23 Ağustos 2008

Köyüm Adına Üzüldüm.! İçim Acıdı.!

Köyüm Adına, Üzüldüm.! İçim Acıdı…

Merhaba değerli dostlar.!

Köyümün; haykırmak yerine, bu derin suskunluğuna, içim acıdı.
Hani derler ya; sizler de söylersiniz! (Bilirsiniz!)

Neden? ve Niçin? Söyleriz! Onu, da tam oturtamayız yerli yerine.

Hani, hasret kokan türküler vardır ya; çalarken radyomuzda, bizler çok uzaklarda gurbette, sıla hasreti içinde…
Geçer gözümüzün önünden; geçip gider bir anlık, ören olmuş, yıkılmış evler, kurumuş pınarlar... Ölüm sessizliği içinde köyümün..

“Kırk senelik ağaç kurumuş kalmış,
Gel hele de bizim köye gel hele.
Ben ağayım, ben paşayım diyenler,
Kapılara kilit vurmuş, gel hele.”

Türkü yankılanırken kulaklarımızda;

Parmaklarımızın arasında yanan sigaramızdan, dertli/efkarlı, derin bir nefes çekeriz ya! Sanarız ki; köyümüzden esinti, bir umutsuz acıdır, ciğerlerimize doldurduğumuz.

O karbondioksit, o zifir duman.

Bildiniz mi? İşte o, bizim köyümüzdür. O bizim sıla hasretimizdir, bizim.

Hani derler ya;

“Gitmesek de görmesek de,
O köy bizim köyümüz” dür.

Onu, orayı çok mu; severiz? Çok mu düşünürüz?
Kışın karda kapanan, İlkbaharda çamurdan çıkılamayan yollarında, çocukluğumuz mu, gelir
aklımıza .?

Gelir belki ama; gelirde neye yarar..
Ne anlatır, bize?

Benim aklıma geldiğinde bir an: Anadolu’nun fakir, yoksul; yeterli beslenemeden büyümüş kocaman çocukları aklıma gelir. Eğitimden, yeterince yararlandırılmadığı için, hak ettiği yere varamamış, ilkokulu bitirir bitirmez, daha henüz çocukken ya ailesinin köy işinde yardımına katılarak, Hayvanlarını dağlarda yaylıma götürmüş. Veyahut gurbete gönderilmiş, 3-5 kişilik yoksul bekâr odalarında, sanat öğrensin diye. Hatta köyde kalanı ise hemen evlendirilmişler, cahil kalmış çocuklarına, bir yoksul ve yine cahil kalmış (okutulmamış) gelin getirirler, oğullarına. Kızlarını ise, zaten hiç okutmayı dahi düşünmemişler. Onu da 17-18’ine gelmeden gelin etmişler. Gitsin yurdunu yuvasını bilsin! Diye

Feodal kültürün dayattıklarını. Hiçbir şeyi bilemeden, kabullenmiş,örf ve adetimiz deyi...

Ne yapsın yoksul ama gururlu köylüm.!
Ne yapsın garibim.!

Onu görmüş, onu yaşar hayat boyu. Birde, en az 5-6 çocuk getirmiş dünyaya. Kimi malı, davarı görür, kimi bağa, bahçeye bakar.

Yoksunluk, öyle bir şey ki; kendilerini bu dar çevreye sıkıştıranlara ve böyle yaşamaya mecbur edenlere karşı hiç haykırmamış, yüzlerine karşı bağıramamış bir kere olsun.

Sanmışlar ki; kaderdir yaşadıklarımız.

Kaderimizi, gerekirse yeniden yazabileceğimizi, hiç düşünmemiş!

Ülke gerçeklerini bilmeden; Eğitimsiz, hastanesiz, yolsuz, aç ve sefil yaşamayı yeğlemiş. Bu yaşanası ülkemin her yani yemiş, çeşit çeşit sebze dolu olduğunu bilemeden. Her yanı güzelliklerle dolu olduğunu ve benimde hakkımın var olduğunu, hiç mi? Hiç sorgulamadan.

O benim köyüm ve o benim köylüm! O hoyrat ama dik gururuyla;

Hiçbir zaman tanımamış; Ekmeklerine, aşına ve geleceğine göz koyanları. Evet, bu günde çoğu büyükşehirlerde; ama yine yoksul, ama yine gururlu. Yine sormamaktadır. Kendilerine, bu yaşama nasıl olup da katlandıklarını. Nasıl mecbur olduklarını? Kültürlerinden koparılmış ses çıkarmamışlar. Çocuklarının gelecekleri ellerinden alınmaktadır, yine ses çıkartamamaktadır.

O, bizi biz yapan onurlu değerlerimizden koparıp; asilime etmeye, kimliksiz ve kişiliksizleştirmeye tüm gücü ile çalışan o yobaz sürülerine karşı bir araya gelmek zamanıdır..Her yerde ve yaşamın her alanında biz varız diyebilemek zamanıdır..

Sormak isterim. Ey benim köyüm ve köylüm! Bunca suskunluğun kerameti ne?

Köyüm aklıma geldiğinde; yaşadığım yoksulluk içinde çocukluğum gelir ilk başta. İşte her şey ve herkes, amcam, dayım, köylüm İsmail amca, seyit dede, çocukluk çağımızın Opt. Doktoru (sınıkçısı) olan rahmetli Musa emmiyi (dedeyi) hatırlamayan yoktur herhalde. O değerli insan olmasaydı başta ben kırılan kolum ve parmağım sayesinde ve diğer köylülerimizin bir çoğu sakat kalırdık diye düşünüyorum. O güzel insan kesin cennete gitmiştir. Burada tek tek saymama imkân olmayan bütün o, öküz kağnıları ile ve at arabalarıyla çamurlar içinde yaşam mücadelesi veren köylülerim ve babam gelir, dik ve gururlu duruşuyla..

Dünyaya sekiz çocuk getirmiş, en büyükleri de benim. Yıl 1963, adımı babasının adını koymuş, adı Haydar olsun. Dedem; Çanakkale savaşına katılmış bir gazidir. beş kardeşlermiş. Beş kardeşin beşi de, bu efsane anlatılan savaşa katılmışlar. Hatta dedemin en küçük kardeşi Mülazım 16 yaşında. İşte, eli silah tutan herkesi seferberliğe çağrılınca onu da almışlar askere. Kardeşlerin 3’ü Çanakkale’de şehit düşmüş.

Vatan millet uğruna.! Ama, bu vatanda birileri zevki sefa yaşarken, bizlere ölmek düşmüş, ama gururlu, ama dik ve onurlu benim köylüme!

İçim acıdı, üzüldüm..!

Çocukluğum geldi aklıma; ilkokulda yırtık kara lastik ayakkabı, üzerinde (fistan) entariye benzer bir elbise.! Kalem ve silgi, defter hak getire, sil tekrar yaz! Ama o köyümün en modern okulu olan ilkokul binası bu gün terk edilmiş virane halde her yanı çürümüş dökülmektedir..Büyük bir koca çınar yalnızlığında.

Gidip gördüm içim acıdı. Sanki içimden bir parça koptu! “Hiçbir şey yapmamak veya yapamamak daha da kötüsü.”

Ortaokulu Büyük mahal köyünde okudum. Üç yıl, kış-yaz her gün sabah, akşam o yoksul, o yolsuz köyümden, kışın kar kapatmış yollarından, ilkbaharda çamurdan çıkılmaz olur tarlalar içinden geçen cılga yollardan geçtim. Yalnız kimsesiz, korkusuz.. Korku insani bir duygudur.. Kurtlardan, tilkilerden korkarak, aksatmadım okulumu hiç.. Yakalanmamışsam zatureye, soğuk algınlığına hani..

Kışın kalabilmek için bile bir ev tutamamıştık, paramızda yoktu bilirsiniz.!
Ama, içimden okuyup, adam olmak sevdası vardı. Yaş Oniki.. Hiç bir engel yoluma çıkamadı.. Sisli ve fırtınalı kış günlerinde yolumu kayıp etmenin dışında.

Çocukluğum, çocukluğumuz bir tek gaz lambası yanan ve sekiz kardeş tek odada ve hatta; çoğuzaman soba olmayan evlerde geçti..

UMUT; çocukca ama kendince gururlu bir Umuttu bu.. Yıldırmayan, yıldıramayan o direnci diri tutan.

“UMUT.”

Gelin; en küçükten en büyüğe bir bir insanımıza yeniden umudu, direnci öğretelim, yaşatalım.. Hep birlikte, yaşadıklarımızın farkına varalım..!

Benim şahsımda, kendi köyümü, köylümü anlattım dilim döndüğünce. İçlerinizden ben, biraz daha şanslıydım okuyabildim. Okula gidemeyen kardeşlerim ve hatta arkadaşlarımı benden büyük ağabeylerimi, benim ile yaşıt arkadaş ve benden küçük köylülerimi anlatmaya çalıştım.

İki sayfalık yazıya sığdırabildiğim kadarıyla.. Oysa; anlatılmaya kalkılsa baştan sona, inanıyorum ki, bir kitap yazılsa az gelir..!

Yüreğim acıdı. Çünkü; Burası benim köyüm ve bunlar benim köylüm.

Yoksul – fakir, ama gururlu ve dik duruşları ile evet bunlar, buralar benim köylüm ve köyüm. Duruşları çok kızgın, ama içlerinde kötülük yok, aslında o kadar saf ve o kadar temiz..

Çevresiz ve kimsesiz köyüm..!

“Gitmesek de, görmesek de
O köy bizim köyümüz”dür
, demek yerine;

Değerli dostlar;

Gelin oraya gidelim, görelim oraları. Artık hepimiz büyüdük, şu ya da bu şekilde o gün çaresizdik, bunca olumsuzlukları ortadan kaldıracak ne ekonomik gücümüz vardı, ne de aklımız bunlara yetiyordu.

Evet, bu gün çok daha iyi koşullardayız. En azından o zorlu koşullardan daha ilerideyiz. Bir şeyler yapabiliriz!

Vefa borcumuzdur bizim köyümüze ve köylümüze!

Kültürümüze, sahip çıkarak ve gücümüzü birleştirerek; Büyük şehirlerde gençlerimizin kayıp gençlik olmaması için ve köylülerimizin o gözlerindeki umutsuzluğa umut olabilmek için bugün birşeyler yapabiliriz! Yapmalıyız da, bana ne demeden! Herkes, karınca kararınca ne yapabilirse onu yapsın!

“Kimimiz, unu getirsin, kimimiz şekeri, suyu.
Kimimizde karalım hamuru, helva olsun”

Olmaz mı? Dersiniz.!
Olur be, sevgili ve değerli canlar olur.!

Bir şey yapmalıyız.. Birden çok şey yapmalı.
Köylümüz ve köyümüz için,

“O köy bizim köyümüz diyebilmek için”
Gidelimde, Görelimde..!
Birlikte örebilmek için yaşamı..!


Sevgi ile ve Dostcakalın..
Haydar ATA

22.08.2008- Ankara

Hiç yorum yok: