Osmanlı’dan miras Divan edebiyatının, sipariş üzerine her türlü iktidarı öven meşhur “Kaside”sini,“Ben sana hayran, sen cama tırman” dizeleriyle sevdiğine sitem çizgisine getiren Orhan Veli’yle başlayan ve “nefer-i kafiye” Yusuf Ziya Ortaç’ın “Kaside” şiirinin hemen ardından, “Ey Türk Gençliği, hepinizi bu hayâsızlığın yüzüne tükürmeye çağırıyorum” şeklindeki kindar öfkesiyle hedef gösterdiği “Garip”akımı, Türk şiiri için ciddi bir dönüm noktasıydı. O zamana kadar en ‘serbest ’yazan şairlerin bile kolay kolay sıyrılamadığı ‘hece’ hâkimiyeti, yerini Dünya edebiyatının en seçkin serbest dizelerine bırakıyordu. Veli’nin, Oktay Rifat ve Melih Cevdet’le birlikte yarattığı ‘yeni dil’in etkisiyle şiirlerini yazmaya başlayan ‘acemiler’ de, zaman içinde “İkinci Yeni”nin temellerini attılar. İşte o zaman şiirde rengârenk bir kapı aralandı ve Cemal Süreya’lar, Turgut Uyar’lar, Edip Cansever’ler, Ece Ayhan’lar, Sezai Karakoç’lar, Gülten Akın’lar, İsmet Özel’ler süzüldüler o kapıdan… Ama aşk, tüm çıplaklığıyla sadece O’nun, Cemal Süreya’nın dizelerindeydi artık… Söz atılıyor ve temizleniyordu zehir… Şimdi, vedasının 18. yıldönümünde bu büyük söz üstadını, daha çok kendi “söz”lerine yer açarak anmak için: Şu senin bulutsu sesin var ya 1931 yılında, Erzincan’ın Tercan ilçesinde, Alevi bir ailenin çocuğu olarak geldi dünyaya Cemal Süreya. (“Alevi” vurgusunu neden özellikle yaptığımı, Cemal Süreya’nın hayatında her daim bir “engel”e dönüşen bu kökeninin belirleyiciliğini bilenler ya da kendi hayatında yaşamış olanlar eminim anlayacaklardır.) Çocukluğunu ve ilkgençliğini geçirdiği memleketini daha sonraki yıllarda tek bir görüntüyle hatırladı yalnızca. Türk şiirinin en erotik motiflerini işleyen şairlerinden biri olmasında kuşkusuz, aklının kesmeye başladığı yıllarla yaşıt meraklı, hatta amiyane tabirle “dikizci” kişiliğinin etkisi büyüktü. Çevresindeki insanların hep “makul” bildiği Süreya, doğduğu şehirde ailesinin taşındığı son evin damına çıkmış, gözlerini fal taşı gibi açmış, hemen evlerinin yanındaki avluda olanları seyrediyordu gizlice. Arada bir var gücüyle açtığı gözleriyle gelen giden var mı diye etrafını kolaçan edip, sonra yine yandaki avluya dikkat kesiliyordu… Zira mevzu, “derin”di! Avlunun bir izbesinde sereserpe uzanmış bir kadın, mastürbasyon yapıyordu. Doğduğu şehir, işte o kareden ibaretti Cemal Süreya için… Yıllar sonra o “muhteşem anı”, yine aynı heyecanla anlatacaktı: “Erzincan’daki son evimiz. Beş yaşındayım. Dama çıkmışım. Yandaki avluda bir kadın kendi bedenini seviyor. Bayağı kucaklıyor, okşuyor bedenini…” “Mastürbasyon”un ne olduğunu “o kadın”dan öğrenmişti Cemal Süreya. Ama belki de kadının kendisi bile, o kadar “derinlemesine” bilmiyordu yaptığı“şey”in ne olduğunu. Bunun üzerine, yıllar sonra konuya biraz daha eğilmeye karar verdi üstat, hem de olanca “şeffaflığıyla”: “Fransızca metinlerde ‘sol el’ diye bir sözcük görürdüm. Kimi zaman da ‘orospu el’ (la main putain). Bir türlü yerine oturtamazdım. Bir iki kez de, çevirdiğim kitaplarda karşılaştım bunlarla. Ne yaptım, şimdi anımsamıyorum. Atladım mı? Belki de belirsizlik içinde geçiştirdim. Çok sonra öğrendim ‘sol el’in, ‘orospu el’in anlamını. İkisi de aynı şey: Mastürbasyon yapılan el. (…) Çok mastürbasyon yaptım. Uzun yıllar, özellikle de on iki – yirmi beş yaş arası, hayatımın en önde gelen işi oydu. İğrenirdim kendimden. Her başarısızlığımı ona bağlardım. Her seferinde bir daha yapmamaya yemin ederdim. Yine de günde beş, on kez yapmaktan kendimi alamazdım. Ortaokulda elden ele gezen bir kitapçık vardı. Lokman Hekim (!) imzalı, otuz iki sayfalık bir şey: Otuz Bir Çekmenin Zararları! Kitabı okuduktan sonra o iğrenme duygusuna bir de korku eklendi. Verem olmak vardı işin sonunda, erken yaşta cinsel güçsüzlük, beyin sulanıyor… Lokman Hekim’in kitabından sonra işi daha sıklaştırmıştım. Sapık olarak görüyordum kendimi. Kısacası, büyük bunalım. Bir gün bir gazete ya da dergide küçük bir yazı gördüm. Mastürbasyonun zararsız olduğunu anlatıyordu. Bir anda her şey değişiverdi. Bir aydınlanma oldu. Bir sevinç geldi şurama kondu. Kestim o yazıyı. Aylarca cebimde gezdirdim. Günde beş vakit çıkarıp yeniden okuyordum. Arkadaşlarıma da gösterirdim. Sıklıkta bir değişiklik olmadı. Daha doğrusu hemen olmadı. Ama bunalımdan o saat kurtulmuştum. Ne tuhaf, ‘sol el’ değil… Bir sürü kişiye sordum. Onlar da sağ el diyorlar. Neden acaba? Batılıyla bu konuda aramızda bir ayrım mı var?” Kendisinin o “aydınlatıcı iç sorgulamalar”la geçirdiği yaşlara ulaşan kendi oğlu ortaokulu bitirdiğinde, onu liseye kayıt ettirmek için hiç tereddütsüz yolunu tuttuğu; “Beni ben eden bir dönem değil ama, yine de bazı silinmez anılarım var” dediği ve “Üç yılımı (yazları dahil) geçirdiğim o görkemli yapı” diye tanımladığı Haydarpaşa Lisesi’nden mezun olduktan sonra,“zaferlerinin kenti” Ankara’nın yolunu tuttu. Adres, Cebeci’ydi. “Okul olmanın ötesinde” dediği Ankara Üniversitesi’nin, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Maliye ve İktisat bölümüne girdi. Ankara’nın yeri özeldi Cemal Süreya için. İstanbul’un görkemli yüzüne hemen herkes gibi vurulmuş, ama en az Erzincan kadar soğuk Ankara, bir çeşit “ilk durak” olmuştu onun için: “Zaferlerim olmuşsa, hemen hepsini bu kentte kazanmışım; sonra onları İstanbul’da çarçur etmişim” diye anlatmıştı Ankara’nın kendisi için önemini. Hele bir de bu şehirde, o tarihi Mekteb-i Mülkiye havasını soluyunca, vazgeçilmez bir bağımlılık halini almıştı Ankara onun için. “Zaferse zafer”di işte. Siyasal’ın Cemal Süreya’daki yeri, “bir başka”ydı yani: “Mülkiye okul olmanın ötesinde, bir hayat biçimidir. Benim için özellikle öyle oldu. SBF’nin koridorları, hayatımda sözcüğün tam anlamıyla belirleyici bir rol oynamış. Sanat oluşumumda da, düşüncemde de, orda geçirdiğim dört yıl bir doğrultu yaratmış. Oysa ‘camia’ içinde biraz da yabancı gibi geçirmişimdir o yılları. Küçük bir entelektüel grup dışında beni fakültede pek tanımazlardı. Sınıfta bile durumum, hele ilk yıllarda, öyle sayılırdı. Hiçbir hocamla, sınavlar dışında yüz yüze geldiğim, konuştuğum olmamıştır. Hiçbir etkinliğe, hatta hemen hemen hiçbir eğlenceye katılmadım. Öğrenci derneği genel kurullarında hiç konuşmadım. Hiç seçilmedim. Bu yüzden, üçüncü sınıfta, fakülte öğrencilerinin geleneksel dergisi ‘KAZGAN’ın bana verilmesine şaşmıştım. O sırada ilk şiirlerim yayımlanmaya başlamıştı… Yabancı, ama karşısındaki tabloyu içine sevgiyle sindiren bir yabancı. Seviyordum Mülkiye’yi… İyi bir öğrenci miydim? Şöyle galiba: İyi notlar da alan kötü bir öğrenci. (…) O küçük (iyice küçük) grup içinde Ahmet Cemil’in acılarını yaşar, bunlara hırs, çoğunca da soytarılık katardık. Her şey jest’ti aramızda. (…) Şimdi çoğu bakan, vali, işadamı, profesör, büyük bürokrat olmuş o çocuklar nasıl çocuklardı? Bir tayf içinde, şöyle belirsiz bir cümlenin içinde onlar: Ortaokul duyarlığı içinde geleceğin erken parodisi…” Mülkiye’nin, Cemal Süreya’yı Cemal Süreya yapan tanıklıklarından biri de, o dönem pek farkında olunmasa da, usul usul yeşermekte olan İkinci Yeni’nin, o havayı soluyan en usta kalemlerinden birinin ilk dizelerinin yayınlandığı okul dergisinin sayfaları arasında kalmıştır kuşkusuz. Sınıf arkadaşı olan ve edebiyatla da arası pek iyi olmayan Nejat Tunçsiper’in çıkardığı “Mülkiye” dergisinin daha çok siyasi yazıların bulunduğu sayfalar dışındaki kültür-sanat bölümlerinde, Cemal Süreya sık sık başvurulan kişilerden biri olmuştu kısa zamanda. Bir anlamda derginin sanat mutfağındaki kişilerden biriydi artık ve bir süre sonra kendisi de bir imza atmak istedi o sayfalardan birine. Böylece Türk şiirinin büyük ustasının ilk dizeleri, yayın hayatına yaklaşık bir yıl önce başlayan “Mülkiye” dergisinin Ocak 1953’te çıkan 11. sayısının, edebiyat bölümünde yayınlandı… “İkinci Yeni”den ziyade, “Garip” akımının etkisinde yazılmış o şiirin adı, “Şarkısı-Beyaz”dı: En iyi muhalefetin “içeriden” yapılacağına inanan Cemal Süreya, mezuniyetinin ardından başladığı memurlukta, içinde olduğu iktidarların hemen hepsine muhalefet etmesine ve kimi zaman “Alevi olması nedeniyle” çok ciddi dışlanmalara maruz kalmasına rağmen, “hizmet süresi”ni “vukuatsız olarak” tamamlamayı başarmıştı yine de. Öyle ki, Başbakan olduğu günlerde “Adnan Menderes’in karikatürü” diye tanımlamıştı Demirel’i, sonra eksik bıraktığını hissetmiş olacak ki, bir cümle daha eklemişti: “Biraz da kendinin karikatürü!” Uzun ve yorucu yıllar boyunca, “sıkıcı memur hayatı”nın etrafına, en görkemli şiirlerinden oluşan rengârenk bir koza örmüştü usanmadan. “İstanbul’u kullanamıyorum. Kendi payıma yıllar yılı bu durumdayım. Haftada bir Kadıköy-Sirkeci-Cağaloğlu, haftada üç gün de ansiklopediye gitmek için Kadıköy-Karaköy-Nişantaşı. Nicedir, koskoca kentte devinim alanım, alanım değil, çizgim olmuş bu. Kişi nasıl olur da yeni yerler görmek, eski semtlerde dolaşmak istemez. Bir zamanlar Taksim’den Fatih’e, Malta’ya, hem de Sultanahmet yolundan yürüye yürüye gider ve öyle dönerdim. Belki de yaşlanmanın sonucu bu. Ya da İstanbul’un tanınmaz bir hale gelmesinin. (…) Yolculuk!… İşimdi benim yolculuk. Bakarsınız Ağrı’da Atpazarı’ndayım, beş yüz liraya küheylan satılıyor. Sultanhisar’da, Atçalı Kel Mehmet’i tanıyan birini arıyorum. Gittiğim her yeri sevdim. Öyle ki, ilerde Denizli’ye, Çanakkale’ye, Tekirdağ’a yerleşmeyi bile kurmuşumdur. Yine de baştan isteksiz çıktım bütün yolculuklara…” Emekli olduktan sonra da boş duramadığı için, “Bana bir redaktörlük de yeter” dediği bir ansiklopedinin Genel Müdürlüğü teklif edildiğinde, “Ben ne birini işe alabilirim, ne de birini işten kovabilirim” diyerek reddetmiş, daha sonra ısrar üzerine bir çocuk ansiklopedisini hazırlayan ekibe Genel Müdür olmuştu. Ama adam alıp adam çıkaran bir konumu yoktu burada, tam da kendi istediği gibi çeviri yazıların redaksiyonunu yapacaktı sadece. Fakat kısa süre sonra beklenmeyen bir şey oldu. Cemal Süreya bir gün Aydın Emeç ve Celal Üster gibi dostlarının bulunduğu Adam Yayınları’nın Nişantaşı’ndaki bürosuna gitti. Kendisini tebessümle ayakta karşılayan dostlarının “Hoş geldin”lerine cevap olarak, “Ben bugün istifa ettim beyler” dedi sakin bir şekilde. Arkadaşları, çalıştığı yerde çok sevilen ve sayılan biri olan Süreya’dan bunu duyunca şaşırdılar. Aydın Emeç “A a, niye yahu?” diye sorunca, bir sigara yakıp oturdu Cemal Süreya. Aynı sükûnetiyle, “E, öyle işte. Boşver abi…” dedi. Orada bir süre başka şeylerden sohbet ettiler, ama Aydın Emeç’in konuyu yarım bırakmaya niyeti yoktu. Cemal Süreya “demlenince” yine üsteledi: “Hadi söyle söyle, ne oldu? Durup dururken kaçıp gitmezsin sen kolayından.” Cemal Süreya karşısında en az kendisi kadar inatçı birinin olduğunu bildiğinden, uzun süre saklayamadı istifa sebebini. Meğer “patron”İnci Asena, istemeden bir pot kırmış, “Cemal bey, daha düzgün bir Türkçe’yle söylenemez miydi şurası?” gibi, en hazmedemeyeceği şeylerden birini söylemiş, yılların Türkçe erbabına. Gerçi Asena patronluk taslamak için değil de, öğretmenine danışan bir öğrenci gibi sormuş bu “masum” soruyu ama, yine de bunu “hakaret” kabul eden Süreya’yı, hiçbir açıklama beklemeden “Hadi eyvallah” şeklinde tebliğ ettiği kararından vazgeçirmek mümkün olmamış. Daha sonradan başka bir kızgınlığını da “Olmaz abi. Ben sözde Genel Müdür görünüyorum ama, baksana, Ülkü Tamer’in sekreteri bile benden fazla maaş alıyor. Para puldan ziyade, başka şey arıyorum altında. Olur mu böyle şey!” diye dillendirmiş, yakın dostu Aydın Emeç’e. Bin yıl konuşulmasa hiç sesini çıkarmayacak sükûnetinin altında fırtınaları olan biriydi Cemal Süreya. Alçakgönüllülükte, mütevazılıkta üstüne yoktu ama, “haksızlık” addettiği durumlarda tavrını koymaktan da geri durmazdı asla. Kendisini “çok değerli” göstermekten imtina ederdi, ama değerinden şüphe ettiğini sezenlerle aynı havayı solumazdı ayrıca. Kendiyle eğlenmeyi pekâlâ bilen biriydi, fakat başkaları buna “cüret” ettiğinde anında çatılırdı kaşları. Doğacak gün artık gündüze ilişkin değil İnci Asena’nın “İçimde uhdedir” dediği o olayın ardından ayrıldığı Adam Yayınları’nın çıkardığı ansiklopedi, bir “özür” gibi yine de onun adını yazar “Genel Müdür” ibaresinin altına. Bu jeste de, yine ve sadece “Eyvallah” der Cemal Süreya… “Arkadaşlarıma çok fazla bağlandım. Bu da belki beni onlardan çok şey istemeye götürdü. Çoğunca da başkalarından kıskandım. Kimi zaman da arkadaş yerine mürit aradım. Bütün bu kusurlar var bende. Aşk gibi gördüm arkadaşlığı da. Ama ‘Kazık yedim’ demek, işi ucuza bırakmak olur şimdi…” Hiç sevmediği halde, sonuna kadar sürdürdüğü bir memuriyet dönemi ve ardından çok sevdiği halde, kimi haksızlıklar yüzünden “canını sıkan” bir edebiyat dönemi arasındaki şiirleridir yalnızca, geleceğe miras olarak bırakacağı en değerli servetleri… Bunu kendisi de bilir, ama öte yandan yıllarca verdiği “emek” karşılığında her ay kendisine ödenen miktar, evinin kirasını karşılamaktadır sadece. Öyle ya da böyle çalışmaya mecburdur bir şekilde. Hiç değilse kira derdinden kurtulması için, emekli ikrâmiyesini aldığı günlerde, kendisine bir “çatı katı” alabileceğini söyleyen Necati Güngör’e heyecanlı bir şekilde “Olabilir” der önce, “Aklında bulunsun bakalım. Sen bir araştır şöyle.” Kısa bir süre sonra Güngör, Üsküdar’da bir çatı katı dairesi bulduğunu söylediğinde, her zaman kaçırdığı gözlerini kırpıştırarak “Ama parayı bağladık şimdi. Bankada. O olmazsa başka yer olur, ben biraz daha düşüneyim” der bu kez. Çünkü mâlum para, bankada da değildir aslında. Oğlu Memo “İş kuracağım” deyince, Süreya hemen bankadan çekip oğluna vermiştir bu parayı. Memo da “Ticarete atılacağım” derken yılların birikimini kediye yükleyince, başladığı gibi “kiracı” olarak tamamlamıştır hayatını Cemal Süreya… Ama “yaşamını” değil, hayatını yalnızca… “Yazdıklarım nedir? Yazmam gerektiği için mi yazıyorum? Öyle bir gerek gördüğüm için? Yol arıyorum, ama zaman zaman yolumu yitirmeli de değil miyim? Günlük-mektup-deneme-hayat öyküsü-anı-polemik karışımı bir şey bu benimki. Günlüğün kişisel günlük olabilmesi için hayat öyküsünün uç sınırlarında devinmesi, derin ben’e iniş yapması gerek. Yapıtlardaki gibi gerçeği yeniden kurması değil, hayatın kesikliğinde var olması… (…) En iyisi mektup. Ne çok mektup yazardım eskiden. En sevdiğim şey, yüzünü görmediğim kişilerle yazışmaktı. Şiirlerim, yazılarım yayımlanmaya başlayınca bu gereksinimi büyük ölçüde yitirdim. Hiç unutmam, 1950’lerde ‘Diyarbakır Türkçe öğretmeni’ne (kim olduğunu bilmem) yazmıştım. Mektup iki sayfalıktı. Birinci sayfanın başında şöyle bir not vardı: ‘Erkekseniz’. İkinci sayfadaki de, ‘Kadınsanız’. Erkeğe ayrı, kadına ayrı metin. Karşılık geldi, kadınmış. Ama bir daha yazmadı. Oysa kadın oluşuna çok sevinmiştim…” Ömrünü adadığı kadınlardan, öğrencilik yıllarından başlamak üzere hep büyük bir ilgi gördü Cemal Süreya. Yazdığı şiirlere ektiği kelimeleri, hiç tükenmeyen bir hayranlık olarak biçti çevresindeki insanlardan; ama önce kadınlardan… Özellikle edebiyat çevrelerinin sıklıkla bir araya geldiği Nahit hanımın evinden içeri girdiğinde, masadaki kadınlar her seferinde hep bir ağızdan, “Ooooooo” diye imalı bir alâkayla karşılardı onu. Masadaki sohbet koyulaştığında o kadınlardan biriyle konuşurken, hemen arkasından “Cemal bey Cemal bey, ama siz beni hiç dinlemiyorsunuz!” itirazları yükselirdi. Cemal Süreya hiçbirini ıskalamayan “sevecenliğiyle”, “Aaaa dinlemez olur muyum, sen benim canımsın” diyerek, anında gönüllerini alırdı hepsinin. Kadınların ona beslediği kadar büyük bir hayranlık besliyordu çünkü o da, “yaşayan tüm kadınlara”… Ama o Müjde Ar yok mu, “o ayrı”ydı işte… “Atıf Yılmaz’ın ‘Adı Vasfiye’ filminin galasına gittik. Yer yoktu, en ön sıraya oturduk. Nicedir sinemaya gitmiyorum. Bir sürü olay içinde o alışkanlığımı büyük ölçüde yitirmişim. Her gün giderdim oysa. Yitirmişim. Bu yüzden, bir de belki, en ön sırada oturuyor olmam yüzünden; bir de filmin ilginçliği yüzünden, çok çarpıcı bir akşam yaşadım. Atıf Yılmaz, Türk havasına, Kalyan tadı, Fransız izlenimciliği ve İspanyol ılıca turizm beğenisi katmış. Türkiye’de bir karizması olan en genç insanın yanında oturuyorum. Müjde Ar, harika! Büyük oyun gücü var bu sanatçıda…” Bazen tam karşısında oturduğu, hiç tanımadığı bir kadını başını ara sıra kaldırıp dikkatle inceleyerek, elindeki deftere bir şeyler karalardı bir yandan da. Kadın oturduğu yerde ne yapacağını şaşırır, hele bir de Cemal Süreya karaladığı defteri kendisine doğru çevirdiğinde, o sayfada kendi resmini görünce iyice mest olurdu bu “aşk adamı”nın karşısında. Bak bunlar ellerin senin bunlar ayakların Bir gün, kendisine hayran hayran bir şeyler anlatan kadınlardan biriyle, Cemal Süreya’nın her zaman keyifle yâdettiği bir diyalog geçti aralarında. O dönem Cem Yayınevi’nde yeni basımı yapılan “Üvercinka” kitabının kapağındaki resmi çok beğendiğini söyleyen ve biraz da yüksekten uçan bir kadın, kendinden son derece emin bir tavırla, “Cemal bey, siz bilirsiniz, acaba bu resim Picasso’nun hangi dönemine ait?” diye sormuştu Süreya’ya. O da önce şaşırmış, “Picasso mu?” demişti. Kadın, her an biraz daha sivrileşen uyduruk bilmişliğiyle, “Evet ya, Picasso’nun çizgileri olduğuna eminim de, ama hangi dönem olduğunu çıkaramadım” diye şairin gözündeki konumunu sağlamlaştırma telaşına girişince, Cemal Süreya ince bir tebessümle, “İnanın ben de bilemiyorum” diye cevap vermişti. Tabii, kadını bozmamak için! Çünkü resim Picasso’ya değil, bizzat Cemal Süreya’ya aitti. Ama her zaman ki tevazuuyla, ukalalık yapmak istemediği için durumu düzeltme ihtiyacı hissetmedi hiç. Varsın kadın onun resmini, Picasso’nun bilsin, ne çıkardı ki? İşte bu şaşmaz inceliği nedeniyle, Selim İleri’ye göre, “Bağımsızlık Mustafa Kemal’in ise, anlayışlı olmak da Cemal Süreya’nın karakteriydi”. Ancak o eğlenceli sofralar, “Bir fotoğraf çektirebilir miyiz birlikte?” gibi teklifler gelmeye başlayınca, bütün çekiciliğini yitiriyordu Cemal Süreya için… Kendini “tuhaf” hissediyordu o objektif karşısında. “Olamıyordu”! “Objektif karşısında ani bir kasılma oluyor bende. Doğal durumumu yitiriyorum. Bunun için gerçek ben’i ancak habersiz yaklaşan bir fotoğrafçı yakalayabilir. Bu uyumsuzluk son yıllarda ortaya çıktı. (…) Objektife karşı bir aşağılık duygusu uyanmış bende. Böyle açıklıyorum.” Nahit hanımın evindeki o gecelerin birinde, daha önce hiç yapmadığı bir şey yapıp, yanındaki Necati Güngör’ün kulağına eğildi ve göğsünü gere gere “Görüyorsun işte kadınların bize karşı ilgisini” dedi gururla, “Durup duruken olmadı ya…” Durup duruken olmamıştı muhakkak; nasıl o şiirler de, durup dururken yazılmadıysa, bu ilgi de “hak edilmiş” olmalıydı muhtemelen:Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden Hâlbuki, büyük keyifle geçirdiği o mutlu geceler, sinsi bir şekilde mutsuzluğa aralıyordu Cemal Süreya’nın bütün kapılarını. Yakınları son günlerde halini hiç iyi görmüyorlardı. Gazeteciler Cemiyeti’nin Lokali’nde sızıncaya kadar içiyor, “canı kadar sevdiği” oğlundan yana dert yanıyor, kaygılarla iyiden iyiye kararan yüzü, sabitleşen bakışları, yaşamın sıcak teni üzerinden, kimsenin aklına getirmediği bir sonun soğukluğuna doğru kayıyordu usulca… Her haftanın ilk günlerinde, Pazartesi akşamları dostlarıyla bir araya geldiği Cemiyet Lokali’ndeki sofrayı, o gece de yalnız bırakmamıştı Cemal Süreya. Haddinden fazla keyifsiz olmasına rağmen yine de gitmiş, üstelik her zamankinden çok yüklenmişti içkiye o akşam. Bir ara yakın dostları Melisa Gürpınar’la Halil İbrahim Bahar da ayaküstü uğradıkları mekanda halini beğenmemiş, yanına yaklaşıp usulca fazla içmemesini telkine çalışmışlardı. Hem yakın dostu, hem de doktoru olan Bahar, “Durumunu iyi görmüyorum Cemal. Böyle sürdürürsen ölürsün!” bile demişti hatta ama, nafile. Teşhis yerindeydi yerinde olmasına da, Cemal Süreya’nın inatçılığı da, tüm bitkinliğine rağmen aynı yerinde duruyordu yine. “Dert etme” dedi Bahar’a: “Kötüye bir şey olmaz…” Mekândan ayrıldıktan sonra da, kolay kolay her şeye kaygılanmayan Bahar’ın içi rahat etmedi. Melisa Gürpınar ilk defa bu kadar karamsar görüyordu onu. Cemal Süreya’ya olan sevgisi ve hayranlığı, onu o halde görünce içine yerleşen endişeyle birleşince, hiç yok olmayan iyimserliğini de alıp götürmüştü sanki… Aynı dakikalarda, yayınevindeki işi uzadığı için son günlerde “halini beğenmediği” Cemal Süreya’yı görmeye gidemeyen Necati Güngör de; şairin durumuyla ilgili sohbet ettiği Muzaffer Buyrukçu’yu bir otobüse bindirip, evine yolcu ettikten sonra, sofranın son demlerine yetişip en azından Cemal Süreya’yı ayaküstü kolaçan edebilmek için, günün yorgunluğuyla gözünde daha da büyüyen Cağaolu Yokuşu’nu tırmanmaya koyuldu. Henüz birkaç adım atmıştı ki, lokalden ayrılan Cemal Süreya’nın iki eli cebinde ve dudağında sigarasıyla aşağı inmekte olduğunu gördü. Muzır bir ifadeyle karşısına dikildiği şairin önünde yine de çekiniyordu. “Şimdi yandık” diye söylendi kendi kendine. “Kesin benden hesap soracak. Gelmediğim için tersleyecek” diye geçirdi içinden. Cemal Süreya ağır adımlarla yaklaşıp, hiç fark etmeden geçip gitti Necati Güngör’ün yanından. İşte o zaman endişesi katlandı Güngör’ün… Cemal Süreya, “tahmin ettiğinden de kötü”ydü… Onun ardından lokalden çıkıp yalnız bırakmak istemediği için peşinden koşturan İpek Tekil, yokuşun yarısında yetişti Süreya’ya. Necati Güngör ise, “Beni görmedin” demek istemediği için hiç sesini çıkarmadan, ama büyük bir üzüntüyle kaldırıma çöküp, bakakaldı o dev gibi şairin arkasından. Süreya, İpek Tekil’in ısrarıyla bir kolunu omzuna attı arkadaşının. “İyi değilim İpek” diye mırıldandı. Necati Güngör, Süreya’yı iyi tanırdı. O ne kadar samimi olursa olsun, “laubalilik” addettiğinden, herhangi bir arkadaşının omzuna kolunu atması, görülmüş şey değildi. Kaldırımda oturup kalan adamın giderek artan kaygılı bakışlarıyla, Sirkeci kaldırımlarında bilinçsiz adımlarla kayboldu Cemal Süreya. İpek Tekil’in o günü anlattığı yazının başlığı, “Son Vapur Yolculuğu”olacaktı… Cemal Süreya gücünün son noktasına dayandığı o gece ilk defa tanıdıklarından “tuhaf” bir istekte bulunmuştu: “Sizde kalabilir miyim? Beni bu gece yalnız bırakmayın!” Ama sonra kendi teklif ettiği bu karardan yine kendisi cayıp, İpek Tekil’in yardımıyla evinin yolunu tutmuştu. Zar zor “Sağol”diyebilmişti Tekil’e, kapıda vedalaşırken. Sonrası bilinen ya da açıklandığı, “bilinmesi istendiği kadar” bilinen, buzlu camın ardındaki olaylar… Hayatı boyunca en çok sevdiği, “Ona bir şey olursa dayanamam, ben de intihar ederim” dediği oğlu Memo ile aralarında, “birtakım sürtüşmeler” yaşanmıştı onca yorgunluğun üstüne. Bu “sürtüşmeler” esnasında, “sarhoşluğun da etkisiyle” Cemal Süreya’nın başı “sert bir cisme” çarpmıştı ve darbeyi aldığı an fenalaşınca derhal hastaneye kaldırılmış, bir süre komada kalmıştı. “Kapalı bir odanın içinde” sürekli başında bekleyen doktorlar dışarı çıktıklarında, hayatını kelimelere adamış o görkemli şairin, kısa süren uzun yolculuğunu yalnızca iki kelimeyle özetlemişlerdi geride kalanlara: “Başınız sağolsun…” “İsimler Sözlüğü’ne baktım. Çağdaş yazarların çoğunu (358 yazar) tanımışım. Bunların elli üçü ölmüş. Babam bin yıl önce ölmüş. Annem hiç olmamış… Kötü düşler görüyorum bugünlerde.” Yoktu artık Cemal Süreya. Hüzünle andığı yazarların, “bin yıl önce ölmüş” babasının ve belki, “hiç olmamış” annesinin yanındaydı artık. Şiirin “utanmaz” kalemi kırılmış, “kırmızı bir kuş” sonsuzluğa havalanmıştı. Hiç kimsenin yüzüne doğrudan bakmayan o iri gözleri kapanmıştı henüz 59 yaşında. Bir arkadaşının ölümü üzerine, günlüğüne yazdığı satırlarda tanımladığı ölümden sonra geride kalanların hissettiği yoksunluk, şimdi onu sevenlerin çevresini kuşatmıştı olanca soğukluğuyla: “Bir çeşit yalnız kalma, gücünü yitirme, eksiklik duygusu. Bir yanından usul usul kanın sızar…” İşte, tam da anlattığı gibi bir şeydi Cemal Süreya’yı yitirmek. Oysa, yalnızca o kadar da değil; zira o, birçok kişinin “vakitsiz” dediği kendi ölümünü sezdiğinde, hayatı boyunca aşkı yazan kaleminin mürekkebini bu kez, “her ölümün erken olduğunu” söylediği o durgun sulara akıtmıştı: Ölüyorum tanrım 10 Ocak günü, Şişli Camii’nin avlusundan yaşlı gözlerin bakışları ve buruk alkışlarıyla ayrılan cenazesi, Kulaksız Mezarlığı’na taşınırken, kalabalığın içinde en çok dikkat çekenler, her biri yüzünde kederin ayrı bir rengini taşıyan kadınlardı kuşkusuz… Bir daha ondan o güzel iltifatları duyamayacak, “şaka”da olsa, evlenme teklifi alamayacak kadınlar… Cemal Süreya’nın aşık olduğu, “yaşayan tüm kadınlar”… Ben kibriti çaktığım zaman
‘sesim, tanınmaz bir çocuk sesi’: CEMAL SÜREYA
………
Ey şiir arayıcısı ey esrik kişi
Şu son dönemecini de aşınca gecenin
EMRE DURSUN
1 yorum:
Merhaba; Yine Cemal SÜREYYA
".....
Her ölüm erken ölümdür
Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir…
ÜSTÜ KALSIN…"
C.S.
Yorum Gönder