11 Eylül 2010

Cumartesi annelerinin 285'inci sessiz çığlığı'nı duyan bir vicdan yokmu?

Cumartesi annelerinin, "285'inci sessiz çığlığı'nı"
duyan bir vicdan yokmu?



11.09.2010-Cumartesi

EvcioğluHaber- 285 haftadır kayıp yakınlarını arayan anneler yine bugünde Galatasaray Lisesi önünde 'Kayıplarını' aramaya devam ettiler..
Yine yoklardı ve yerlerini de bilen yoktu..! Devleti yönetenler yine seyretti..!
Ne garip bir durum değilmi?
Değerli ülkemin insanları..! İnsan, nasıl kayıp olur.? Hemde, yetişkin İnsan..? Hemde, demokratik bir ülkede..! Çoğu önemli yerlerde önemli işlerle uğraşan ve toplumun gözde insanları..
Aydın, kafası çalışan güzel bir ülkede yaşama sevdası olan insanlar.. Kendisi için değil ama; sizlerle hep birlikte güneşin kararmadığı bir ülkede yaşama sevdası olanlar.. Ama; güneşini de kararttılar, dünyasını da...
Anneler, bacılar, eşler, sevgililer... 285'inci kez biraraya geldiler..
Yine bir cumartesi günüydü ve yine bir bayram günü...
Kaç bayram geçti, bilmem kaç zemheri.. Üşüdüler karakışta.. Ağustos'ta yandılar.. ama, vaz geçmediler, sevdalarından....
Onlara bayram yoktu...
Yine onların evinde hüzün ve acı vardı..
Çocukları acı ve ağıtla büyüdü...
Kayıp edildiklerinde annelerin kucağında çocuktular.. Şimdiler de ise; onlarda kayıplarını arıyor.. Kimisi delikanlı, kimileri genç kız oldular... Babalarını, ağbeylerini, eşlerini....
Adları, 'KAYIP'lar'dı onların..
Kimin ve nerenin kayıpları... ?
Vicdanların kayıp olmadığı bir dünya yokmu?
'GÜNEŞİN ÜLKESİ' nerede acaba.! Orada güneş hiç kararmıyordur.. Değilmi? ne dersiniz....
Faili meçhullerin failleri ne zaman yakalanacak.? ......!
***
Bu günün önemini yüreği ve vicdanı olanlar için, oldukça anlamlı özetlemiş olan Sn; Can DÜNDAR'ın Kayıp yakınlarının 'Kayıplarını' aramalarının 173. Cumartesi gününde kendi sitesinde yazdığı “Siz şanslıydınız, kaybolmadınız; ya vicdanınız...?” diye sorduğu, aşağıdaki yazıyı sizlerle paylaşmak istiyoruz..
*****


Namık Erdoğan, Sağlık Bakanlığı'nda teftiş kurulu başkan yardımcısıydı.

Bakanlık'ta çeteler cirit atıyordu. Ambu­lanstan, ameliyat önlüğüne ve rönt­gen cihazına kadar iştah kabartan bü­tün ihaleler için birkaç şirket, bakanlığı baskı altında tutuyor, "bu büyük rantı başkalarına yedirmemeye" çalışıyorlardı.

Namık Erdoğan ihaleleri ve dış alımları in­celerken usulsüzlüklere rastladı. Bakanlığın birkaç çete artığınca dolandırıldığını fark etti. Mücadeleye girişti.

1994 yılı Mayıs ayının 9. günü bakanlığın arkasından arabayla kaçırıldı. Yaptığı denetle­melere ilişkin evrak çantası da elindeydi. Aile­si ayağa kalktı ancak o gün hiçbir haber alına­madı, ertesi gün de...

12 Mayıs'ta Namık Erdoğan'ı Kızılırmak Nehri'nin kenarında buldular. Çantası yanında yoktu, ama kafasında iki kurşun vardı.

Kamuoyu, bu "Kayıplar kentinin yakışık­lısını nice sonra, yeğeni Yılmaz Erdoğan'ın yazdığı bıçak tadında birkaç dize ile tanıdı:

"dokuzunda kayboldu mayıs'ın

cesedi bulundu / onikisinde...

kaçırıldığında da

kaybolduğunda da,

ve ce­setken de

yakışıklıydı...

amcamdı..."

* * *

1994, Türkiye'nin uğursuz yılıydı.


Hükümet, hepten azgınlaşan terörle "anlayacağı dilden" konuşmaya karar vermiş, ya­sayı, hukuku bir yana koyup kör bir savaşa gi­rişmişti.

Adapazarı-Hendek-Sapanca arasına kurulan şeytan üçgeni ölüm kusuyor, muhalif gazeteler bombalanıyor, yargı önünde mahkum edilemeyenler, "faili meçhul" cinayetlerle yok ediliyorlardı.

Çetelere gün doğmuştu. Hem kendi bildik­leri yöntemleri konuşturuyorlar, hem de hi­maye görüyorlardı.

"Kayıplar" sorunu da böyle doğdu.

20 Mart 1995 günü Hasan Ocak annesini arayıp, "Akşama yemek yapma, ben balık ala­cağım" dedi. Kız kardeşinin yaşgünüydü. An­cak o gece balık da gelmedi, Hasan da... Gö­zaltına alınmıştı, ancak izi bulunamıyordu. Annesi Emine Ocak, günlerce 28 yaşındaki kuzusunu aradı. Bir mahkemede kalkıp haki­me "Oğlumu kimden sorayım" deyince gö­revli komiser, "Gel ben seni oğluna götüreyim" dedi. "Sağ mı... inanayım mı..." derken içerde buldu kendini; "mahkemenin huzuru­nu bozmak"tan 60 yaşında, 19 gün hapis yattı.

55. günün sonunda gelen "meçhul" bir te­lefon, oğlunun gerçek adresini fısıldadı: Ha­sanın telle boğulmuş bedeni, kimsesizler me­zarlığında yatıyordu.

Mezarı açtılar. Emine Ana, oğluyla kucak­laştı.

* * *

İşte kayıp yakınları bu olaydan beridir her cumartesi, yarım saat için Galatasaray Lisesi önünde toplanmaya başladılar. Orada yalnız olmadıklarını farkettiler; Hasanın ardından di­ğerleri gelmiş, sadece o yıl gözaltında kaybol­duğu iddia edilen insan sayısı 300'ü bulmuş­tu.

Rakam büyüdükçe, Galatasaray'da topla­nanların sayısı da büyüdü: İsyanlarını içlerine gömüp, çevrelerini kuşatan polisten, ilgisiz gözlerle geçen kalabalıktan oğullarının, kızla­rının hesabını sordular. Suskunluklarıyla ko­nuşturdular bizi, oturarak ayaklandırdılar ve en küçük bir olay çıkarmadan dünya çapında bir eyleme imza attılar.

Lâkin "kamu vicdanı'nın harekete geçmesi beklenirken, harekete geçen yine "kamu oto­ritesi" oldu. Yakınlarını yitirdikleri yetmezmiş gibi bir de itilip kakıldılar, tartaklanıp, içeri atıl­dılar.

Türkiye'nin sivil direniş tarihine geçecek ka­dar barışçıl olan bu eylemi, "Şemdin Sakık'ın düzmece karalamaları" da gözden düşüremeyince, sonunda güvenlik güçleri seferber oldu. Son iki haftada 157 kişi gözaltına alındı.

Aralarında Emine ana da vardı.

* * *

Bugün, eylemin 173. haftasında yeniden orada olacaklar.

Siz, uzatmalı bir cumartesi sabahının keyfini yaşarken, onlar kaybettikleri fidanları için biraraya gelecekler yeniden... Bütün tahriklere rağmen ve dünyanın gözü önünde hırpalan­ma pahasına yine barışçıl yoldan ayrılmaya­caklar.

Orada öyle sessizce oturup gözleriyle, çev­redeki ilgisiz kalabalığa ve hepimize seslene­cekler:

“Siz şanslıydınız, kaybolmadınız; ya vicdanınız...?”


Can DÜNDAR


http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=1645


Hiç yorum yok: