24 Ağustos 2008

Peyami Sefa/ Nazım Hikmet Kavgası

PEYAMİ SAFA- NAZIM HİKMET KAVGASI

http://www.basakkoyu.org/tr/sayfa/unutmadik/nazim01.jpg
24 Ağustos 2008

“Mütereddi küçük burjuva münevverlerinin karakter hususiyetleri saymakla tükenir soydan değildir. Meselâ aklıma geliveren bir ikinci ve birinciden mühimmini söyliyeyim: Onlar, şöhret ihtiraslarını ve maddî refahlarını doyurmak uğrunda en aşağılık vasıtalara başvurmaktan çekinmezler”

Geçen hafta Nâzım Hikmet ile ilgili yayınlanan bir haber sevenlerini heyecanlandırdı: “Nâzım Hikmet’in yayınlanmamış defterleri bulundu.” Memet Fuat’ın arşivi düzenlenirken Piraye’ye yazılmış mektupların bulunduğu sandıktan çıkan Nâzım Hikmet’in yayınlanmamış, yarım kalmış roman ve hikâyelerinden oluşan defterler Eylül ayında Yapı Kredi Yayınları’ndan “Öteki Defterler” adıyla yayınlanacak. Nazım Hikmet’in 1938’de İstanbul Tevkifhanesi’ndeyken kullandığı defterler edebiyatımızın usta isimlerinden Memet Fuat tarafından yarım kalmış eserler olduğu için yayınlanmamış olmalı. Nâzım’ın yeni kitabını merakla beklemekteyiz.

Söz Nâzım’dan açılmışken, Nâzım Hikmet ile yapılmış ve Yedigün dergisinin sararmış sayfalarında unutulmuş bir röportajı birlikte okuyalım istedik.

Gazeteci Naci Sadullah Nâzım Hikmet’in o sırada yazar Peyami Safa ile süregelen “kavga”sını konu edinmiş. Naci Sadullah’ın 1935’de Nâzım Hikmet ile yaptığı “Nâzım’la Konuştum” isimli röportajından sonra Peyami Safa ile aralarında süregelen polemik, “Peyami Safa-Nâzım Hikmet Kavgası”na dönüşmüş.

Yedigün dergisinde iki sayı boyunca yayınlanan ve dönemin en büyük “fikir kavgalarından” biri sayılan “Peyami Safa-Nâzım Hikmet Kavgası”nı alevlendiren röportajdan bir bölümü noktasına virgülüne dokunmadan aktarıyoruz.


Nâzım’ın sözleri, bugünlerde Birgün ile “fikir tartışması” yaptığını sanan bazı “küçük burjuva münevverleri”ne bizden bir cevap olsun…

* * *

Nâzım’la konuştum

Naci Sadullah

Şaİr Nâzım Hikmetin bilinen başlıca hususiyetlerinden birisi de fikir kavgalarındaki hudutsuz cesaretidir.

Fakat buna rağmen Peyami’nin kendisine son yaptığı savletten sonra, kavgacı şairin gür sesini hâlâ duymadık.

Fikir sahnesinin meraklı seyircileri onun sükûtuna ya makul, ya saçma manalar verdiler yahut mana vermekte izharı aczettiler.

Bu tezadın uyandırdığı yenilmez merakdır ki; bende şairi dinlemek isteğini uyandırdı.

Onunla karşılaşınca, aklıma gelen tek ihtimali tahminde ne dereceye kadar isabet gösterebildiğimi anlamak istedim ve Peyami’nin kendisine hücum eden satırlarını okuyup okumadığını sordum. Onun verdiği cevap zannımı tekzip etti.

Zira Nâzım:

- Şu, dedi, küçük sermayedarlarından bulunduğu mecmuada çıkan yazısından bahsediyorsan gördüm ve okudum.

Ve kendisine çok yaraşan o şeytanî istihza ile ilâve etti:

- O yazı çok dikkate değer bir vesikadır. Fakat şahsımın da mevzubahsedildiği bu vesikaya şahsen cevap vermeyi aklımdan bile geçirmedim. Çünkü bu bir müdafaa olurdu. Hâlbuki bir insanın Peyami’den korunmıya lüzum görmesi fazla tuhaf kaçar.

Eğer mutlaka birşeyler söylememi istiyorsan, bu vesika ve onun muharriri etrafında konuşabiliriz.

Fakat bir şartla: kendimden ancak bir üçüncü şahıs gibi söz açacağım ve bu bahsi, objektif bir tetkik mevzuu diye ele alacağım!

Haklı şartını kabulüm üzerine söze başlıyan muhatabım:

- Peyami, dedi, sosyal bakımdan, şayanı dikkat ve arsıulusal bir tiptir. Çünkü onun sürülerle benzerine, sade Türkiye’de değil, birçok büyük Avrupa şehirlerinde de rastlanır.

Ve onlar, yani Peyami ve benzerleri sosyal temelleri çürümüş bir cins küçük burjuva münevverliğinin marka malı olmuş öyle nümuneleridir ki ideoloji bakımından karanlık bir çıkmaz içinde çırpınıp dururlar.

Tabiî bunları Peyami’yi şahsen tahkir etmek için söylemediğimi anlarsın.

Bir doktorun bir hasta için veremdir, demesi, nasıl onu tahkir sayılmazsa Peyami’nin bu sosyal hüviyetini anlatmak da öylece hakaret ve küfür değildir.

Hem Peyami’nin teşhisinde ileri sürdüğüm bu iddiayı isbat için şu son vesikayı bir kere gözden geçirmek kâfidir.

Çünkü o yazıda marka malı olmuş küçük burjuva münevverliğinin, karakteri ve düşünüş hususiyetleri gün gibi meydana çıkmaktadır. (…)

Meselâ tetkik ettiğimiz bu tip diyor ki:

“- Ben herhangi bir fikre taasubla bağlanarak şahsiyetlerini kaybeden bütün sürü adamlarını kastettim.”

O, bu satırlar ile de, nazarî septikliğini bir defa daha ortaya atmış oluyor: Álâ, güzel...

Ancak, diğer taraftan biz biliyoruz ki herhangi bir fikre taasupla bağlanmanın insanı bir sürü adamı haline soktuğunu söyleyen bu tip, meselâ masonluk fikrine ve idealine kör bir taassup ve müthiş bir imanla bağlanmıştı ve bu bağlanışta o kadar ileri varmıştı ki, bir mason locasına girebilmek için üç defa eşik aşındırıp, üç defa reddedilmeyi bile göze almıştı.

Ana akideleri malûm, hudutları çizilmiş, nizamnamesi mazbut ve matbu olan Maşrıkı Azam ideolojisine bu kadar taasupla bağlanmak, onun âzası olmak idealini bu derece benimsemek, sürüye istida verip sürü adamı olmak istemek değildir de nedir?

Ve şimdi, sorarım sana bu tipin nazarısile pratiği, yani düşüncesile, hareketi arasındaki tezat; masonluktan maddi bir çıkar ummasından başka neye atfedilebilir ki?

Sonra aynı satırlarında, dikkate değer bir başka nokta da var. Tetkik ettiğimiz bu tip: “Herhangi bir fikre bağlanmak” demiyor, ortaya taasup kelimesini de sokuyor ve “herhangi bir fikre taasupla bağlanmak” diyor. Böylelikle de pratik dehasını göstermiş oluyor.

Nâzım, sözüne biraz fasıla verdikten sonra devam etti:

- Şu, dedi, mütereddi küçük burjuva münevverlerinin karakter hususiyetleri saymakla tükenir soydan değildir. Meselâ aklıma geliveren bir ikinci ve birinciden mühimmini söyliyeyim:

Onlar, şöhret ihtiraslarını ve maddî refahlarını doyurmak uğrunda en aşağılık vasıtalara başvurmaktan çekinmezler.

Netekim tetkik ettiğimiz bu tip, aynı vesikada, bize bunun misalini de veriyorlar.

1968 ÇEKOSLOVAKYA İŞGALİ ÜSTÜNE BORAN’IN BİR YAZISI

Sosyalist Demokrasi ve Ulusal Bağımsızlık

Geçen hafta “Derkenar”da 1968’de Sovyetler’in Çekoslovakya’yı işgalini konu edinmiş ve Türkiye’de ki tepkileri anlatırken “Aybar Sovyetler’i kınarken, Mihri Belli ile TİP içinde Aybar’a muhalefet eden Behice Boran ve Sadun Aren, Aybar’ın “güler yüzlü sosyalizm” tanımına karşı dururlar.” demiştik. Bu cümleden Boran’ın tutumunun işgalden yana gibi anlaşılabileceğini düşündüğümüzden bu hafta tarihe bir derkenar daha düşelim istedik…

Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar - Behice Boran ile Sadun Aren arasında başlayan gerilimin nedeni “Çekoslovakya işgali” değildi.

Behice Boran işgalin hemen ertesinde Milliyet gazetesine olayı kınayan bir yazı kaleme aldı. 1968’de yayınlanan “Sosyalizm ve Türkiye’de Sosyalizmin Sorunları” kitabında da konuya Stalinizm eleştirisi temelinde genişçe yer verdi. Ancak ölümüne yakın Çekoslovakya konusundaki tutumunu Sovyetler lehine yeni bilgiler edindiğini açıklayarak yumuşattı.

Sadun Aren’e gelince… Aren ölümüne dek Sovyetler lehine tutum almayı sürdürdü.

Eğer yanlış anlaşılmışsak af ola!..

* * *

Sosyalist Demokrasi ve Ulusal Bağımsızlık

Behice Boran

TİP Merkez Yürütme Kurulu Üyesi, Milletvekili

Çekoslovakya olaylarının siyasi askeri yönden incelemeleri, değerlendirmeleri bir hayli yapıldı basınımızda. Ben konuyu, bir makalenin dar çerçevesi içinde sosyolojik açıdan incelemeye çalışacağım.

İlkin hemen belirteyim ki Sovyetler Birliğinin, Varşova Paktının diğer dört üyesiyle birlikte Çekoslovakya’ya yaptığı askeri müdahalenin hiç bir yönden haklı, hattâ gerçekçi politika bakımından geçerli görülebilecek tarafı yoktur. Bu müdahale milli bağımsızlık ve eşitlik haklarına olduğu kadar sosyalizm ve sosyalist enternasyonalizm ilkelerine de aykırıdır.

Sovyetler Birliği’nin güvenliği bakımından Doğu Almanya’nın ve Çekoslovakya’nın önemi, bu ülkelerden Sovyetlerin emin bulanmak isteği, gerçekçi bir politikanın tadsız, dikenli bir zorunluğu olarak da ileri sürülemez.

Zira bu müdahalenin Çekoslovakya’yı uzun zaman Sovyetlerin istediği doğrultuda kontrol altında tutabileceği çok şüphelidir. Beri yandan bu müdahalenin Sovyetler Birliğinin güvenliği bakımından sağlayacağı hesaplanan faydalar doğurduğu ve doğuracağı zararlardan daha ağır basacak ölçüde değildir.

* * *

Stalin'ci Kafalar

Sovyet yöneticilerinin sözünü ettiğimiz mahzurları akıl etmediklerine inanmak güçtür. Çekoslovakya’daki “liberalleşme” hareketi Sovyetler Birliğinin güvenliği veya sistemin geleceği bakımından bütün bu mahzurları göze alacak kadar büyük bir tehlike miydi? Veya Sovyet liderleri yanlış bir değerlendirme ile böyle bir tehlike mi görüyorlardı?

Eğer “Sosyalist Sistem”den Sovyet ve diğer ülkeler yöneticileri Stalin devrinde şekillenmiş ve kemikleşmiş, onun ölümünden sonra da ancak değişmekle beraber sürüp gelen politik sistemi kastediyorlarsa, Çekoslovakya ve diğer ülkelerde baş gösteren “liberalleşme” hareketleri sözü geçen sistem için tehlikelidir. Ne var ki, sözü geçen sistem sosyalist düzenin örnek alınacak bir prototipi değildir ve şimdiki yöneticiler isteseler de istemeseler de köklü değişikliklere uğramaya mahkûmdur.

Unutulmamalı ki, bugünkü Sovyet ve diğer ülkeler komünist liderleri Stalin döneminde yetişmiş, kişilikleri ve kafaları o dönemin şartları altında şekillenmiş kimselerdir. Bunun için de son 10-15 yıldır Stalinci dönemi ve sistemi ne kadar reddetseler onup şartlanmalarından tam kurtulamamaktadırlar.

Yeni genç kuşakların, liderleri işbaşına gelmesiyle ancak gerekli değişiklikler gereği ölçüde ve derinlikte yapılabilir.

İkincisi, bu yöneticiler, genellikle iktidarda olanların büyük değişiklikler karşısında duydukları ürküntüden, işler kontrolden çıkacak, sarpa saracak korkusundan kendilerini kurtaramamışlardır; böyle bir korkuya kapılan her iktidar gibi onlar da zora başvurmak, baskı usulleriyle durumu kontrol altına atmak yoluna gitmişlerdir. (…)

Milliyet gazetesi, 27 Ağustos 1968.

Birgün

Hiç yorum yok: