Platon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Platon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Eylül 2010

Tommaso Campanella (1568-1639) kimdir?


Tommaso Campanella (1568-1639) kimdir?

EvcioğluHaber- 1568-1639- yılları arasında yaşamış olan Tommaso Campanella'yı Can DÜNDAR'ın sesli yazı CD.sinde duydum... Tommaso Campanella'yı bu güne kadar tanımamış olduğum için üzüldüm..
Hayatının en güzel 27 yılını zindanlarda geçiren ve dünyada denenmemiş vahşice işkenceler yapılan ve her türlü mezalime katlanmasına rağmen düşüncelerinden ödün vermeyen büyük filozofu ( sevgi ve güneşin ülkesi) insanı yeteri kadar dünya insanına tanıtılmamış olunmasından ötürü de kendim dahil tüm aydınların sorumluluğu olduğunu ve aydın olma sorumluluğundan kaçılamayacağının bilinciyle araştırma yaparak sizlere bu güzel insan hakkında aşağıdaki bilgileri paylaşmak istiyorum.. Yeterlimidir ? değil tabi..! Ancak; araştırmam devam edecek....!


05.09.2010- pazar



Tommaso Campanella (1568-1639), düşüncelerini yirmi yedi yıllık hapis hayatıyla ödemiş bir düşünce kahramanıdır.
Onun yaşadığı dönem, Avrupa katolik dünyasının parçalanmaya başladığı, modern dünyayı hazırlayan politik, ekonomik ve kültürel olayların oluştuğu günlere rastlar. Daha XIV. ve XV. yüzyıllarda, katolik Kilisesinin katı dogmalarına, büyük ve haksız zenginliğine, derebeylik düzeninin kötülüklerine karşı, çeşitli tarikatların önderliğinde, yer yer baş gösteren ayaklanmalar Avrupa'yı baştan başa saran bir nitelik kazanmıştı.
Bir yandan Kilisenin, bir yandan da kral kuvvetlerinin bastırıp ortadan kaldırdığı bu tarikat ayaklanmaları, başka başka yerlerde, başka adlarla yeniden örgütlenip harekete geçiyordu. İşte, Bohemya'da uzun süre etkin olan Picard'lar ya da Adamist'ler!
İşte, İtalya, Fransa ve Almanya'da «insanın bu dünyada mutlu olmasını» isteyen Beggard'lar! İşte, İngiltere'deki Wyclif'çiler, orta Avrupa'daki Hus'cular! Bütün bu tarikatlar, dinsel yenilikler yanında, daha haklı bir toplumsal düzen kurma çabası içindeydiler.
Hus'cuların bir kolu olan Taborit'ler, dinsel törenlerin bir çoğunu atmakla kalmıyor, din reformunu mal ortaklığına dayanan toplumsal bir devrimle tamamlamak istiyorlardı.

İşte, Campanella bu toplumcu görüşten, bu devrimci ilkelerden yola çıkar ve «Ben doğacak yeni sabahların çan sesiyim» der. Ne yazık ki, ufukta beliren bu yeni sabahı göremiyecektir. Ama, onun adı felsefe ve sosyal doktrinler tarihinde, bir müjdeci olarak, yaşamış ve yaşayacaktır.

Campanella, İtalya'da Calabria bölgesinde Stilo kasabasında dünyaya geliyor. Daha küçük yaştan, üstün zekâsı ve okumaya olan aşırı tutkunluğuyla dikkati çekiyor. On üç yaşında çeşitli konular üstüne şiirler yazıyor, uzun uzun söylevler veriyor. On beş yaşında Cosenza dominiken manastırına giriyor ve orada Aquino'lu ermiş Augustinus'un «Şomma Theologica»sını defalarca okuyor. Çok geçmeden manastırda okumadığı eser kalmıyor. Bilgiye olan susuzluğunu bir şiirinde şöyle dile getiriyor:
«.........
Dünyanın bütün kitapları doyuramaz kafamın açlığını.
Neler neler okumadım!
Ama yine de kafamın açlığından ölüyorum... Anlayışım arttıkça, bilgim eksiliyor.
......»

Dinsel konulardan az zamanda bıkan Campanella, felsefeye veriyor kendini.
Büyük İtalyan filozofu Telesio'da aradığı önderi buluyor. Doğruyu kitaplardan çok, tabiatın gözleminde arayan Telesio, Aristoteles'in bütün bir çağı etkileyen felsefesine karşı tabiat felsefesini savunuyordu. Bu amaçla da Academia Telesiana adıyla bir felsefe derneği kurmuştu. Telesio'nun temel düşüncesi şuydu: Bilim soyut kavramlardan değil, gerçek varlıklardan yola çıkmalıdır; deney, bilimin başvurması gereken temel kuraldır.

Campanella yirmi iki yaşında ilk eserini yazıyor. Bu, Telesio'yu düşmanlarına karşı savunmak ve Aristoteles felsefesini çürütmek amacıyla kaleme aldığı Philosophia sensibus demostratat'tır. Eser cizvitlerin saldırısına uğruyor. Sapkınlık ve büyücülükle suçlanan Campanella, Papa'nın emriyle Cosenza'dan ayrılıp Stilo'ya dönmek zorunda kalıyor. Stilo manastırında boş vakitlerini okumak, bilgisini arttırmakla değerlendiren Campanella, çok geçmeden «bu dar ve karanlık hapis-evinden» kaçıyor. On yıl, İtalya'yı baştan başa dolaşıyor. Venedik'te Galile'yle, daha bir çok tarihçi ve filozofla tanışıyor. Uğradığı yerlerde, alışılmış düşüncelerle, kör inançlarla savaşıyor. İtalya'nın hemen bütün büyük kentlerini gördükten sonra, savaşkan ve kararlı, Stilo'ya dönüyor.

Campanella'nın hayat dramı burada başlıyor. 1600'lerde bütün güney İtalya, İspanya'nın bir sömürgesi haline gelmişti. Özellikle Calabria bölgesi, din adamlarının elinde daha da yoksullaşmıştı. Bir yandan engizisyon vahşeti, bir yandan yoksulluk, toplumsal isteklere yol açmaktaydı. Kültür merkezleri olan kitaplıklar ve akademiler kapatılmıştı. Serbest düşünce manastırlarda barınabiliyordu ancak.

Yurdunu İspanyol boyunduruğundan kurtarmayı düşünen Campanella bir ayaklanma tertiplemeye başlıyor. Pietro Giannone «Napoli Tarihi» adlı eserinde bu ayaklanma için şunları söylüyor: «Campanella yeni düşünceleri, özgürlük ve cumhuriyet tasarılarıyla az kalsın Calabria'nın altını üstüne getirecekti. Krallıkları yeni bir düzene sokmaya, toplumları yönetecek anayasalar koymaya kadar ileri götürmüştü işi.» Anlaşılan, Campanella, sonradan hapiste yazacağı Güneş Ülkesi'nin toplum düzenini daha o zamandan tasarlamış, politik ayaklanmayı, daha önceki sapkın tarikatların yaptığı gibi, toplumsal bir reformla tamamlamaya kalkmıştı.

Papa Paulus V, Urbanus VII, Bacon ve Richelieu gibi astrolojinin özel etkilerine inanan Campanella, yıldızlardaki birtakım belirtilere bakıp, dünya yüzünde, özellikle Napoli krallığında ve Calabria'da devrimler olacağını söylüyordu. Dinsel ve toplumsal alanda gerekli saydığı yenilik düşüncelerini birçok manastır rahiplerine benimsetmişti. Giannone'ye bakılırsa, üç yüzü aşkın rahip bu ayaklanmaya katılıyor. Bir çok vaiz halkın arasına girip «Özgürlüğe kavuşmak, parayla insan kanı akıtan, yoksulları ezen kral adamlarının işkencelerine son vermek için birleşmeye» çağırıyorlar onu. Napoli'li birçok soylularla birlikte bir hayli piskopos da bu ayaklanmayı destekliyor. Bu ara, bir Türk donanmasının yardımı da sağlanıyor.

Ama, ayaklanma önceden haber alınarak önleniyor ve bir Türk gemisine kaçmak üzere anlaştığı bir kayıkçıyı bekleyen Campanella bir kulübede yakalanarak Napoli'ye götürülüyor. Atıldığı hapisevinde korkunç işkencelere uğruyor.

«Atheimus triumphatus» adlı eserinin önsözünde Campanella çektiği işkenceleri şöyle anlatıyor: «Elli hapisevine girdim çıktım. Yedi kez, tüyler ürpertici işkencelere uğradım. Son işkence kırk saat sürdü. Bedenimi iplerle sıkı sıkı sarıp kan revan içinde bıraktılar. Ellerimi arkaya bağlayıp, sivri bir kazığın üstüne sallandırdılar beni. Kırk saat sonra beni öldü sandılar, işkenceyi durdurdular. İşkencecilerimden bazıları, daha da canımı yakmak için, asılı bulunduğum ipi habire oynatıyor, boyuna küfür savuruyorlardı. Bazıları da, «Yaman adam, doğrusu» demekten kendilerini alamıyorlardı. Hiç bir şeyle sarsamadılar, alt edemediler beni, bir tek söz bile alamadılar ağzımdan.1 Tam altı ay süren bir hastalıktan, bir mucizeyle kurtulduktan sonra, bir çukura attılar beni. On beş ay kaldım orada. Sonra yargıç önüne çıkarıldım. Önce bana: «Öğrenmediğin şeyi nasıl bilebilirsin? Şeytan mı var senin emrinde?» diye sordular. Ben de: «Bildiklerimi öğrenmek için, sizin içtiğiniz şarapların on misli kandil yağı harcadım» diye karşılık verdim. Üç Düzmeci adlı kitabı yazmakla suçladılar beni. Oysa, ben daha dünyaya gelmeden basılmıştı bu kitap. Beni Demokritos'un düşüncelerini benimsemekle, kiliseye karşı düşmanca duygular beslemekle, din kurallarının dışına çıkmakla suçladılar. Güneş'te, Ay'da ve yıldızlarda devrimleri haber veren belirtileri ileri sürüp ayaklanmalar hazırlamakla, dünyayı sonsuz ve bozulmaz gösteren Aristoteles'e karşı çıkmakla suçladılar beni. Bütün bunlardan ötürü, beni tıpkı Jeramiah gibi, havasız, ışıksız bir çukura tıkadılar.»

Campanella'nın hapislik hayatı yirmi yedi yıl sürüyor. Böylesine uzun bir işkence hayatına Campanella gibi ruh ve kafaca sağlam, inançlarında sarsılmaz bir insan dayanabilirdi ancak. Nitekim işkencecilerine karşı başı hep havada kalıyor, onlardan ne bağışlanmasını istiyor, ne de yardım bekliyor. İstediği tek şey, kitap, kâğıt ve kalem; yani, kafasını beslemek ve kafasının ürünlerini dışarıya saçmak.

Campanella'nın hapis hayatı 1626'da sona eriyor. İspanya kralı Philip III'ün ölümünden sonra (1621), papa Urbanus VIII ‘in beş yıl süren çabasıyla serbest bırakılıp Roma'ya gidiyor. Çok geçmeden, pusuda bekleyen düşmanlarının saldırısına uğruyor ve Fransız elçisinin yardımıyla Fransa'ya kaçıyor. Kardinal Richelieu ve Louis XIII.'den yakınlık ve yardım gören Campanella ömrünün geri kalan kısmını Paris'te dominiken manastırında sessiz ve rahat, geçiriyor. 1639'da, yetmiş bir yaşında ölüyor.

Campanella,hemen hepsi Lâtince olan sayısız eserler yazmıştır. Felsefe tarihinde Campanella'nın adı, Aristoteles felsefesinin düşmanı ve deneysel yöntemin öncüsü olarak anılmaktadır. Bacon'dan önce, fizik alanında, gözlem olmadan, varsayımlar deneylemeyle kontrol edilmeden sağlam hiç bir bilgiye varılamaz, diyen o olmuştur.
(G. Fonsgrive), Calabria'lı filozof, her şeyden önce, felsefeyle tanrıbilimi birbirinden ayırmak gerektiğini ileri sürüyor. Ona göre, felsefe duygu ve akıl yoluyla varılan tabiat bilgisidir, İncil'se imanla tabiat-üstü dünyasını tanımayı amaç edinmiştir.
Tabiatı öğrenmek, günlük yaşayışımızda ondan faydalanmak anlamına geldiği halde, tanrıbilim sadece ruhun kurtuluşuyla ilgilenmektedir. Onun için, felsefe, tabiatın sırlarına yönelmiş bir araştırma olarak, Kutsal kitapların baskısından kendini kurtarmalıdır. Çünkü, bu kitapların böylesi bilgiyle hiç bir ilişkisi yoktur. Ayrıca felsefe, kendini insandan (örneğin, Aristoteles'ten) gelen her türlü otoriteden de kurtarmalıdır. (Bruna Widmar)

Felsefe eserlerinin değeri ne denli büyük olursa olsun, Carnpanella'dan bugüne kalan, adını ölümsüzleştiren şey, hiç şüphe yok ki, Güneş Ülkesi'nde dile getirdiği toplumsal bir düzen düşüncesidir.
İlk defa Utrecht'de 1643'de basılmış olan Güneş Ülkesi, (Civitas Solis), Platon'un Devlet'i ve Thomas More'un Utopia'sıyla aynı düşünce çizgisi üzerinde, insanoğlunu mutlu bir yaşayışa kavuşturma yolundaki isteklerin en temiziyle yazılmış eserlerin başında gelir.

Güneş Ülkesi, Campanella'nın, günün birinde gerçekleşeceğini düşündüğü filozofça bir devlet tasarısıdır. Campanella bütün kötülüklerin ve haksızlıkların kaynağı, insanın kendinden başkasını düşünmemesinde, dünya malının benim senin diye bölüşülmesinde buluyor. Ona göre, insanlar, genel yarar kaygusundan uzak oldukları sürece, kendi dar çevrelerinde, kendilerinden başkasını düşünmezler. Oysa, toplum halinde birleşen insanların amacı genel yarar olmalıdır. Özel çıkarları kaldıralım, toplum yararından başka bir şey kalmaz ortada. Bencil davranışlar, eninde sonunda, toplum güçlerinin çatışmasına yol açar. Oysa bu güçlerin genel yarara yönelmesi, güçler arasında tutarlı bir denge yaratır. Onun için, Güneş Ülkesi'nde her şey devletin, genel yararın buyruğu altındadır.

Ama, denilecektir ki, özel mal mülk olmazsa, insanları nasıl çalıştırırız? Campanella buna, insanlarda dayanışma bilinci, topluma yararlı olma isteği yaratarak, diye cevap verecektir.
Tarih bize Romalıların, yoksulluklarına rağmen, yurtları uğruna seve seve savaşa atıldıklarını göstermiyor mu? İlk Hıristiyanlar zamanında, kazançtan, mal mülk düşüncesinden uzak, dünyadan elini eteğini çekmiş, topluluk uğrunda kendi çıkarlarını, sevgilerini, hattâ canlarını bile hiçe sayan rahipler aynı özgecilik örneği vermiyorlar mıydı bize? Bugünkü toplumda bile, kardeşçe çalışma, çıkarsız yarışma örnekleri görmüyor muyuz? Şimdilik devede kulak olan bu örnekler niçin bir gün genelleşmesin? Ayrıca şu da var: Güneş Ülkesi'nde çalışma bir angarya olmaktan çıkmış, bir zevk halini almıştır. Aylaklık ayıp, yüz kızartıcı bir şeydir orada.

Campanella filozofça devlet tasarısında, mal mülk ortaklığı yanında, kadın ortaklığını da ele alıyor.
Kendinden önce, Platon da devlet içinde anlaşma, kaynaşma yaratır diye, kadın ve çocukların ortak olmasını savunmuştu. Ne var ki, Platon, bu ortaklığı yalnız yöneticiler için öngörüyordu. Campanella ise, bu ortaklığı bütün toplum için istiyor. Şunu unutmamak gerekir ki, kurmacı Platon'dan önce, kadın ortaklığı Heredotus'un da belirttiği gibi bazı İskit kabilelerinde varmış. Bu kabilelerde kadınlar ata biner, avlarda, savaşlarda erkeklere eşlik ederlermiş. Yunan tarihçisine bakılırsa bu ortaklığın amacı, kan bağıyla herkesi birbirine sıkı sıkıya bağlamak, kıskançlıkların, kinlerin önünü almakmış.

Öte yandan, Lykurgos Yasaları evlilik için bir takım yaş sınırları koymakta ve güçsüz düşen yaşlı erkeklere, aile yuvalarını bozmamak için, karılarını zaman zaman, evlenmeden çoluk çocuk sahibi olmak isteyen bekâr erkeklere sunma hakkı tanımaktadır.

Görülüyor ki, Campanella, soyun üremesine ve çocuk eğitimine verdiği önem dolayısıyla kadın ortaklığını benimserken, Platon'un düşüncelerinden faydalandığı kadar, antik çağ uluslarının yasalarından da esinlenmiştir.

Campanella, yeni bir altın çağın doğacağına ve bunun da Güneş Ülkesi gibi bir devlet düzeniyle gerçekleşeceğine inanıyordu. Aşağıda «Altın Çağ» adlı şiiri bunun sağlam bir kanıtıdır.

ALTIN ÇAĞ

Mutlu bir altın çağ olduysa eskiden
Niçin bir kez daha olmasın?
Her şey dönüp dolaşıp
Gelmiyor mu eski yerine?
Düşündüğüm, öğütlediğim gibi benim
Paylaşsaydı insanlar
Yararları, mutluluğu ve ahlâkı
Cennet olurdu dünya...
Uyanık, temiz sevgiler gelirdi diyorum
Azgın, kör sevgiler yerine
Yalan dolan, bilgisizlik yerine
Gerçek bilgi gelirdi
Ve kardeşlik zorbalığın yerine.

Campanella'nın çağdaşı Rossi adında bir yazar şöyle yazıyor: Campanella'ya otuz beş saat boyunca yaptıkları işkence öylesine vahşiceydi ki «kıçının bütün kan damarları kopmuş, açılan yaralardan durmadan kanlar boşanıyordu. Bununla beraber, dişlerini sıkıp işkenceye öylesine dayandı ki, ağzından, bir filozofa yakışmayacak tek kelime bile alamadılar.»

-GUNEŞ ÜLKESİ-

-YENİ SABAHLARIN ÇAN SESİ

1 Temmuz 2010

İKTİDAR HAKKINDA KLASİK FELSEFE NOTLARI: HALİL BERKTAY’A

İKTİDAR HAKKINDA KLASİK FELSEFE NOTLARI: HALİL BERKTAY’A

http://www.bizimsity.net/konuresimleri/felsefe.jpg
fotoğraf:www.bizimsity.net/

25 Haziran 2010

Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı ve Felsefelogos dergisi Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Sinan Özbek, Halil Berktay'ın, DSİP ve marksist gelenekle yaptığı tartışmaya yanıt veriyor.
Platon, Hobbes, Locke, Rousseau, Marks, Lenin, Troçki, Gramsci ve Foucault'un iktidar kavramına dair görüşlerini ele alan Sinan Özbek, Paris Komünü ve Rusya'daki Sovyet deneyimini anlatıyor.

Halil Berktay 21 Ocak 2010'da gazetedeki köşesinde, sosyalist siyaset ve teori açısından kavramakta zorlandığı bir durumu dile getiriyor. Berktay'ı sıkıntıya sokan; teorik görüşlerine asla katılmadığı bir Troçkist partinin, DSİP'in, "solun ahlak ve basiret enkazından kendini nasıl sıyırabilmiş" olması. Troçkizmin "tam bir illüzyon" olan teorisine rağmen doğru siyaset yapabilmesi. Berktay için bu sorunun cevaplanması, solun tarihi ve bugünü açısından önemli. Sorulara iki tespitle cevap vermeyi deniyor: İlk olarak benim pek de anlamadığım "Troçkizmin etik değer"inden bahsediyor. "Troçkizmin etik değeri" kavramını şöyle dolduruyor: Troçki'nin iktidar paylaşımı 1927'de son buluyor, kendisi ve taraftarları her yerde muhalefette kalıyor, sürekli devrim değilse de sürekli muhalefet Troçkizme belirli bir devlet pisliğine bulaşmamışlık hali getiriyor.
Berktay'ın burada söylediklerinden çıkacak sonuçlardan biri; iktidar olmanın bedelinin, kirlenmeyi göze almak olduğu.

Nitekim daha sonraki bir yazısında açıkça "iktidar kirletir" tezini dile getiriyor. "Sürekli muhalefet" olmanın, ahlaki bir temizlik verebileceği ironik bir ifadeye dönüşüyor. Yine bu ifadeler; günah işlememişlerin imanın da yarım olacağını söylemek olduğundan, iktidar olmayı başaranlara da en azından bir gülücük göndermek anlamına geliyor.
Berktay'ın, "etik değer" kavramını yanlış kullanmasını, bir kenara bırakıyorum. Bence Berktay'ın yapmaya çalıştığı çözümlemenin arkasında duran ve asıl tartışılması gereken kavram iktidar.

Platon ve Hobbes

İktidarın baskılayan, ezen bir güc olduğu, onu kullananların en basit ahlak kurallarını dahi çiğneyebildiği ilkçağlardan beri üzerinde düşünülen bir konudur. Daha Tevrat, Davut'un Günahı anlatısıyla iktidarın bu yönünü sorun haline getiriyor. Davut, ordusunun önemli kumandanlarından Hititli Uriya'yı, karısını elde etmek için ölüme gönderiyor.
Tevrat'ın bu trajik hikâyesi ile başlatabileceğimiz bir felsefe sorusu ortaya çıkıyor: İktidarın bu baskıcı, kötüye de kullanılan (kirleten!) tarafı nasıl sınırlanabilir?
Bu soruyu takip etmek başlı başına bir felsefe tarihi okuması gerektiriyor. Ana hatlarını aktarmayı deniyorum: İlk olarak Platon'da bir cevap denemesi söz konusu. Platon, devlet idare etmenin bir bilim olduğunu ve bilimlerin de en zoru olduğunu söylüyor. Bu bilime, son derece sınırlı sayıda insan sahip olabilir. İşte bu bilme sahip olanlar yani filozoflar devleti yönetirse, yönetimleri bir bilimin uygulaması olacağından yanlışlar, haksızlıklar ve kötülükler de ortadan kalkar. Ancak Platon'un bu doğrultuda süren düşüncesi hakikat zeminini kaybeder. Hakikatle bağları kopmuş bir çözüm, gerçek çözüm olamaz.

İktidarın zorunlu oluşunun mutlak onaylanmasına ilişkin görüşler belki de en saf haliyle Hobbes'ta karşımıza çıkıyor. Hobbes, sivil durumu bir devletin denetimi altında yaşamak olarak tanımlıyor. Bunun tersi olan, barbarlık durumudur ve orada "herkesin herkese karşı savaşı" vardır. Burada Hobbes'un, insanın doğuştan kötü olduğunu düşündüğü de hatırlanmalı. Hobbes, tarihe ve insana bu bakışının sonucu, "Kılıcın zoru olmadan ahitler sözden ibarettir ve insanı güvence altına almaya yetmez" (Hobbes, 2004, 129) diyor. Hobbes'un iktidarın yol açabileceği kötülüklere işarete edilmesine cevabı da son derece nettir: Bu büyük iktidar gücünden kötü sonuçlar çıkabileceği düşünülse de iktidarın yokluğunun sonuçları çok daha berbattır. Buna rağmen insanlar, iktidardan yakınabilir onu sınırlamak isteyebilirler.

Hobbes'un bu durum hakkındaki düşüncesi son derece çarpıcıdır: "Her kim ki egemen gücün aşırı büyük olduğunu düşünerek onu azaltmayı isterse, kendini, onu sınırlayabilecek başka bir güce; yani, daha büyük bir güce tabi kılmak zorundadır" (Hobbes, 2004, 154). Hiç kuşku yok bu düşünce çizgisinde baskı (kirlenme!), meşru bir zemine radikal bir şekilde yerleşir.

Locke: Kuvvetler Ayrımı, Seçim ve Azletme

Locke ve Rousseau'da iktidarı gerekli gören ama onu sınırlamayı, denetlemeyi isteyen görüşlerle karşılaşıyoruz. Locke, mutlak monarşilerde yöneticilerin haksızlık edebilmeyi, sanki bir hak olarak görüldüğünü söylüyor. En güçlü olanın vereceği zarardan, nasıl korunabileceğini sormanın bile, nifak ve ayaklanma olarak algılandığını ekliyor. Ona göre insanların bir toplum içinde yaşamalarının asıl nedeni, özel mülklerinin korunmasıdır. Locke, devletin yasama ya da egemen iktidarına sahip olan kimselerin, yayımlanmış ve halk tarafından bilinen yasalarla yönetme yükümlüğünde olduğunu söylüyor. İktidarı kullanan kişilerin, bu yasalara uymadıkları durumda ise "tarafsız ve dürüst" yargıçların karar vereceğini ekliyor. Burada "tarafsızlığın ve dürüstlüğün" nasıl sağlanacağı sorusu boşlukta kalıyor. Locke yasaların, ancak toplumun onayıyla yasa olabileceğini ileri sürüyor. Yasalarla yönetmenin, görev sınırları içinde kalmayı sağlayacağını ve iktidarın amaç dışında kullanılmasını engelleyeceğini düşünüyor. Yasanın çıkar sağlamak için kullanılmasını engellemenin yolu olarak da yasamanın farklı ellere dağıtılmasını öneriyor. Yasamanın halkın güvenine karşı hareket etmesi durumunda ise yasamayı azletme ya da değiştirme halkın elindedir. Locke, bütün önlemlere rağmen iktidarı elinde tutanların yine de tam olarak denetlenemeyeceğini sezmiş gibidir.
Bu durum yeryüzünde insanlar arasındaki uzlaşmazlıkları halledecek bir yargıç yoksa iş, öte dünyaya, Tanrının yargıçlığına havale ediliyor. Kuşkusuz kuvvetler ayrımı fikri iktidarın denetlenmesi, sınırlanması doğrultusunda geliştirilmiş önemli bir düşüncedir. Ama yine de ayrılmış kuvvetlerin, birbirine girmesi engellenemiyor.

Rousseau; Halkın kurultay halinde toplanması

Rousseau'nun iktidardan kaynaklanan ezici gücün nasıl sınırlanabileceği konusundaki verimli görüşü, kurultay fikridir.
Yüzlerce yıl önce Roma halkı, egemenlik haklarının ve yönetim haklarının bir bölümünü kullandığı toplantılar yapıyor. Rousseau da bu toplantıların benzerlerinin yasa gereği yapılmasını öneriyor. Önerdiği bu toplantıları, yasaların onaylanması, anayasanın saptanması ve yöneticilerin seçilmesiyle sınırlamıyor. Beklenmedik durumlarda da olağanüstü toplantılar öneriyor. Ülkenin büyüklüğünden dolayı bu tür toplantıların yapılamayacağını söyleyenlere; "başkent dönüşümlü olmalıdır, hükümet burada bulunmalıdır ve toplantılar dönüşümlü yapılmalıdır" diyor. Bu toplantılarla hükümetlerin her çeşit yargı hakkı ortadan kalkar, yürütme gücü işlemez, her bir yurttaşın varlığı yöneticininki kadar dokunulmaz olur. Rousseau, dünyanın her yerinde hükümetin kamu gücünü ele geçirdikten sonra, egemen gücü de ele geçirmeye kalkıştığını belirliyor. İşte bu halk toplantıları, kötülükleri engellemeye ya da geciktirmeye yarar. İktidarın sınırlanması ve çıkar için kullanılmasını engellemenin Rousseaucu çözümü halkın kurultay halinde toplanmasıdır.

Yukarda oldukça özet aktardığım görüşler, iktidarın baskıcı, boğan yanından nasıl kurtulacağı sorusuna bir cevap arayışıdır.
Kuşkusuz genel seçim, kuvvetler ayırımı geri çağırma gibi düşünceler sorunun çözümü için önemli adımlardır ve bunların hayata geçirilebilmesi son derece önemli demokratik kazanımdır. Çağdaş demokrasiler bu gelenekten süzülerek bir siyasal yapı oluşturmuştur. Bu süreçte Lockecu kuvvetler ayrımı fikri daha noksansız hale gelirken, geri çağırma mekanizması tamamen unutulmuştur. Bunun gibi Rousseau'nun "halkın kurultay halinde toplanması" önerisine hiç itibar edilmemiştir. Denilebilir ki iktidarı eline geçiren sınıf bu görüşleri, iktidarına zarar vermeyecek şekilde düzenleyerek kullanmıştır. Ortaya çıkan sonuçu da öyle sanıldığı gibi Marksistler bir hiç olarak görmez. Nitekim Lenin da, "Demokratik cumhuriyet, kapitalizmin mümkün en iyi siyasi kabuğudur" (Lenin 1978, 21) diyor. Bu Locke ile ifade bulan çizginin, kapitalizmin siyasi en yetkin anlatımı olarak onaylanmasıdır. Lenin bununla yetinmiyor ve devam ediyor: "Biz, kapitalist düzende proletarya için en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız; ama en demokratik burjuva cumhuriyetinde bile halkın payına düşenin ücretli kölelikten başka bir şey olmadığını unutmaya da asla hakkımız yoktur" (Lenin, 1987, 28-29). Denen o ki diğerlerine yeğlenen demokratik cumhuriyet de emekçi sınıflar için bir diktatörlüktür. Öyleyse asıl hedef, bunun da ötesine geçen en iyi olana yönelmektir. Ama kapitalizm mümkün en iyi siyasi ifadesini demokratik cumhuriyette bulmuştur ve bu onun sınırıdır. Bu noktada tekrar Marx'ı hatırlamak gerekir: Marx devleti, uygar topluma yapışmış bir parazit olarak betimliyor. Bu parazitin, uygar toplumun ideal karşılığı olarak görüldüğünü söylüyor. Ve ekliyor: "Bütün devrimlerin sonucu sadece bu öldürücü kâbusu kaldırıp atacağı yerde, devlet aygıtını daha da yetkinleştirmek oldu" (Marx, 1968, 539).

Komün

Paris Komün'ü Marx tarafından "imparatorluğun doğrudan karşıtı" olarak tanımlanıyor. Ne demektir bu? Komün, iktidarın bizzat kendisini ortadan kaldırmaya yöneliyor. İlk kararnamesi, düzenli ordunun kaldırılması ve bunun yerini silahlı halk milislerinin alması.
Komün, küçük birimlerden gelen genel oy hakkıyla seçilmiş ve her an geri çağrılabilen üyelerden oluşuyor.
Parlamenter bir organ değil, yasamacı ve yürütmeci hareketli bir organ olarak çalışıyor. Polis, siyasi niteliklerinden arındırılıyor. Diğer bütün kamu görevlileri gibi yargıçlar da seçimle işbaşına geliyor. Bütün öğretim kurumları parasız olarak halka açılıyor. Komün'ün her görevlisi için geri çağırma ilkesi işletiliyor. Her mevki için aynı maaş ödeniyor. Daha sonra kilisenin maddi kaynakları kesiliyor. Marx, devlet aygıtının yerini alan bu yapıyı "devlet olmayan devlet" ve daha sonra da Engels komünite (Gemeinwessen) kavramıyla anlatıyor. Çünkü devlet aygıtı ele geçirilmemiş, "iktidar" olunmamış", parçalanıp atılmıştır. Peki Komün neden yeniliyor? Marx, Varsaille'de toplanan karşı devrim güçlerinin nasıl bir tehlike yaratacağının kavranmamasını ve bertaraf edilmemesini asıl neden olarak gösteriyor.

Lenin de Rusya'daki işçi konseylerini (sovyet), Paris Komünü biçiminde bir devlet örgütlenmesi olarak tanımlıyor. Serbestçe seçilmiş olan bu sovyetler halkın büyük çoğunluğunun gerçek örgütleri konumunda ve oradaki işçiler tıpkı Paris Komünü'nde olduğu gibi silahlı. Aslında Rusya'daki sovyetler, Paris Komünü'ndeki örgütlenmenin daha incelmiş biçimidir. Lenin, "komün, proletarya devriminin, burjuva devlet aygıtını parçalamak için giriştiği ilk adımdır.; parçalanan devlet aygıtı yerine konulabilecek ve konulması zorunlu olan, 'en sonunda keşfedilmiş' siyasi bir biçimdir" diyor. Yine Lenin'e göre sovyetler, devlet iktidarını üstlenebilir ve üstlenmelidir. İşte meşhur "Bütün iktidar Sovyetlere!" sloganı bu zemine dayanıyor. İkinci savaş öncesinde İtalyan Marksist Gramsci de fabrika konseylerinin proleter devletinin modeli olduğun söylüyor. İmdi Rusya'da olanın bu şekilde kavranabilmesi için araya giren ve rengini temel olarak Stalin'den alan düşünme biçimlerinin temizlenmesi ve Marksist klasiklerin bu gözle yeniden okunması gerekiyor. Marksist bir perspektifle tartışınca Berktay'ın "Troçki'nin alta düşmesi "ifadesiyle denediği ironi kırıntısı, boşluğa düşüyor. Rusya'da yenilgiye uğrayanın, konseyler olduğunu görmek gerekiyor.

Sonuç olarak

Foucault, tarihin derinliklerindeki siyasal yapıyı "pastoral iktidar" kavramıyla anlatıyor. Pastoral iktidar, sürü olarak halk ve onun çobanı olarak kral şeklindeki özetleniyor.
Buradan başlayıp tiranlıklardan, oligarşilerden, monarşilerden vb. geçip, demokratik parlamenter sisteme uzanıldığında, yeğlenecek olan hiç kuşkusuz sonuncudur. Ama Marksistler burada kalmaz yeni bir toplum önerisiyle ortaya çıkar. Kuşkusuz Berktay, Marksistlerin komünü tercih edilmesi gereken en son siyasi biçim olarak kavramasına karşı çıkabilir. Bunun bir hayal olduğunu da savunabilir. Bunda bir beis yoktur. Ama "eski komünistim" ifadesinde ciddi bir sorun var. Burada şaşırtan, sorun olan "eski" sıfatını kullanması değil, ona itiraz edilemez. Sorun kendini "komünist" görebilmiş olması. İşte o eskide düşündüklerini Marksizm sanmış olması ve sanmakta olmasıdır ki anlamasını zorlaştırıyor, kendini anlaşılmaz bir düşünce karmaşasına yuvarlıyor.

Yine soruna böyle bakınca "iktidar kirletir" ifadesinin tam manasıyla süslü boş bir söz olduğu görülüyor.
Politikayla uğraşan insanların, ana sütü saflığında olduğunu düşünebilmek ve iktidarda kirlendiğini söylemek nasıl bir klişe tekrarıdır, nasıl bir sıradanlıktır! Asıl sorun Berktay'ın iktidarı ele geçirilecek bir şey olarak kavrıyor olması. Çarpıcı olansa bugün söylediklerinin, içinde şekillendiği geleneğin sınırlarını bir nebze dahi aşmıyor olması. Berktay sosyalizmi, iktidar aygıtını ele geçirme olarak kavradığı için, güçler arasında ittifak arayışlarını meşru görmesi kaçınılmaz oluyor. Daha da korkunç olan insanların bunu görmediğini sanması. Eski arkadaşlarını Silivri'ye götüren nedenin tam da bu olduğunu asla kavramıyor. Marksistler umursamaz ama eski arkadaşlarına haksızlık ediyor. İktidarsız bir Perinçek; konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor...

Sinan Özbek
***************************

Kaynakça

Foucault, Michael, Seçme Yazılar: 2; Özne ve İktidar, Çev. Osman Akınay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2005.
Hobbes, Thomas, Leviathan. Çev. Semih Lim, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004.
Gramsci, Antonio, İtalya'da İşçi Konseyleri Deneyimi, Çev. Yusuf Alp, Belge Yayınları, İstanbul, 1989.
Locke, John, Hükümet Üzerine İkinci İnceleme. Çev. Fahri Bakırcı, Babil Yayınları, Ankara 2004.
Lenin, V.I, Devlet ve Devrim. Çev. M. Halim Spatar- Celal Üster, Aydınlık Yayınları, İstanbul, 1978.
Lenin, V.I, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Çev. M. Ardos, Sol Yayınları, Ankara, 1975.
Lenin, V.I, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Çev. M. Ardos, Sol Yayınları, Ankara, 1977.
Marx, Karl, Bürgerkrige in Frankreich, MEW Band 17. Dietz Verlag, Barlin 1968.
Marx, Karl, Erster Entwurf zum "Bürgerkrieg in Frankreich, MEW Band 17. Dietz Verlag, Berlin, 1968.
Platon, Devlet Adamı, Çev. Behice Boran-Mehmet Karasan, Sosyal Yayınları, İstanbul, 2001.
Platon, Devlet, Çev. Sebahattin Eyüpoğlu-M. Ali Cimcoz, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1995.
Rousseau, J.J, Toplum Sözleşmesi, Çev. Vedat Günyol, Adam Yayınları, İstanbul, 1984.


http://www.marksist.org/