19 Mart 2010

Emeği ekmekle terbiye etmek

Emeği ekmekle terbiye etmek

Emeği ekmekle terbiye etmek

Çiğli İplik? Fabrikası’nda işten çıkarılanlar, Tariş Genel Müdürlüğü önünde gösteri yaptı.

14/03/2010

Başbakan gazeteciler üzerinden, çalışanlara terbiye diskuru çekerken, şu soruyu tekrar güncel hale getirdi: “Türkiye'de çalışanların iş güvencesi olsa, Başbakan bu postayı atabilir miydi?”

ZAFER AYDIN (Arşivi)

Çalışanı işten atma yoluyla terbiye etme, öteden beri kapitalizmin alametifarikasıdır.

Bazen üretimi artırmak, bazen işçiyi düşük ücretlerle çalıştırmak, çoğu zaman da sendikalaşmayı, hak aramayı engellemek için başvurulan en etkili yöntemdir işten atma. İşveren, “problemli” gördüğü işçiyi işten atar.

Böylece işten atılan cezalandırılırken, diğerleri de korkutularak terbiye edilir. İşçiyi işten atma yoluyla veya tehdidiyle terbiye etmeye çalışanlar, bu fütursuz gücü sendikalaşmanın zayıflığından ve etkin bir iş güvencesinin olmamasından alıyorlar. Patronluğu kamu yöneticiliğinden önde gelen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın işten atma yoluyla gazetecilerin terbiye edilmesi beklentisi de aynı noktadan çıkıyor. Başbakan, izaha gerek kalmayacak bir biçimde “atacaksın üç-beş köşe yazarını bak herkes nasıl muma dönecek” demeye getirdi. Yaptığı konuşmanın demokrasi ve fikir özgürlüğü ile bağdaşmadığı yolundaki eleştirileri yanıtlarken de “tezgahtar” örneği ile bir kez daha çalışanı ekmek ile terbiye etmenin faydalarından dem vurdu.

Başbakan cümleyi gazetecilere karşı kurdu ama üslubundan ve argümanlarından bütün çalışanları kastettiği, emeği ekmek ile terbiye etmeyi, oyunun genel kuralı olarak gördüğü anlaşılıyor. Tayyip Erdoğan’ın kurduğu cümleler ve takındığı tutum, aynı zamanda AKP hükümeti elinde şekillenen iş güvencesinin nasıl bir zihniyetin ürünü olarak kalıba döküldüğünü de gözler önüne seriyor. Başbakan gazeteciler üzerinden, çalışanlara terbiye diskuru çekerken, yanıtlanması gereken şu soruyu yeniden güncel hale getirdi:

“Türkiye’de -gazeteciler de dahil- çalışanların iş güvencesi olsa Başbakan bu postayı atabilir miydi?”

Soruya yanıt vermeden önce bir saptama yapmak ve kısa bir izahatta bulunmak gerek: Türkiye’de çalışanların gerçek anlamda bir iş güvencesi hiçbir zaman olmadı. Çalışanların iş güvencesi her zaman işverenlerin iki dudağının arasında oldu. İş güvencesinin bulunmadığı koşullarda sendikalar da güçlenme şansı bulamadı. Bu yüzden iş güvencesi, işten atılmalarla önemli güç kaybı yaşayan emek hareketi için, uzun yıllar öncelikli talepleri arasında yer aldı. Ne var ki, etkili bir mücadelenin konusu olamadı. Dolayısıyla da siyasal iktidarlar da iş güvencesine yasal bir düzenleme yapmak için kendini baskı altında hissetmedi, çok istekli davranmadı. Nihayet Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) baskısıyla zoraki de olsa iş güvencesi düzenlemesi yapıldı. Başbakan Erdoğan’ın Çorum ilinden vekili Agah Kafkas’ın televizyon ekranlarından “biz çıkarttık” dediği iş güvencesi yasasını, aslında DSP-MHP-ANAP hükümeti çıkarttı. DSP-MHP-ANAP hükümeti, Ağustos 2002’de iş güvencesi yasası çıkarmış, fakat patronlar hazmetsin diye yasanın yürürlük tarihini 15 Mart 2003’e bırakmıştı. Bu arada seçimler oldu, AKP iktidara geldi ve iş güvencesi düzenlemesini 4857 sayılı iş yasasının içine yerleştirdi. AKP, “Yasayı biz çıkarttık” diye övünen Agah Kafkas’ın bilerek es geçtiği bir değişiklik yaparak, DSP-MHP-ANAP hükümetinin hazırladığı düzenlemede yer alan 10 kişiden fazla işçinin çalıştığı işyerinde çalışma koşulunu 30 kişiye çıkartarak budadı. Böylece yasanın kapsamını daralttı, kısmi iş güvencesinden yararlanabilecek insanların sayısını azalttı.

30’dan fazla işçi
AKP yasanın kapsamını daraltmıştı ama buna rağmen yasayı en azından sendikal örgütlenmeyi kolaylaştırabilecek işçi lehine bir düzenleme olarak görenlerin sayısı az değildi. Fakat uygulamadaki bütün sonuçlar ortaya koydu ki, yapılan düzenleme işçiyi haksız feshe, keyfi işten çıkartmalara karşı korumuyor. Evet, bugün 30’dan fazla işçi çalıştıran işyerlerinde altı aydan fazla kıdemi olan işçilerin işten çıkarılmasında işverenler artık geçerli bir sebebe dayanmak zorunda. Yasa sendika üyesi olanı, sendikal faaliyete katılanı, sendika temsilciliği yapanı, işveren aleyhinde idari ve adli makamlara başvuranı işten çıkaramazsın diyor. Din, dil, ırk, cinsiyet, siyasi görüş ve benzeri nedenlerle işçinin işten çıkarılmasını haklı sebep saymıyor. Fakat yasada bunların yer alması, işçi çıkarılmasını engellemeye yetmiyor. Çünkü işçiyi işten atan işverene yasanın öngördüğü ciddi bir yaptırım yok. Haksız bir biçimde işten çıkarılan ve yargı kararıyla feshi geçersiz sayılan işçinin, işvereninin önüne yasa iki seçenek sunuyor: İstersen işçiyi işe geri al, istersen -yine mahkeme ya da özel hakemin belirlediği- en az dört, en çok da sekiz aylık tazminatını öde. İşte yasayı fos çıkaran, adı var kendi yok hale getiren incelik de, bu noktadan sonra başlıyor. Elbette işverenler bu ikincisini tercih ediyor ve işçinin kıdem ve ihbar tazminatına ilaveten en fazla sekiz aylık ücreti kadar tazminat ödüyorlar. Yasanın burada işverene getirdiği küçük bir yükümlülük daha var: Seri mahkeme usulüne göre yargıtay aşaması da dahil üç ayda sonuçlandırılması gereken dava, bu süreyi aşarsa işçiye en çok dört aylık ücreti ve diğer hakları da ödeniyor.

Sadeleştirecek olursak iş güvencesi yasasından önceki dönem ile sonraki dönem arasındaki tek fark işçiyi işten atan işverenin, işçinin kıdem ve ihbar tazminatına ek olarak maksimum 12 aylık ücreti tutarında yeni bir ödeme yükümlülüğünün getirilmesi. Yapılan düzenleme işçiyi geçersiz feshe karşı gerçek anlamda korumuyor, işverene ilave tazminat yükümlülüğü getiriyor. Sonuç olarak iş güvencesi adı var ama kendi yok bir düzenleme olarak işçilerin bir işine yaramıyor. İşçinin iş güvencesi patronların iki dudağı arasında olmaya devam ediyor.

Şimdi yazının başında bıraktığımız soruya geri dönelim: Türkiye’de gerçek bir iş güvencesi olsaydı, ne sendikalar bu kadar zayıf olurdu ne de Başbakan emek terbiyecisi rolüne soyunabilirdi. Bu yüzden iş yasasının çalışanı haksız feshe karşı koruyan düzenlemenin yeniden elden geçirilmesi, işe iade mekanizmasının güçlendirilmesi ve işe iadenin olmadığı koşullarda işverenin ödeyeceği tazminat miktarının işverenin haksız feshi göze alamayacağı, caydırıcı bir miktara yükseltilmesi şart. Peki, çalışanı ekmeği ile terbiye etmeyi düstur edinmiş bir siyasal iktidar bunu yapar mı? Tekel işçileri örneğinden yola çıkarak söyleyebiliriz ki, mecbur kalırsa yapar. Tekel işçileri eylemleriyle hükümete geri adım attırdılar ve 4 Şubat 2010 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu kararıyla tescilli, hükümeti 4-C’de iyileştirmeler yapmak zorunda bıraktılar.

Tekel işçileri 4-C’yi tamamen yok hükmünde saymalarına ve böyle bir perspektifle mücadele vermelerine rağmen, bir yan ürün olarak bu sonuç ortaya çıktı. Demek ki bir talebin arkasına hatırı sayılır güç yığınca, ısrarlı ve kararlı bir mücadele verince sonuç almak pek de zor değil. Yeter ki eylemle, mücadeleyle sonuç alınabileceğine inanan bir irade ortaya çıksın, yeter ki sendikacılar hükümetin sözcüsü rolünü, işçi hakları mücadelesine tercih etmesin. Yeter ki, çalışanları ekmekleriyle terbiye etmeye kalkanlara karşı, şimdi iş güvencesi için kolları sıvamanın tam zamanı diye yola çıkılabilsin...

http://www.radikal.com.tr/

Hiç yorum yok: