EDP’den kurtulma planı...09 Haziran 2010 Çarşamba Baykal’ın istifası ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olmasıyla birlikte soldaki bütün arayışların üzerinde ciddi bir basınç oluştu. ‘Yeni’ CHP’nin bütün arayışları gereksiz ve geçersiz kıldığı, herkesin CHP’de toplanması gerektiği yönündeki fikirler sadece büyük medyada değil, toplumun bir çok kesiminde dillendirilmeye başlandı. AKP karşısında tek seçenek olarak sunulan Kılıçdaroğlu CHP’sine katılmamak neredeyse bir suç gibi sunulmaya başlandı. Bu kampanyanın doğrudan hedefi olan siyasal arayışların başında EDP geliyor. Sadece Kılıçdaroğlu yandaşları değil, solun daha radikal kesimleri de EDP’nin CHP’ye katılması konusunda ciddi beklentiler taşıyor, hatta tuhaf ama, teşvik edici bir tutum içine bile giriyor. EDP gibi henüz örgütlenme aşamasında olan, toplumsal ve siyasal etkileri hayli sınırlı bir partiye bu derece ‘önem’ atfetmek, ‘kargaya yavrusu şahin gözükür’ özdeyişini hatırlatsa da, gerçek hayli farklı. Bu kampanyayı sürdüren kesimlerin EDP’yi algılayışlarında önemli farklılıklar olmakla birlikte, subjektif olarak hepsi aynı niyette buluşuyor. Varlığı ile yerleşik siyasal ezberleri bozma potansiyeli taşıyan bir örgütten kurtulmak arzusu hepsini aynı noktaya taşıyor. Bu durumu doğru tahlil edebilmek için EDP’yi ortaya çıkaran süreci hatırlamak ve yeniden değerlendirmek gerekiyor. EDP neden kuruldu? Hatırlanacağı gibi EDP farklı siyasal kulvarlardan gelen hareketlerin, kendi tarihlerindeki arayışlarının çakıştığı noktada ortaya çıkan bir parti olarak doğdu. Yeni Sol, SHP ve Nasıl Bir Türkiye İstiyoruz? siyasal akımları, arayışlarının ortak hedeflere yöneldiğini saptadılar ve EDP’yi oluşturdular. Bu kolay bir süreç olmadı. Her üç küme de kendi içinde yarılmalarla karşılaştı, yola birlikte çıktığı birçok arkadaşıyla ayrışmak zorunda kaldı. Bu, farklı siyasal tarihlerin insanlarda oluşturduğu algılar, umutlar ve korkular sonucunda ortaya çıkan ve sürecin doğasına denk düşen bir durumdu. Yürüyüşten erken kopanlar bir yana bırakılırsa, son dönemlere kadar aynı rotada yürüyüp de kopanların önemli bir bölümünün gerekçeleri benzerlikler taşımaktaydı. Kendi siyasal tarihi içinde biriktirdikleri deneyimlerin ve bu deneyimlerden çıkarılan sonuçların, yeni yol arkadaşları tarafından hemen kabul görmesi beklentisi olarak özetlenebilecek olan bu gerekçe, kopmadaki benzerliğin ana unsurunu oluşturdu. Oysa, siyasal mücadelenin böyle bir kolaycılığa olanak tanımayacak kadar karmaşık olan doğası dikkate alındığında, bu beklentilerin tümüyle gerçekçilikten uzak olduğu açıkça görülmesi gereken bir durumdu. Dahası EDP’yi doğuran sürecin temel kabullerinden birisi olan, kendi dışındaki güçlerle bir araya gelme, onların taleplerini özümseme ve ortak mücadele içinde birlikte dönüşmeyi kabullenme anlayışının tümden yadsınması anlamını taşıyordu. Kopuşlar sonrasında içerden yapılan eleştiriler, sürecin ilk günlerinden itibaren dışarıdan yapılan eleştirilerle benzeşmeye başladı. Projenin başarılı olamayacağı, birlikte yürüyecek olanların “kimyasının tutmadığı” vb. fikirler uçuşmaya başladı. Bunlar en azından yolculuğa ÖSH olarak başlayanların yabancısı olmadığı hususlardı. ‘Tarihsel Buluşmaya Çağrı’ metninin ortaya çıkmasıyla birlikte sosyal demokratların ve Kürtler’in kendi siyasal adresleri olduğu, Aleviler’in CHP’den kopmayacağı, dolayısıyla sosyalistlerin kendi dünyalarında yaşamaktan başka şansları olmadığı yönünde bir dizi eleştiri gündeme gelmiş, bütün bunlara rağmen yürüyüşe devam edilmişti. Bu eleştirileri yapanların ve bugün Kılıçdaroğlu CHP’sine gidileceğini iddia edenlerin fark etmediği, daha doğrusu bilinçli olarak görmezden geldiği iki temel nokta vardı. ‘Solda Yenilenme’ fikrine yapılan vurgu neredeyse yokmuş gibi davranılırken, ‘Tarihsel Buluşma’ çağrısı Kürt ve Alevi muhalefetiyle, hatta sadece Kürt muhalefetiyle basit bir örgütsel birlikteliğe indirgenerek eleştirildi. Oysa bu iki fikir de solun içinde bulunduğu açmazdan kurtulabilmek için yol arayışıydı ve iki önemli tespite dayanıyordu. Solda tıkanmanın nedenleri Birinci tespit, solun 60’lı yıllarda ortaya çıkan ideolojik politik çizgisinde günün ihtiyaçlarına cevap verebilecek radikal bir dönüşümü sağlayamaması; ikinci tespit ise, buna bağlı olarak toplumsal tabanıyla olan bağlarının zayıflaması hatta büyük ölçüde yok olmasıydı. Solun tüm renklerine baktığımızda, anti-emperyalist ve anti-kapitalist olmak, sınıf temelli siyaset yapmak gibi tarihin her döneminde solun temel ayrıştırıcıları olan kavramların hemen herkes tarafından kullanıldığını görürüz. Bunlar solcu olmanın vazgeçilmezleri olmakla beraber, solu başarıya taşımak için yeterli değildir. Bu siyasal hattın güncel stratejilerini belirlemek, emekçilerin güncel taleplerini saptayarak, onları bu talepler etrafında siyasetin öznesi haline getirmenin yollarını bulmak gerekmektedir. Bunu başaramayan bir solun lafta ve eylemde radikal olması hiçbir anlam ifade etmemektedir. Ne var ki, küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı dünya tek başına bu kavramlarla izah edilemeyecek kadar karmaşıklaşmış, yeni sorunlar ve ihtiyaçlar ortaya çıkmıştır. Bir yandan anti emperyalist ve sınıfsal perspektifle bulunan eski çözümler geçersiz hale gelirken, diğer yandan ve daha da önemlisi bu perspektifin dışında kalan ve özetle ‘kimliğe dayalı’ şeklinde tanımlanabilecek talepler siyasal ve toplumsal gündemin baş sıralarını işgal etmeye başlamıştır. Cinsel, etnik, dini vb. her türlü ayrımcılık karşısında, bu ayrımcılıkların mağdurlarının mücadelesi yükselmiştir. Anti emperyalist, anti faşist ve anti kapitalist olmakla tanımlanabilecek olan sol siyasal akımların önemli bir bölümü bu gelişmeyi ya gözden kaçırmış ya da kendi ‘doğru’ hatlarına insan kazanmayla sınırlı bir düzeyde ele almışlardır. Bu durum tıkanmayı ve tarihsel kitle bağlarının aşınmasını doğurmuştur. Bütün bu süreç içinde her türden ayrımcılığın mağdurları kendi politik yönelimlerini ve örgütlenmelerini geliştirmiş, ancak onlar açısından da bir ‘değişken denge’ durumu ortaya çıkarak, sorunların gerçek çözümlerine kavuşturulması mümkün olmamıştır. Bugün dünyanın farklı kesimlerine baktığımız zaman, gerek sol gerekse mağdurlar açısından bu durumu doğrulayacak onlarca örnek bulmak mümkün gözükmektedir. Ne var ki, diğer yandan dünyanın farklı köşelerinde süren mücadelelerde ortaya çıkan gelişmeler, solda bir yenilenmeyi sağlamanın, dünyayı değiştirebilecek bir toplumsal gücü ortaya çıkarabilmenin yolunun sınıfsal eksenli taleplerle kimliğe bağlı talepleri organik bir bütünlük içinde ele almayı başarabilmekten geçtiğini gösteren kuvvetli ipuçlarını ortaya koymaktadır. EDP ile diğer tüm sosyal demokrat veya sosyalist parti ve hareketler arasındaki önemli ayrım noktalarından birisi, belki de en önemlisi budur. Türkiye Solu’nda neler oldu? Bu dönüşümlerin Türkiye üzerinde de derin ve sarsıcı etkileri oldu. 12 Eylül sonrasında insan hakları hareketleri, feminizm, Kürt hareketi ve mütedeyyin insanların talepleri doruk noktalarına ulaşıp politik ve örgütsel süreklilik kazanırken, emek hareketinin konjoktürel çıkışları sarsıcı etkiler doğurdu. Sürecin başlangıcında geleneksel yapısı içinde sessiz kalan Aleviler de taleplerini giderek daha radikal biçimde dile getirmeye başladılar. Bu tablo derin bir rejim krizi ve sert bir iktidar savaşına yol açtı. Solun büyük bir kesimi bu sürece seyirci kaldı; 12 Eylül’ün baskıları ve kendi iç dünyasında yaşadığı hesaplaşmaların yarattığı dağılmanın etkileriyle izah edilemeyecek kadar güçsüzleşti. Farklı kulvarlarda ayakta kalmaya çalışan sol kesimler yeniden güçlenebilmek için ilk olarak bir araya gelmeyi denediler. Gerek sosyal demokrat kesimde gerekse sosyalist kesimde birlik partileri ardı ardına kurulurken, arızi vakalar dışında güçlü bir hareket yaratılamadı. Bu durum soldaki yarılmayı tetikledi ve derinleştirdi. Kimi kesimler geçmişin güçlü günlerine dönebilmenin yolunu militan mücadelede, kimileri anti emperyalist ve anti kapitalist söylemde aramaya başladılar. Solda küreselleşme eleştirilerinin hakim olduğu ideolojik ortam, ülkede farklı nedenlerle tırmanan milliyetçi ideolojinin de etkisiyle, giderek bir yanıyla ulusalcı diğer yanıyla ekonomist bir çizgiye doğru savrulmaya başladı. Bunun tam tersi bir çizgi ise, özellikle demokratik adımların atılabilmesi bakımından umutlarını kendi dışındaki güçlere bağlamaya başladı. Özal ile başlayan bu süreç, giderek sertleşen iktidar kavgalarının ve statükonun müdahalelerinin de etkisiyle liberalleşmeye yöneldi. Dönüştürücü, değiştirici bir programı hayata geçirebilmek amacıyla mücadele etmek yerine, iktidardan tekil taleplerde bulunmak her iki ucun ortak özelliklerinden birisi haline geldi. İşin tuhaf tarafı, her iki kesim de bunu aynı şekilde, güçler dengesinin etkileriyle gerekçelendirdi. Kimileri AKP’yi teşvik ederken, kimileri de yaşananları sanki kendi dışında görüp, filler kapışırken ezilecek çimen olma korkusuyla yaşanan süreçlere seyirci kaldı. Sosyal demokrat sol ise fikri zeminin müsaitliği nedeniyle uç noktalar arasında gidip gelen savrulmalar yaşadı. Bir gün ‘Üçüncü Yol’cu, öbür gün derin devletçi olan sosyal demokrasinin bir numaralı temsilcisi, sonunda statüko savunuculuğunda karar kıldı. Küreselleşmenin ve onun bir parçası olarak AB ile ilişkilerin derin bir biçimde etkilediği bu süreçte Türkiye çok önemli değişiklikler yaşadı. 30 yıl süren kirli savaşın etkileri sonucunda, güçlü bir Kürt toplumsal ve siyasal hareketi ortaya çıktı. Hareketin gücü ve kalıcı niteliği, bugün kendisinin politik temsilcisi olan örgütlerin yedikleri darbelere rağmen varlığını sürdürmesiyle açıkça görülür oldu. Diğer yandan toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan Sünni Müslümanların önemli bir kesimi rejimin kendilerine tanıdığı sınırların dışına çıktılar. Öte yandan Hrant Dink gibi isimlerin etkisiyle yılların suskun azınlıkları haklarını istemeye başladı. En son olarak da Aleviler kendi taleplerini elde etmenin politik yollarını aramaya başladılar. Eski rejimin bütün dengeleri bozulmaya, payandaları çatırdamaya başladı. Ülkemizde yaşanan bu süreç boyunca Baykal CHP’si statükonun siyasal temsilcisi görevini yerine getirirken, yeni düzenin savunuculuğunu ise AKP gerçekleştirdi. İşte EDP’nin kuruluşu böyle bir süreçte şekillendi. Böyle bir ihtiyaçtan kaynaklandı. CHP’deki kadro değişikliği neyi temsil ediyor? Bugün geldiğimiz noktada rejimin eskisi gibi sürdürülmesinin mümkün olmadığı ortadadır. Ne var ki, özgürleşen dinamiklerin basit bir restorasyonla yetinmeyecekleri de açıkça görülmektedir. Diğer yandan statükoyu savunan güçlerin ve 30 yıl süren kirli savaşın etkileri kapsamlı dönüşümün önündeki en önemli engel konumundadır. Yaşam tarzı savunuculuğu üzerinde kurulu statükocu muhalefet, AKP eliyle gündeme getirilen her türlü değişim karşısında derin bir toplumsal kuşku doğması sonucunu elde etmiş gözükürken, AKP ideolojik ve politik kökeni ve programı nedeniyle bu kuşkuların üzerine körükle gider bir konumdadır. Değişim dönemlerindeki alt üst oluşların belirleyici özelliklerinden birisi de yönetilmesinin zorluğudur. Sürecin dinamikleri kendi akışları içinde gelişir, güçlenir ve kimi zaman başlangıç hedeflerinden kopsalar da, tarihsel olarak ileriye doğru yol alırlar. Bu durum sadece rejimi alt üst etmekle kalmaz, çoğu durumda sistemi de tehdit eden bir konum kazanır. İşte günümüz Türkiye’sinin önündeki tehlike de budur. On yıllardır iki ana akımın arasına sıkışıp kalmış olan toplumsal muhalefet, etrafına kurulan barajları yıkma potansiyelini kazanma yoluna girmiştir. CHP içindeki değişiklik tam da bu aşamada gerçekleşmiştir. Bir gecede bütün bir politik hattın değiştiği görüntüsünü veren haber ve yorum bombardımanın toz dumanı arasında çok fark edilmemekle birlikte, değişimin esas hedefi merkezkaç etkisindeki muhalif dinamikleri merkezde konsolide etmektir. EDP ise merkezkaç etkisindeki muhalif dinamiklerin önemli bir odağı olmaya adaydır. İşte yazının başında değindiğimiz, farklı çevrelerden EDP’ye yönelen baskıların anlamı ve arka planı budur. Bu gerçeklik doğru kavranırsa, baskılara karşı anlamlı bir politik hattın ve kararlı bir mücadelenin sürdürülmesi mümkün olacaktır.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder