21 Ekim 2008

‘Genel krizin başlangıcı’

20/10/2008
‘Genel krizin başlangıcı’
Krizin kendi vahşetini yarattığını söyleyen Doç Dr. Köse, ‘Kapitalizmin krizleri her zaman, insanlık krizine dönüşme eğilimi taşımıştır’ dedi

Dünyayı etkisi altına alan krizin ardından önlem paketleri, el koymalar vb. önlemler gündeme getirildi. Ancak şu ana kadar bu uygulamaların sonuç verdiği söylenemez. Kriz ve beraberinde getirdiği tartışmaları Ankara Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahmet Haşim Köse ile konuştuk. Yaşanan krizin kapitalizmin merkezi bir sorunu olduğunu söyleyen Köse, krizin aynı zamanda neoliberal tezleri de çökerttiğini dile getirdi. Köse, yaşananların genel bir krizin başlangıcı olduğuna dikkat çekti.

Yaşadığımız krizi nasıl tanımlıyorsunuz, kaçınılmaz mıydı?
Kapitalizm, doğası gereği anarşik bir sistemdir; yani kriz eğilimi kapitalizmin doğal ritminin ürünüdür. Sermaye birikim süreci kendi değersizleşme sürecini de birlikte taşır. Tuhaf gibi görünen bu ilişkisellik, kapitalizmin içsel, merkezi bir sorunudur. Elbette sermaye açısından değerli olabilmenin karşılığı kârlı olabilmektir. Sermaye kârını ilk olarak değerin yaratıcısı emekçi sınıflar üzerindeki baskısıyla korumak ister. Bu, sermayenin emekçi halklar üzerindeki ilk ve kendiliğinden baskısıdır. Ancak sermaye kendini başka sermaye gruplarına karşı da korumak zorundadır. Bu ikinci çelişki sermaye açısından rekabet ya da pazar çelişkisine karşılık gelmektedir. Sonuçta sermaye, emekçi halklar ve diğer sermaye gruplarıyla kurduğu çelişkili ilişkiler üzerinden birikir ve büyür. Kural olarak kapitalizmin her birikim ve büyüme evresini genel bir kriz eğilimi izlemiştir. Sermayenin aşırı birikimini izleyen bu dönemlerin karakteristik özelliği, üretken sermayenin kâr oranlarındaki düşüş (değersizleşme) ve finansallaşmadır. Marksist düşünce geleneğinden gelenler, sermayenin bu anarşik ritmini dikkate alarak kapitalizmin analizine başlarlar. Elbette gerçek dünya teorik bir saflığa karşılık gelmez. Tüm sermaye birikim süreçleri doğal olarak belli bir tarihselliğe tekabül eden toplumsal süreçlerdir. Toplumsal olan her şeyde olduğu gibi sermaye birikim süreçleri de belirli kurumsal, örgütsel ilişkiler sisteminde kendini yeniden üretir. Alışılageldiği şekliyle modern olarak tanımlanan toplumsal ilişkiler sisteminde en önemli kurumsal ilişki, hiç kuşkusuz devlet ilişkisidir. Bu ise basitçe sermaye birikim sürecinin salt iktisadi bir ilişki olamadığı, aynı zamanda da politik ilişkiler sistemine karşılık geldiği anlamına gelir. Bu çelişkili birliktelik, basitçe sermayenin ritminin iktisadi ve politik çelişkilerle kuşatılmış olduğunu tanımlamaktadır. Kapitalizmin uzun tarihi, bu çelişkiyi bir yanıyla emekçi halklar ile sermaye sınıflarının devletler ölçeğinde iktidar çelişkisi, diğer yanıyla ise devletler sisteminde devletler arası hegemonya çelişkisi olarak kodlamıştır. Hatırlanacak olursa 20. yüzyılın başında yaşanan ve genel kriz olarak tanımladığımız süreç, sonuçta bir devletler krizi olarak insanlık tarihinin önüne çıkmıştır. Biliyoruz ki bu sürecin sonucu sermaye çelişkisinin en yoğun olduğu merkez, devletler arasındaki iki büyük dünya savaşı ve tabii 1929 Büyük Bunalımı olmuştur. Yani kriz kendi vahşetini yaratmıştır. Burada şu tarihsel olarak hiç de yanıltıcı olmaz: Kapitalizmin genel krizleri her zaman, bir insanlık krizine dönüşme eğilimi taşımıştır.

Kriz yaşayan finans gruplarını, merkez bankaları büyük rakamlı krediler açarak kurtarmaya çalışıyorlar. Sermaye ile devlet arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kriz zamanlarında sermayenin devletten daha talepkar olduğu genel olarak doğrudur. Ancak tarih her zaman ayrıntıya ihtiyaç duyar. Kuşkusuz 20. yüzyılın başındaki kapitalizmin örgütsel mantığı ve sermaye bloklarıyla devletlerin kurduğu ilişki hiç değişmeyen, prototip bir ilişkisellik sergilememiştir. Bu açıdan kapitalizmin neoliberal olarak adlandırdığımız ve büyük ölçüde 1980 sonrası gelişmelere tekabül eden aşamasının 20. yüzyılın başı ve öncesi kapitalizmin devletler içi ve devletler arası örgütlenmesinde önemi farklılıkları olduğu açıktır. Bu farkın elbette en önemli yansıması, sermayenin belirli bir ulus ölçekte kurduğu hak ve mülkiyet ilişkisinin, (buna isterseniz yasallık ya da meşrulaşma ilişkisi de diyebiliriz) küresel sermaye ağları ve örgütlenmeleriyle bir ölçüde devletler üstü bir iktidar ilişkisine dönüşmesi olmuştur. Elbette bu yorumda ihtiyatlı olmak lazım. Lakin burjuva düşünürlerinin küreselleşme olarak allayıp pulladıkları yakın tarihimizde, küresel sermaye ağlarının genel olarak her ölçekteki sermayenin ritmi ve iktidar ilişkileri üzerinde önemli bir belirleyici olduğu açıktır.

Küreselleşme ile birlikte devletin işlevinin azaldığı tezleri ileri sürülüyordu. Bu tezler sizin saptamanızla nasıl bir ilişki kuruyor?
Sözünü ettiğiniz bu liberal öngörü geçmişte çok tartışıldı. Yine, gerek Türkiyeli ve gerekse başka topraklarda yaşayan Marksistler, bu tezleri haklı olarak çok eleştirdiler ve çok tutarlı analizler yaptılar. Elbette devletler ortadan kalkmadı, ancak yeni bir işlevle yeniden yapılandı. Bu dönüşümün asıl amacı, dünyanın sermayenin beklentileri doğrultusunda yeniden yapılanması için devletler içi siyasal ortamların hazırlanmasıydı. Bildiğimiz gibi bu süreçte neredeyse tüm siyasal coğrafyalarda kamusallık olarak tanımlayabileceğimiz bütün ilişkilerde önemli değişimler yaşandı. Çalışma haklarından sosyal güvenliğe, sermayenin küresel hareket özgürlüğünden mülkiyet haklarına bir dizi dönüşüm bu sürecin asli parçaları oldu. Daha acısı ise tüm bu dönüşümlerin “başka alternatif yok” şiarlarıyla ideolojik olarak halkların beynine kazınmasıydı. Yani tasfiye edilen her toplumsal kurum, halkların belleklerinin ele geçirilmesiyle birlikte el ele gerçekleşti. Ülkemizi hatırlarsak, özelleştirmelerden şimdilerdeki sosyal güvenlik düzenlenmelerine her dönüşüm, başta medya olmak üzere devletin ideolojik aygıtlarıyla meşrulaştırıldı. Elbette bunun en korkunç yanı, halkların modern olarak tanımladığımız insan kimliklerinden bir tür tebaaya doğru dönüşümüydü. Bu noktada şunu vurgulamakta yarar var: Burjuvazinin kat ettiği en büyük mesafe, toplumsal olarak çaresizlik fikrini yaşamın her alanında kendisi için meşrulaştırmasıdır.

Son sorumuz da elbette şimdilerde küresel ekonominin gelecekteki büyüme performansları üzerinden tahminler yapılan üretken sermayenin küresel düzeyde nasıl etkileyeceğine yönelik olmalıdır. İsterseniz şöyle soralım; yoğunlaşmış bir durgunluğa ekonomiler nasıl yanıt verecektir? Bu tür bir durgunluğun siyasal sonuçları ne olacaktır?
Bana göre bu bir genel krizin başlangıcıdır. Bu eğilim bir kez başladığında durdurmak hiç de kolay değildir. Lakin genel bir krizi, ekonominin tümüyle durması, herkesin işsiz kalması olarak da düşünmemek lazım. Böyle bir sonuçla karşılaşılacaksa bile, bunu bugünden yarına gerçekleşecek bir olasılık olarak görmek de kanımca doğru değildir. Geçen yüzyılın başındaki krizin aslında 1870’de başladığı ve 2. Dünya savaşı’nın sonuna değin yavaş ama sert adımlarla yoğunlaştığı unutulmamalıdır. Bu açıdan tarihsel bir ders çıkaracak olursak, yeni bir kuşku çağının başında ya da ortasında bir yerde olduğumuzu unutmamalıyız. Hiç değilse bugün için burjuva iktisadının umut ve inanç üzerine çizdiği tablo, siyah bir fırça darbesiyle fena halde kirlenmiştir. “Rasyonel beklentileri” iktisadın merkezine oturtanların umutlu ve mutlu “gündüz düşleri” kurabileceklerini, doğrusu hiç sanmıyorum. Kapitalizmde oyunu yeniden kurmak, ancak değersizleşmiş sermayenin tasfiyesiyle mümkündür. Bu ise sermaye açısından gerçek bir var olma çelişkisidir ve bu çelişki ne kadar yoğunlaşırsa, sermaye devletlerden o kadar talepkar olacaktır.
Bana göre bu sürecin en önemli sonuçlarından biri, sizin sorunuzun son temasında gerçekleşecek. Mevcut krizin yoğunlaşarak sürmesi, küresel sermaye ağları arasındaki uyumu paramparça edebilir. Bu çok kısa dönemde olmasa da, ciddi olarak ihtimal dahilindedir ve politik düzeyde asıl çelişki de burada yatmaktadır. Böyle bir olasılığın doğal sonucu ise sermaye ve devlet ilişkisinin ulusal ölçeklerde yeniden tarih sahnesine çıkması, yani sermaye çelişkisinin tıpkı 20. yüzyılın başında olduğu gibi yeniden devletler çelişkisine dönüşmesi demektir. Aslında bu eğilimin ilk yansımasını siz sorunuzda yanıt olarak veriyorsunuz. “AB devletlerinin, kriz müdahalesini her ülkenin kendi devletlerinin yapması gerektiği biçimindeki eğilimi”, sonuçta AB’yi var eden sermaye blokları arasındaki uyumun bozulmasına bir işarettir. Doğal olarak yeni üyelerin ayrıcalıklı koruma taleplerinin “rekabeti engelleyeceği” gerekçesiyle reddedilmesi, konuşmamın başında söylediğim sermayenin rekabet çelişkisinin de bir ürünüdür. İşte bu eğilimin küresel ölçekte yoğunlaşması, mevcut iktisadi krizin devletler sisteminde politik bir krize sıçraması olacaktır ve bu da ihtimal dahilindedir.

Kriz ile birlikte Marksist düşünceye bir ilgi artışı oldu. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Benim de izlenimim eski Keynesçi, yapısalcı iktisatçıların Marksizme, liberallerin de bir tür yapısalcılığa “her nedense” iltifat etmeye başladıkları yönünde. Bu elbette bir tür ikiyüzlülüğe karşılık gelse de yine de bir gerçekliğe tekabül ediyor. Kriz, daha önce söylediğim gibi her türlü genel kabulü sarsıyor. İşte böyle anlarda kapitalizmin gerçek eleştirisi için hem düşünsel ve hem de pratik anlamda yeni bir sahne aralanıyor.

Önemli bir devletleşme süreci yaşanıyor

Öte yandan, Almanya başta olmak üzere kimi AB devletlerinin kriz müdahalesini her ülkenin kendi devletlerinin yapması gerektiği biçimindeki eğilimi, AB nosyonunu da tartışmaya açmış görünüyor. Birliğin yeni üyelerinin ayrıcalıklı koruma talepleri ise ‘rekabeti engelleyeceği’ gerekçesiyle reddediliyor. Sizce de bu gelişmeler küreselleşmenin iddialarının, AB vb. kurumların bildik nosyonlarının çöktüğü anlamına gelir mi?
Unutulmamalı ki içinde devlet olmayan kapitalist bir ekonomi, tarihin hiçbir aşamasında olmamıştır. Bunun için mevcut krizin en yoğun hissedildiği ABD’nin yakın tarihini hatırlamak yerinde olacaktır. Evrensel gazetesinde geçmiş yıllarda sevgili dostum Ahmet Öncü ile yazdığımız yazıları bu gazetenin okurları hatırlayacaktır. ABD kendi dışındaki dünyayı iktisadi ilişkiler alanına hapsederken, bizzat kendisi iktisadi alana siyasal olarak müdahale etmiştir. Yani ABD’nin devlet politikaları ve iktisadi alana müdahaleleri tüm neoliberal dönemin şekillenmesinde belirleyici bir öneme sahip olmuştur. Bu müdahalenin hiç kuşkusuz en güçlü aracı, ABD’nin hem ulusal ve hem de dünya parası olan dolar üzerinde siyasal olarak karar alabilme gücüdür. Sürekli olarak verdiği kamu ve dış açıklarla kendi şirketler kesimi ve elbette hane halklarının aşırı borçlanmasına ve tabii aşırı tüketimine siyasal olarak ortam hazırlamıştır. Aşırı borçlanmanın kaynağını ise başta ticaret fazlası veren diğer merkez (AB gibi) ekonomiler ile Çin vb. Asya’nın yükselen ekonomileri ve tabii Japonya gibi büyük ölçekli rezerv birikimi olan ekonomiler oluşturmuştur.
Bu sürecin asimetrik bir yapıda sahip olduğunu görmek bugünü anlamak açısından zorunludur. Küresel finans ağları bu asimetrinin temel dişlisidir ve bu dişlinin de konumlandığı yer hiç kuşkusuz Wall Street’tir. Söz konusu finansal ağların çeşitlenerek büyümesi, küresel düzeydeki iktisadi coğrafyayı aşırı üretim ve aşırı tüketim mekanlarına ayrıştırmış ve bu mekanlar arasında asimetrik bir tamamlayıcılık yaratmıştır. Bu ilişkiyi anlayabilmek için neden daha düne kadar ABD’deki borçlanma ile sürdürülen büyümenin, başta AB ve Japonya ve elbette Çin tarafından çaresizce onaylandığını hatırlamak yeterli olacaktır. Ayrıca bu çaresiz onaya salt devletler eksenindeki bir analiz eşliğinde değil, sözünü etmeye çalıştığım küresel sermaye ağlarının mantık alanından da bakmamız son derece önemlidir. Hiç unutulmamalı ki devletler muhasebesindeki kimi dengesizlikler uluslararası sermayenin (ve elbette uluslararası mali sermayenin) küresel ağlarında aşırı kârlara karşılık gelebilir. İşte büyük ölçüde uluslararası sermaye ağlarının ittifakı, aşırı finanslaşmış uluslararası sermayenin ev sahipliğini yapan ABD’nin sözünü ettiğimiz aşırı tüketim eğiliminin de besleyicisi olmuştur. Finansal (mali) piyasalarının küresel düzeyde aşırı büyümesi için şunu söylemek yeterlidir: Kredi türevleri hacmi 1990’da 3.5 trilyon dolarla dünya hasılasının yüzde 27’sine eşitken, 2007’de 380 trilyon dolarla dünya hasılasının yüzde 778’ne, yani dünya hasılasının neredeyse 8 katına ulaşmıştır. Bunun zaten bir dengesizlik ya da sürdürülemeyecek bir ilişki olduğunu söylemek için Marksist olmak da gerekmemektedir. Ama unutulmamalıdır ki burjuva iktisadı “inanç” ister. Kendi gerçekliğini eleştirmek burjuva iktisat geleneğinde yoktur. Ne yazık ki şimdi kriz de gerçek olduğu için burjuva iktisatçıları da kendilerine yeni ama “bozuk” bir gerçeklik buldular ve ‘ne olacak şimdi dünyanın hali’ sorusuyla meşgul oluyorlar.
Sorunuza dönecek olursam, evet başta ABD olmak üzere merkez devletlerin güçlü bloklarında önemli bir devletleşme süreci yaşanıyor. İlk olarak bu gerçeklik karşılığında yapacağımız tespitlerde şunu unutmamalıyız: Borçlu ya da değersiz olan işletmelerin (bunlar finans şirketleri ya da üretim şirketleri de olabilir) devletler tarafından devralınması, borçların ortadan kalktığı anlamına gelmez. Bu noktada yine aklımıza gelen ilk soru, zaten önemli ölçüde borçlu olan (örneğin ABD ve İngiltere gibi) devletlerin konsolide ettikleri bu borçları nasıl ödeyecekleridir. Bu aslında ‘mevcut kriz aşılabilecek mi’ sorusuna ilk elden kuşkulu bir “karşı sorudur.” İkincisi; diyelim ki, şu an sürdürülen ve bana göre (zamanı konusunda hiçbir tahminim yok) artarak devam edecek “önlemler” bir noktada yeterli oldu ve küresel mali piyasalar belirli bir noktada “dengeye” geldi.
Evrensel-

Hiç yorum yok: