" başlıklı makalesinde demokrasi, demokrasi oyununun ne olduğunu o kadar güzel özetlemişki; sizlerle paylaşmak ve arşivimizde yer almasını teminen yayınlıyoruz..
Demokrasilerde, en iyi ve en doğru kararların alınacağı, en ideal yöneticinin iktidara geleceği beklenmez. Aksine, yüzde kırk dokuzun mutsuz olabileceği baştan göze alınır.
İSHAK TORUN
Ergenekon adıyla şöhret bulan yargılama süreci ve bu davayla ilgili yapılan üst düzey ordu mensuplarının tutuklanmaları, dolayısıyla ortaya çıkan gerilim Türkiye’nin bir kaos ve kargaşaya sürüklendiği izlenimi yaratıyor. Bu izlenim, realitenin uzaktan fotoğraflanması bakımından doğru, yakından analiz edildiğinde ise yanlış bir değerlendirmeyi resmediyor.
Türkiye’nin kavgacı gündemi bazılarına göre sükun bulmalıdır; hatta bir ıslıkla gürültüye derhal son verilmelidir. Çünkü, onlara göre iyi bir düzen, insanların birbiriyle kavga etmediği, sesini yükseltip güç mücadelesine girmediği, herkesin hakkına razı olduğu, hatta kavgayı akıllarından bile geçirmediği bir rejimdir. Oysa, böyle bir algının, demokrasinin realitesiyle ilgili olmadığını bilmiyorlar.
Camide, okulda ve bütün resmi mahfillerde “milli birlik beraberlik”, “birlik ve beraberliğe daha fazla ihtiyacımızın olduğu bu günlerde” gibi hamasi söylemler demokrasi kültüründen değil, seçkinci ve otoriter bir kültürden çıkıyor.
İşte, okulda ve toplumda her şeyi hiyerarşi içinde yapmaya alışmış, yukarıdan belirlenen düşünceleri sorgulamamayı kanıksamış, uslu ve efendi imajı altında bireysellikleri iğdiş edilmiş olanlar için kamusallaşan kavgalar kuşkusuz çok rahatsız edicidir. Kadim siyasal kültürümüzde Platonculuk, seçkincilik baskın bir damarı oluşturuyor. Bunun için demokrasiyi pes paye görüp tiksinti duyuyorlar. Platoncu siyasal idea, demokrasinin ayağa düşmüşlüğüne tepki olarak ortaya çıkıyor.
Platon’a göre demokrasi, içinde erdemin, hikmetin, estetiğin barınamayacağı kaba pragmatik çıkar kavgalarının verildiği, demagogların cirit attığı bir rejimin adıdır.
Nitekim, demokrasi yanlısı Karl Popper de, demokrasiyi ayağa düşmüş siyasal sistem olarak tanımlayarak, Platon’un kötümserliğini paylaşır. İster beğenin ister beğenmeyin, demokrasi, bir dolu alış veriş poşetine, üç beş çuval kömüre, oğlu için iş, damadı için terfi vaadine oylarını pazarlık etmekten kaygı duymayan kitlenin damgasını vurduğu bir rejimidir.
Demokrasilerde, en iyi ve en doğru kararların alınacağı, en ideal yöneticinin iktidara geleceği beklenmez. Aksine, yüzde kırk dokuzun mutsuz olabileceği baştan göze alınır.
Bireyler, bahtsız mukadderatına bizzat kendisinin yol açmış olduğu tesellisi ve süresi dolacak kötü iktidarı yine kendi elleriyle uzaklaştırabilme umuduyla yaşarlar. Yaygın kanaatin tersine, demokratik siyasetçinin ahlâklı olması mutlaka gerekmiyor. Çünkü, onun görevi çıkarları, çıkar çevrelerini uzlaştırmaktır; saygı içeren bir sözcükle ifade etmek gerekirse, “bezirganlık”tır. İşin gereğini yerine getirmek, yani bezirganlığın kurallarına riayet etmek demokratik siyasi ahlâkın gereğidir. Bunu anlamayanlar, palyaço elbisesiyle bir kurmayın üniformasını veya imamın cübbesini karşılaştırmaya çalışırlar. Diğer yanlış anlayış ise, yöneticilerin, yönettiklerinden daha “iyi” olması beklentisidir. Oysa, birine istemediği halde zorla iyiliği yapmak demokratik değildir. Daha çığırtkan bir ifadeyle, zorla iyilik ve her türüyle ihsan zulüm bir türüdür.
Demokrasinin doğasından süzülen aşağılık ve ayağa düşmüşlük onun üstünlüğüdür. Popper’in dediği gibi, şaşmaz, yanılmaz, ulu ve faziletlilerin yönettiği bir sistemde muhalefet etmek ayıp ve ahlaksızlık anlamına gelir. Bu halde, kötü yönettiğini düşündüğümüz iktidarı alaşağı edemezdik.
Demokrasi, Recep İvedik’in kıllarının, Dilber Hala’nın çiçekli donunun ve Burhan Altınop’un kravatlarının baskın olduğu bir resmi hazmetmeyi gerektiriyor.
Ne var ki, Platoncu seçkincilik, yukarıdaki resimden tiksinti duyan küçük bir azınlıktan ibaret değildir. Geniş halk yığınlarının da kendi kendini yönetmeye, kendi mukadderatını belirlemeye istekli olduğu pek söylenemez. Avamı ve havassı ile bu ülke halkı ya bir siyaset dehası ulu bir asker ya mehdi bir din ulu’su ya da her iki özelliği bir araya getiren, II. Abdülhamit gibi, bir karizmanın peşinden gitmeye aşinadır.
Öğrencinin hocasıyla sürtüşmediği bir okulda, gürültü ve patırtının çıkmadığı bir ailede, ateşli tartışmaların geçmediği bir mecliste, kimsenin kimseyle kavga etmediği bir toplumda ve siyasi güç kavgalarının ulu orta yaşanmadığı bir ülkede demokrasiden söz edilemez.
Orada ya orak çekiç gölgesinde farksızlaştırılmış ya diktacı bir yumruk altında hizaya getirilmiş ya da bir mehdinin gölgesinde yazısı ve turası silinmiş kitleler var demektir. Şu kadar ki, demokratik ülkelerdeki kavgalar belli normlara bağlanıp kurumlaşmıştır.
Nitekim Francıs Fukuyama, Batı medeniyetinin tartışılmaz üstünlüğünü Batı toplumlarının kavgayı/mücadeleyi/ eleştiriyi kurumsallaştırmasına bağlıyor.
Elbette, bugünkü çağcıl demokrasi temel hak ve özgürlükleri kavga ve pazarlığın dışında tutuyor. Ancak dokunulmayacaklar, Türkiye’deki gibi, kerameti kendinden menkul kurumlar değildir; bireyi topluma, toplumu devlete karşı koruyan hukuk kurallarıdır.
Sonuçta, adlarını ancak “paşa” ve “sayın” gibi sıfatlarla ağzımıza alabildiğimiz bir dizi yüksek rütbeli subayın tutuklanmaları ve bunun etrafında dönen tartışmalar tutuklananları ve bizi demokrasi adına kaygılandırmamalıdır; aksine dünden daha fazla demokratikleştiğimiz konusunda sevindirmelidir.
Endişelerimiz, bireysel hakların ve insan özgürlüklerine duyarlı hukuksal usulün çiğnenip çiğnenmediği konusunda haklılık kazanabilir.
İshak Torun: Niğde Üniversitesi öğretim üyesi
Radikal-01/03/2010 05:16
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder