25 Eylül 2008

Sosyal Güvenlik ve Sağlıkta Yaşanan Değişimin Nedenleri

Sosyal Güvenlik ve Sağlıkta Yaşanan Değişimin Nedenleri
- 2008-03-12


Erkan AYDOĞANOĞLU

Eğitim Sen Eğitim Uzmanı

Küreselleşme olarak adlandırılan sürecin Türkiye açısından, tüm sosyal alanlar üzerinde olduğu gibi, özellikle eğitim ve sağlık hakkı üzerinde ne tür yansımaları olduğunu görmek için 1980’lerden günümüze kadar yaşanan değişimlere bakmak yeterlidir. 1980’li yıllara gelinceye kadar Türkiye’deki eğitim ve sağlık alanının temel yapısı, tüm eksikliklerine karşın, kamusal nitelikli olarak biçimlenmiştir. 1980’li yıllarda başlayan yeni liberal ekonomik değişim hareketinin başlangıcı olarak görebileceğimiz özelleştirme uygulamalarının sonuçları, sadece ekonomik-siyasal gelişmelerle sınırlı kalmamış, yanı sıra sosyal alanları da içine alarak, temel kamusal hizmetlerinde ciddi erozyonlar yaşanmasına neden olmuştur. Kamu hizmetleri alanında yaşanan değişimin en çok hissedildiği alanların başında eğitim ve sağlık sistemleri gelmektedir.

Son çeyrek yüzyılda yaşanan ekonomik ve siyasal gelişmelerin başında, sosyal devletin en temel hizmet alanlarının “piyasaya açılması”, başka bir ifade ile özelleştirilmesi gelmektedir. Uzun süredir, eğitim, sağlık gibi temel kamu hizmetlerinin, devletin yapısal dönüşümü ve küçültülmesi sürecinde kamusal bir alan olmaktan çıkarılmak istenmesine hep birlikte tanık oluyoruz. Siyasi iktidar, bir taraftan özel sektörün, yerli ve yabancı sermaye gruplarının kamu kaynakları ile desteklenmesi için her türlü aktif rolün içinde bizzat yer alırken, diğer taraftan özellikle eğitim ve sağlık alanı üzerinden özel sektöre, özel okul ve özel hastanelere kamu kaynakları ile sermaye aktarımı yapmaya devam ediyor.

AKP Hükümetinin IMF ve Dünya Bankası politikalarını tamamen benimsemiş olması, özellikle eğitim ve sağlık hizmetlerinde devletin rolü ve sorumluluklarını özelleştirmeler ve yapılan yasal düzenlemeler yoluyla azaltmayı temel politika haline getirmesini beraberinde getirmiştir. Temel insan hakları arasında yer alan sağlık hakkı, “serbest rekabetin” temel kural olduğu özel bir hizmet ve “kar alanı” haline getirilmek istenmektedir. Sağlık hakkının tüm insanlar için vazgeçilmez olduğu gerçeğini yadsıyarak onu piyasada alınıp satılabilen bir “mal” şeklinde değerlendirmek, mevcut ekonomik-politik düzenin en temel argümanı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye’de son yıllarda yapılan “sağlık reformları”, zaten yetersiz ve niteliksiz olan sağlık hizmetlerini daha da kötü hale getirmiştir. Türkiye’deki toplam sağlık harcamalarında en çok göze batan nokta, cepten yapılan harcamaların sürekli artması ve toplamda sağlığa yapılan harcamaların üçte birini oluşturmasıdır. Ancak bunlar da yeterli olmadığı için olsa gerek, Almanya ve İngiltere’deki uygulamalar örnek alınarak daha ileri adımlar atılmaya ve sağlık sisteminin zaten zayıf olan kamusal özelliği tamamen yok edilmeye çalışılmaktadır.

AKP Hükümetinin gündeme getirdiği sağlıkta dönüşüm programı, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar gözetiminde hazırlanan bir program olarak ortaya çıkmıştır. AKP Hükümeti, sağlık piyasasına rekabet getirerek daha ucuza daha iyi hizmet alınmasını sağlayacağını iddia ederken; sağlıkta tamamen özelleştirmeyi getirerek, sağlık hizmetlerini daha pahalı, zor ulaşılır ve bugünkünden daha niteliksiz konuma düşürecektir.

1980’li yıllardan bu yana benimsenen özelleştirme politikalarının daha rahat kabullendirilebilmesi için, kamu hizmetlerinin sunumu bilinçli olarak geriletilmiş, kamuoyu gözünde yıpranmış görünmesi için bu alanlara yeterince yatırım yapılmamıştır. Bugüne geldiğimizde AKP Hükümetinin, “kamusal sağlık hizmetlerinden kim memnun?” diyerek sağlıkta özelleştirme uygulamalarını hızlandırmış olması, geçmiş hükümetlerin uygulama ve birikimlerine sahip çıktıklarının en açık göstergesidir.

Bütün bu anlatılanlardan üzerinden bakıldığında; AKP hükümetinin “Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası” düzenlemeleri ile amacının, “herkese ücretsiz sağlık hizmeti” ya da “tüm yurttaşlara sosyal güvenlik hakkı” olmadığı söylenebilir. Türkiye’nin IMF ve Dünya Bankası ile yaptığı yapısal uyum (stand by) ve kredi anlaşmalarında temel şart, sosyal güvenlik ve sağlık politikalarının, Başbakan’ın ifadesiyle “pazarlanabilir”, ya da “rekabet edilebilir” hale getirilmesidir. Bunun anlamı, sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesi, hastanelerin, sağlık ocaklarının özelleştirilmesi ve emeklilik yaşının artırılarak sosyal güvenlik sisteminden yararlananların sayısının daraltılmasıdır.

AKP hükümeti halka, emekçilere düşman politikalar üretmeye eğitim alanında olduğu gibi sağlıkta da devam etmektedir. Hükümetin niyeti sağlık hizmetlerini tek elde toplamak değil, devleti sağlık hizmeti sunumundan büyük ölçüde çekmek ve bu topraklarda yaşayan insanların sağlık hakkını piyasaya, ilaç tekellerine, özel emeklilik ve sigorta şirketlerine, özel hastanelere teslim etmektir.

Sosyal Güvenlik Sistemi Neden Değişiyor?

1990’lı yılların başından itibaren, dünyanın çeşitli ülkelerinde sosyal güvenlik sistemlerinin özelleştirilmesinde, sosyal güvenlik sistemlerinden yararlanan emekçilerin haklarının daraltılmasında en önemli rolü Dünya Bankası oynamıştır. Dünya Bankasının sosyal güvenlik sistemlerine ilişkin “yeniden yapılandırma” politikalarının özünü, sosyal güvenlik sistemlerinin varlıklarını sürdürebilmeleri için temel yapısal değişikliklerin “kaçınılmaz” olduğu varsayımı oluşturmaktadır.

Sosyal güvenliği, bir ülkede yaşayanlar arasında hiçbir ayırım gözetmeksizin, toplumun bütün fertlerinin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayacak tarzda, kişilerin bugünlerini ve yarınlarını güven altına almayı hedefleyen bir sistemler bütünü olarak tanımlamak mümkündür. Tarihsel gelişim süreci içinde sosyal güvenlik sistemleri kamusal hakların gelişim süreci ile birlikte gelişmiş ve yaygınlaşmıştır.

1980’lere kadar bir sorun olarak görülmeyen sosyal güvenlik sistemleri, fonlarının devlet tekelinde olması ve bu alanda yatırım yapan şirketler açısından “haksız rekabet” yarattığı, bu nedenle de sosyal devlet uygulaması üzerindeki devlet tekelinin kaldırılması gerektiği gerekçesiyle hedefe konulmuştur. Bu iddia en belirgin şekilde, 1995 yılında imzalanan “Hizmet Ticareti Genel Anlaşması” (GATS) ile gündeme getirilmiştir. GATS ile antlaşmaya imza atan hükümetlerden kamu hizmetleri üzerindeki devlet tekeline son verip, başta eğitim ve sağlık olmak üzere, halkın ve emekçilerin yararlandıkları tüm kamu hizmetlerini “serbest rekabete” açmaları istenmiştir. Bu anlayışa göre, kamu hizmetleri içinde önemli bir yeri olan sosyal güvenlik sistemleri yeniden bölüşüm için kullanılmamalı, toplumsal değil bireysel sorumluluk esasına göre yapılandırılmalı, sosyal yardımlar tüm yoksulları hedef almalı ve sosyal riskler karşısında toplum tarafından asgari bir geçim düzeyi geçici olarak sağlanmalıdır. Bunun yolu sosyal yardımın devlet tarafından karşılanması ve bunun dışında kalan sosyal güvenliğin büyük ölçüde özel sektöre devredilmesidir.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın yayınlamış olduğu “Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform” başlıklı raporda[1] ise, mevcut sosyal güvenlik sisteminin başarısız olduğu, yüksek açıkların kamu bütçesinde faiz harcamalarının büyümesine neden olduğundan söz edilirken, bu açıkların nedenlerine ve hükümetlerin özellikle işverenler lehine çıkardığı “prim affı” yasalarıyla sosyal güvenlik açıkların daha da büyüttüklerine hiç değinilmemiştir. Raporda sunulan çözümlerin, özellikle “mali açıdan sürdürülebilir” bir sistem öngörmesi, değişikliklerin yine çalışanlar ve yoksul halk kesimlerinin sırtından yapılacağının işaretlerini vermektedir. Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform raporu, emeklilik sisteminde yapılması gereken değişiklik önerilerinin gerekçelerini, dünya bankası raporlarını referans göstererek üç ana başlık altında sıralamaktadır;

  • Nüfusun yaşlanması,
  • Mevcut sistemin emeklileri yoksulluğa karşı koruyamaması,
  • Finansman açığının ekonomik göstergeleri olumsuz etkilemesi,

1990’lı yılların ortalarından itibaren dünyanın pek çok ülkesinde, yukarıda belirtilen ve mevcut sosyal güvenlik sistemlerinin “sürdürülebilirliğini” tehdit ettiği iddia edilen üç temel argüman üzerinden yapısal değişiklikler yaşanmaya başlanmıştır. Türkiye’de dönem dönem emeklilik yaşı ile ilgili değişiklikler yapılmıştır. En son 1999 yılında sendikalar tarafından “mezarda emeklilik” olarak adlandırılan düzenleme ile bu alanda ciddi bir yol alınmış, ancak sosyal güvenlik sisteminin kökten değiştirilmesi girişimleri, AKP Hükümeti ile birlikte başlatılmıştır.

Gelir dağılımında yaşanan adaletsizlik açısından bakıldığında Türkiye, dünyada gelir dağılımı en bozuk olan ülkeler arasında yer almaktadır. Nüfusun en üst % 20’lik bölümü toplam gelirin %48,3’üne sahipken, en alt %20’nin payına sadece %6 düşmektedir. Gelir dağılımı böylesine bozuk olan Türkiye’de sosyal güvenlik ve sağlık sisteminde yapılması planlanan değişiklikler, mevcut dengesizliği arttırmaktan başka bir sonuç vermeyecektir.

AKP Hükümeti’nin sosyal güvenlik sisteminin geleceğine yönelik girişimlerine bakıldığında, Dünya Bankası modeline uygun bir yapısal değişimin öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Bu anlamda önerilen reformun üç temel özelliği dikkat çekmektedir;

  • Birinci ayak olarak fonsuz, tanımlanmış faydaya dayalı, asgari bir aylığı garanti eden kamusal sistemin çok daraltılmış, çok düşük bir aylık verilerek varlığını sürdürmesi;
  • İkinci ayak olarak özel yönetilen, fonlu, tanımlanmış katkıya dayalı, ücrete bağlı bir aylık sağlayan emeklilik sisteminin geliştirilmesi;
  • Üçüncü ayak olarak isteğe bağlı, yine tanımlanmış katkıya dayalı, özel emekliliğin yerleştirilmesi varsayımlarına dayanmaktadır.[2]

Bugün Türkiye’de devlet memurları, ücretli çalışanlar, tarım işlerinde ücretli çalışanlar, kendi hesabına çalışanlar ve tarımda kendi hesabına çalışanları kapsayan beş farklı emeklilik sistemi bulunmaktadır. Bu durum farklı statülerdeki çalışanların, sırf farklı emeklilik sistemine bağlı olmalarından kaynaklı olarak, emeklilik hakları bakımından farklı uygulamaların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Mevcut sosyal güvenlik sistemlerinin farklılığı sonucu ortaya çıkan eşitsizliğin giderilmesi iddiasıyla başlatılan “sosyal güvenlik reformu”, Türkiye’deki beş farklı emeklilik sisteminin tek çatı altında birleştirilmesini hedeflemektedir. Bu şekilde Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur gibi ayrımlar ortadan kalkacak, tüm emeklilik sistemlerindeki haklar ve yükümlülükler eşitlenecektir. İlk bakışta olumlu gibi görülen bu değişiklik, özellikle Emekli Sandığı kapsamında olan kamu emekçileri için ciddi hak kayıplarını beraberinde getirmektedir.

Yeni sisteme, sosyal güvenlik yerine “Sosyal Koruma Sistemi” adı verilmiş ve kavram, sosyal güvenlik ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Ancak sosyal güvenlik literatüründe sosyal koruma daha çok primsiz sistemi tanımlamakta ve içerik itibariyle sosyal güvenlikten daha dar bir alanı ifade etmektedir. Sosyal güvenlik sisteminin, “sosyal koruma” olarak adlandırılması, bugün bir sosyal güvenlik kurumuna bağlı olarak çalışanların mevcut haklarının önemli bir bölümünden gelecekte yararlanamayacakları anlamına gelmektedir.

Yeni oluşturulan “sosyal koruma kurumuna” standart belirleme, veri toplama, mevzuat düzenleme gibi görevler verilmekte, sosyal güvenlik hizmetinin sunumu ise açıkça tanımlanmamaktadır. Düzenleyici devlet özellikleri ile yeniden yapılandırılan kamu kurumlarının akıbeti nedeni ile ilerde sigortacılık hizmetlerinin özel sigorta şirketlerince sunuluyor olması yönündeki kaygıları güçlendirmektedir.

Getirilmek istenen sistem ile sosyal güvenlik, toplumda mümkün olduğunca daha çok kişiye minimum bir gelirin sağlanması ile yükümlü tutulmakta, bunun üzerine de bir imkân sağlanması özel programlara/sigortalara yani bireylere bırakılmaktadır. Kamu ve özel sektörün bir arada toplumun sosyal yönden korunmasını sağlamaları gerektiği düşünülmektedir.

Yeni sistemde bütün emeklilik sistemlerindeki haklar ve yükümlülüklerin eşitleneceği belirtilmektedir. Yapılan bazı parametrik ve diğer değişikliklerle prime esas kazancı, aylık bağlama için gerekli minimum yaş, prim gün sayısı, aylık bağlama oranı, aylık ve gelirlerin yükseltilme biçimi, kazancın güncelleme biçimi, sigorta yardımlarının türü ve kapsamı gibi konularda eşitlenme sağlanacaktır. Reform önerisinde bu eşitlenmenin adil olacağı belirtilmektedir. Çalışanlardan yana adil bir eşitlenme olması için en yüksek ortak paydada eşitlenmenin sağlanması gerekir. Ancak finansman açıklarının kapatılması hedeflendiğine göre eşitlenmenin en yüksek ortak paydada değil en düşük ortak paydada olacağı anlaşılmaktadır. Bu eşitlenmenin özellikle Emekli Sandığı’na bağlı emekçiler açısından haklarda ve yararlarda kötüleşme anlamına geleceği söylenebilir. Farklı emeklilik sistemlerinde, hangi sistem haklar açısından dar, yükümlülükler açısından ağırsa birleşme sürecindeki eşitlenme o sistemin koşullarına göre yapılmaktadır.[3]

Sosyal güvenlik sisteminde yapılmak istenen değişikliklerin bir diğer önemli hedefi, Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur emeklilerine ödenen emekli maaşı bağlama oranlarının kademeli olarak düşürülmesidir.

Türkiye’de bugün uygulanan sisteme baktığımızda, SSK ve Bağ-Kur emeklileri çalışırken aldıkları maaşın % 65’ini almaktadır. Bu oran Emekli Sandığı’na bağlı emeklilerde % 75’dir. Sadece bu rakamlardan “sosyal güvenlik reformu”nun tüm emeklileri ama özellikle Emekli Sandığı’na bağlı olarak çalışan kamu emekçilerini olumsuz etkileyeceği söylenebilir. Reform olarak iddia edilen düzenlemenin hedefi, tüm emeklilere çalışırken aldıkları maaşın sadece % 50’sini ödeyen bir sosyal güvenlik sistemi oluşturmaktır. Bu şekilde yapılacak bir değişikliğin en önemli sonucu, kamu emekçilerini bireysel emeklilik sistemlerine katılmaya zorlamak, böylece kamu emeklilik sistemini işlevsiz kılarak, bireysel emeklilik sistemlerini güçlendirmek olacaktır.

Genel Sağlık Sigortası ve Sağlık Hakkının Piyasaya Açılması

AKP Hükümeti, iktidara geldiği günden bu yana benimsediği piyasacı-özelleştirmeci sağlık politikaları ile, sağlık hakkının temel insan haklarından birisi olduğu görüşünün tam karşısında olduğunu yaptığı uygulamalar ile göstermiştir. Bu anlamda AKP Hükümeti sağlığı, piyasa koşullarında üretilmesi ve satılması gereken bir “ticari mal” olarak görmektedir. Bu anlayışın bir ürünü olarak AKP Hükümeti tarafından sağlık hakkının piyasaya açılması için “Sağlıkta Dönüşüm Programı” hazırlanmış, IMF ve Dünya Bankasının istekleri doğrultusunda sağlık alanında yaşanan “finansman sorunu”nun çözülmesi için Genel Sağlık Sigortası (GSS) gündeme getirilmiştir.

Kısaca belirtmek gerekirse GSS, sağlığın kamusal niteliklerinin ortadan kaldırıldığı, sağlık hizmetlerinin sunumu ile finansmanının birbirinden ayrıldığı, toplumsal ihtiyaçların değil “karlılığın” esas alındığı ve buna uygun olarak her hizmetin parça başı ücretlendirildiği, ek prim, katkı ve payların devreye girdiği bir sistemdir. Bu anlamıyla Genel Sağlık Sigortası’nın temel hedefi; hastaneleri işletme, hastaları müşteri haline getirerek, sağlık hizmetlerini kar-zarar hesabı ile sunmak ve sağlık alanında devletin işlevini en aza indirmektir.

Türkiye için gündemde olan GSS’nin uygulanabilmesi için; işsizliğin, tarım nüfusunun toplam nüfusa oranının düşük olması, düzenli-süreğen iş olanağının çok olması, kayıt dışı sektörün dar olması, kişi başı sağlık harcamalarının düşük olması gerekiyor. Yani özetle GSS modelinin uygulanması, “gelişmiş kapitalist ülke” profili gerektiriyor.[4]

Sağlık Bakanlığı’nın çalışmasını sürdürdüğü “Sağlıkta Dönüşüm Programı” ile eşzamanlı olarak gündeme getirilen Genel Sağlık Sigortası (GSS) için katılım zorunluluğu istenmektedir. Halen SSK kapsamında 23 milyon, Bağ-Kur kapsamında 9.15 milyon, Emekli Sandığı kapsamında 10.1 milyon, Yeşil Kart kapsamında 13 milyon ve sağlık sigortası kapsamında olmayan 14.4 milyon çalışan bulunmaktadır.[5] Devletin üstlendiği ödeme gücü olmayanların aile başına asgari ücret üzerinden, emeklilik programlarına dahil aktif sigortalıların sağlık sigortalarını aile başına prime esas kazançları üzerinden ve ödeme gücü olan sigortasızların ise aile başına asgari ücretin iki katı üzerinden yüzde 12.5 oranında prim ödemeleri istenmektedir.[6]

GSS’nin bir diğer özelliği, yararlanılacak sağlık hizmetlerinin içeriğinin, kurumca belirlenecek bir “teminat paketi” ile belirlenmesidir. Bunun anlamı, ödediğimiz primler karşılığında faydalandığımız sağlık hizmetlerinin sınırsız olmamasıdır. Sadece “teminat paketi” içinde yer alan hastalıklar tedavi edilecek, diğerleri için ek prim ödemek zorunda kalınacaktır. Dünyadaki uygulama örneklerine bakıldığında teminat paketi içinde riski az ve tedavisi “ucuz” olan hastalıklar yer alacak, yüksek riskli hastalıklar (örneğin kalp, beyin, karaciğer, böbrek vb) için fazladan prim ödemek gerekecektir.

Emekli Sandığı’na bağlı olarak çalışanlar bugüne kadar sağlık hizmeti için prim ödemez iken, GSS ile birlikte onlar da prim ödemeye başlayacaklar ve böylece maaşlarında azalma meydana gelecektir. Bu durumda GSS kapsamında olan herkes, elde ettiği gelir oranına göre GSS primi ödemek zorunda kalacaktır.

2003 verilerine göre SSK’nın işverenden prim tahsilat oranı % 81dir. Bağ-Kur’lu esnaftan yalnızca %14,5’inin prim borcu bulunmazken, hiç prim ödemeyenlerin oranı %21’dir. Tarım sigortalılarında prim borcu olmayanların oranı %8 ve hiç prim ödemeyenlerin oranı %53’tür. Mevcut durumda prim ödeme ve toplama oranları bu düzeylerdeyken GSS’nin uygulanması mümkün müdür?[7]

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TUİK) rakamlarına göre Türkiye’de toplam istidam edilenlerin sayısı 22 milyondur. Kayıt dışı çalışanların oranı ise %60’a yaklaşmıştır. Bir fon olarak çalışması planlanan GSS’nin kayıt dışı istihdamı modele nasıl dahil edeceği şüphelidir. Bunun durum, prim yükünün önemli ölçüde kayıtlı işgücü üzerine (kamu emekçileri ve kayıtlı çalışan ücretliler) yıkılacağı anlamına gelmektedir.

GSS sistemi uygulayan tüm ülkelerde bir süre sonra hizmet azalmış, ancak katkı payı sürekli artırılmıştır. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre ülkeler bu sistemden dönmeye çalışmaktadırlar. Almanya’nın “sağlık paketini” daraltma ve prim oranlarını artırma eğilimine girmesi yüz binleri sokağa dökmüştür. Almanya emeklilere ödenen maaşları yüzde 10 azaltmayı planlamaktadır. İtalya da 2008 yılından sonra, emeklilik yaşını 60’dan 65’e, minimum çalışma süresini 35’ten 40’a çıkarmayı planlamaktadır. İsviçre’de hastaların tedavi masraflarında, katkı payı % 10’dan % 20’ye çıkarılmıştır.[8]

Dünyanın çeşitli ülkelerinde yapılan reformlar, hedeflendiği gibi kamu harcamalarının/sağlık giderlerinin azalması sonucunu doğurmamış, özel sermayenin sağlık piyasasına girmesi, iddia edildiği gibi fiyatların düşmesine ve daha nitelikli hizmet alınmasına neden olmamıştır. Aksine, özellikle 1980 sonrasında yapılanlar, sağlık hizmetlerinin kapsamının daraltılmasından hastanelerin özelleştirilip kapatılmasına kadar değişen boyutlarda sağlık sistemlerini etkilemiştir ve hala etkilemektedir.

Sosyal güvenlik ve sağlık sisteminde yapılmak istenen değişim, istihdam biçimlerinde yaşanan esnekleşme ve esnek çalışma ilişkilerinin yaygınlaşması ile birlikte değerlendirilmelidir. Kamu personel yasa tasarısının yasalaşması ile birlikte esnek ve iş güvencesiz çalışma koşulları yaygınlaşacaktır. Böylece düzenli çalışma koşulları ve düzenli çalışma süreleri yerini esnek çalışma biçimleri ve esnek çalışma süreleri alacağından, başta kamu emekçileri ve işçiler olmak üzere, tüm toplum kesimleri yaşanan değişikliklerden olumsuz etkileneceklerdir.

Sonuç

Türkiye’de ne dünyada sosyal güvenlik ve sağlık sistemlerinin krize girmesinin nedeni “yaş sınırları” ya da “prim gün sayısı”nın azlığı değildir. Çünkü mevcut sosyal güvenlik sistemleri; işçi ve emekçilerin asgari olarak düzenli bir işte sigortalı olarak(emeklilik ve sağlık sigortası), 25-30 yıl çalışarak emekli olmalarını, bu süre içinde sağlık sisteminde de her tür sağlık hizmetini parasız olarak almaları üstüne kurulmuştur. Ve bu sistem, bu temel düzen değişmedikçe, tüm eksikliklerine karşın olumlu bir işlev görmüştür. Gelişmiş kapitalist ülkelerde sistem “daha çok hizmet” verirken geri ülkelerde “az hizmet” vermiş, ancak işleyiş mantığı ve amacı aşağı yukarı aynı olmuştur.

Esnek çalışma biçimlerinin, üretim ve hizmet birimlerinde mevcut çalışma ilişkileri sistemini parçalayarak; düzenli ve belirli bir iş günü, belirli bir iş haftası ve sigortalı çalışma zorunluluğunu (yasalarda bu zorunluluk olmasına karşın) ortadan kaldırmış olması; sosyal güvenlik sistemlerini çöküşe götüren yolu açmıştır. Ortaya çıkan açıkların hazineden karşılanması yerine hükümetler; bunu giderek sayısı ve prim ödeme imkanları azalan sigortalıların üstüne yıkan yöntemleri devreye sokmuş ancak; yapılan “düzenlemelere” karşın sistemdeki çöküş sürmüştür. Çünkü; esnek çalışmanın, kuralsız ve sigortasız çalıştırmanın yaygınlaşması, yapılan “iyileştirmeleri” bile önemsiz hale getirmiştir.

Sosyal güvenlik ve sistemini tahrip eden temel faktör; çalışma düzeninin esnekleştirilerek, çalışma ilişkilerine kuralsızlığın egemen olmasıdır. Bu temel etkene karşı mücadele edilmeden; 4857 Sayılı İş Yasası ile yasallaştırılan esnek çalışma yöntemlerine karşı mücadele etmeden; Yeni Personel Yasası ile getirilmek istenen değişikliklere karşı birleşik bir mücadele hattı oluşturmadan; bugün yaşanan tahribatın sonuçlarını ortadan kaldıracak bir sosyal güvenlik sistemi ve sağlık hakkı için mücadeleye girişmek ve saldırı yasalarını püskürtmek çok zordur.

Bütün anlatılanlardan hareketle, sağlık sistemini tek çatı altında toplayarak hizmetlerin merkezileşmesi ve halka daha iyi hizmet anlayışının sunulmasının, koca bir yalan olduğu söylenebilir. Sağlık Bakanlığı, bugün ülkedeki tüm sağlık hizmetlerinden sorumlu kurumdur. Ancak bu sorumluluğunu ne kadar yerine getirebildiği, sağlık sisteminin içinde bulunduğu içler acısı duruma bakınca kolaylıkla görülebilir. Bütçenin üçte birini faiz harcamalarına ayırırken, halkın eğitimine ve sağlığına gelince “para yok” diyenlerin, sağlık hizmetlerini düzeltmesi ve herkese eşit sağlık hizmeti sunması mümkün değildir.

Türkiye’de tıpkı özelleştirmeler ve “mezarda emeklilik” tartışmalarında olduğu gibi, kamu emekçilerine, işçilere, halka yönelik olarak yapılan dezenformasyon (yanlış bilgilenme), başka bir ifade ile yalan propaganda en üst seviyelere çıkmıştır. Kamu hizmetlerinin işlememesi için elinden geleni yapan AKP Hükümeti, halkın gözünün içine bakarak “bu hizmetleri özelleştirirsek, daha kaliteli hizmet alırsınız” demektedir. Ancak bu yalan propagandayı yaparken, yoksul halkın cebinden kaç para çıkacağından, kamu emekçilerinin ne gibi hak kayıplarına uğrayacağından hiç bahsedilmemesi, “reform” olarak sunulan söz konusu yasaların kolay kabullenmesi için yaratılan bilinç bulanıklığından başka bir şey değildir.

Devletin sağlık hizmetlerinin sunumundaki rolünün azalması, sağlıkta koruyucu hizmetlerin yerini tedavi edici uygulamaların almasına neden olacaktır. Bu ise, önemli ölçüde özel sektöre bırakılması planlanan tedavi edici hizmetlerin tamamen paralı hale gelmesine yol açacaktır. Böylesi bir uygulamanın her geçen gün yoksullaşan halkın yararına olduğu söylenemez.

AKP Hükümeti, yerli ve yabancı özel sigorta şirketlerinin, özel hastanelerin, ilaç tekellerinin çıkarlarını korumaya çalışırken, Türkiye’nin geleceğini karartmaktan çekinmemektedir. Bu nedenle herkese eşit, parasız, nitelikli eğitim ve sağlık hakkı, bugün düne göre daha ciddi ve daha kararlı savunulmak zorundadır.

Not: Bu makale daha önce Sosyal Araştırmalar Vakfı tarafından çıkarılan Almanak 2005 analizlerinde yayınlanmıştır (ss:11-20).

Kaynakça:

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform, www.calisma.gov.tr, Ankara.

İ. Sabri DURMAZ, “Sosyal Güvenlik Üç-Beş Madde Sorunu Değildir”, Evrensel, 8 Şubat 2006.

Seyhan ERDOĞDU, “Türkiye’de Emeklilik Sisteminde Değişim”, Kamu Yönetimi Dünyası, Sayı:23, syf: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, 22, Temmuz-Eylül 2005, Ankara.

Dr. Selçuk ATALAY, “Sağlığın Piyasalaşması ve Sağılıkta Eşitsizliğin Artması için bir Model: Genel Sağlık Sigortası”, Kamu Yönetimi Dünyası, Sayı:23, syf: 38, Temmuz-Eylül 2005, Ankara.

Yüksel AKKAYA, “Dünden Bugüne Sosyal Güvenlik”, Sağlık Toplum Siyaset, sayı: 1, 1999.

Sosyal Güvenlik Reformu Hakkında Türk-İş Raporu, http://www.harb-is.org.tr

Genel Sağlık Sigortası - Türk Tabipleri Birliği Görüşleri, Yenilenmiş 2. baskı, TTB Yayınları, 2005, Ankara.

Emek Platformu, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanun Tasarısına İlişkin Değerlendirme. 18 Ocak 2006.

Tıp Dünyası, Kasım 2005/Özel Sayı, 2005.

Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Web Sitesi, www.ses.org.tr

OECD Web Sitesi, www.oecd.org

Türkiye İstatistik Kurumu Web Sitesi, www.tuik.gov.tr

Türk Tabipleri Birliği Web Sitesi, www.ttb.org.tr

Sağlıksız Dönüşüm, Evrensel, 13 Haziran 2004,

GSS Ek Vergi Getiriyor, Evrensel, 12 Şubat 2005,

Dipnotlar:


[1] Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform, www.calisma.gov.tr

[2] Seyhan ERDOĞDU, “Türkiye’de Emeklilik Sisteminde Değişim”, Kamu Yönetimi Dünyası, Sayı:23, Syf: 22, Temmuz-Eylül 2005, Ankara.

[3] Seyhan ERDOĞDU, a.g.m, syf: 22.

[4] Dr. Selçuk ATALAY, “Sağlığın Piyasalaşması ve Sağılıkta Eşitsizliğin Artması için bir Model: Genel Sağlık Sigortası”, Kamu Yönetimi Dünyası, Sayı:23, syf: 38, Temmuz-Eylül 2005, Ankara.

[5] Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, a.g.y, syf: 36.

[6] Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, a.g.y, syf: 32

[7] Dr. Selçuk ATALAY, a.g.m, syf: 38.

[8] Sağlıksız Dönüşüm, 13 Haziran 2004 tarihli Evrensel Gazetesi.

Eğitim SEN

Hiç yorum yok: