Yasa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yasa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Nisan 2010

TÜRKİYE’DE, ÇOCUĞA 'MAKUL' DAYAK VAR


TÜRKİYE’DE, ÇOCUĞA 'MAKUL' DAYAK VAR
01:07 28 Nisan 2010

Avrupa Konseyi, Türkiye’yi “Çocuklara dayağı tamamen yasaklamayan ülkeler” listesine aldı.
Konsey, çocuk dayağını tamamen yasaklamak için gerekli yasal düzenlemelerin yapılması çağrısında bulundu.
Daily Mail haber sitesi, Avrupa Konseyi’nin “çocuklara dayağı tamamen yasaklamayan ülkeler” listesini yayınladı. Buna göre Türkiye, Rusya, Belçika, Fransa ve İngiltere çocuğa şiddeti tamamen yasaklamayan ülkeler listesinde bulunuyor.
Çocuk dayağını her şekilde yasaklayan 20 Avrupa ülkesinin başında ise Avusturya, Almanya, Romanya, İzlanda ve İspanya geliyor. Bu ülkelerde çocuklara karşı her türlü fiziksel şiddet cezai yaptırıma tabi tutuluyor.
Avrupa Konseyi’ne göre Türkiye’nin de aralarında bulunduğu ülkeler ise çocuğa karşı şiddeti “aile içi bir sorun” olarak görüyor. Devletin “aile işlerine müdahalesine” soğuk baktığı için de dayağı tamamen yasaklayan adımlar atmakta zorlanıyor.

GELENEKSEL AİLE
Konseye göre, yine Türkiye'nin de aralarında bulunduğu Avrupa ülkeleri, geleneksel ebeveyn-çocuk ilişkisinde “aşırı olmayan dayağı otorite kurma yöntemi olarak görüyorlar.
Avrupa Konseyi Genel Sekreter Yardımcısı Maud de Boer-Buquicchio, çocuğa karşı her türlü şiddeti yasaklamayan ülkelerin “makul ölçüde şiddet" kavramıyla dayağı meşrulaştırdıklarını söyledi. De Boer-Buquicchio yasalara rağmen, anne-baba ve öğretmen dayağına hoşgörü gösterildiğini vurguladı.

'TAMAMEN YASAKLAYIN' ÇAĞRISI
Avrupa Konseyi'ne üye 20'den fazla ülkede çocuğa karşı her türlü şiddeti yasak olurken, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu ülkeler ise, dayağı yasaklayan adımlar atmakla birlikte, gelenek gibi nedenlerle bu yasaları hayata geçiremeyen ülkeler arasında sayılıyor.
Konsey, Türkiye'nin de aralarında bulunduğu ülkelere, çocuk dayağını tamamen yasaklamaları için gerekli yasal düzenlemeleri yapması çağrısında bulundu.

http://www.birgun.net/

21 Nisan 2010

Nefret Suçları (Av. Cemalettin Gürler)

NEFRET SUÇLARI ve İŞ HAYATI

ÖZET

Kısa bir süre öncesine kadar Örgütler (ekonomik, sosyal, siyasal) açısından temel başarı ölçütleri hedeflere ulaşmaktaki matematiksel veriler yani istatistiklerdi. Diğer bir ifade ile siyasi partide alınan oy, bir şirkette elde edilen kar, lobi örgütlenmesinde ulaşılan güçtü.

Tüm dünyanın geçirdiği evrim ve gelinen süreçte,
temel ölçüt sayısal veriler kadar örgütlenme içinde yer alanların, çalışanların mutluluğu, muhatapların tatmini de esaslı ölçüt olmaya başladı.

Uluslararası ilişkilerde tüm büyük örgütler çok uluslu, çok kültürlü, örgütlü hale geniş bulunmaktadır. İş hayatında ki orta ve büyük ölçekli ( örgütlerin) nerdeyse tamamı çok kültürlü ve çok uluslu olarak kabul edilebilir.

Bu çok uluslu/kültürlü yapılar içinde yer alan bireyler açısından en önemli sorun ise çeşitli şekillerde tezahür eden nefret suçlarıdır. Nefret suçları çok kültürlü çok inançlı örgütlerde demokrasinin, aidiyetin, üretimin ve mutluluğun önünde ki en büyük sorunlardan biridir.

Gelişmiş tüm ülkelerde, konuya ilişkin çeşitli yasal düzenlemeler yapılmış olup konunun artık ülke gündemine taşınması için nefret suçları ve bunun örgütlere özelliklede iş yaşamına yansımaları ve toplumsal duyarlılığın arttırılması için bu çalışma hazırlanmıştır.



19 Mart 2010

Emeği ekmekle terbiye etmek

Emeği ekmekle terbiye etmek

Emeği ekmekle terbiye etmek

Çiğli İplik? Fabrikası’nda işten çıkarılanlar, Tariş Genel Müdürlüğü önünde gösteri yaptı.

14/03/2010

Başbakan gazeteciler üzerinden, çalışanlara terbiye diskuru çekerken, şu soruyu tekrar güncel hale getirdi: “Türkiye'de çalışanların iş güvencesi olsa, Başbakan bu postayı atabilir miydi?”

ZAFER AYDIN (Arşivi)

Çalışanı işten atma yoluyla terbiye etme, öteden beri kapitalizmin alametifarikasıdır.

Bazen üretimi artırmak, bazen işçiyi düşük ücretlerle çalıştırmak, çoğu zaman da sendikalaşmayı, hak aramayı engellemek için başvurulan en etkili yöntemdir işten atma. İşveren, “problemli” gördüğü işçiyi işten atar.

Böylece işten atılan cezalandırılırken, diğerleri de korkutularak terbiye edilir. İşçiyi işten atma yoluyla veya tehdidiyle terbiye etmeye çalışanlar, bu fütursuz gücü sendikalaşmanın zayıflığından ve etkin bir iş güvencesinin olmamasından alıyorlar. Patronluğu kamu yöneticiliğinden önde gelen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın işten atma yoluyla gazetecilerin terbiye edilmesi beklentisi de aynı noktadan çıkıyor. Başbakan, izaha gerek kalmayacak bir biçimde “atacaksın üç-beş köşe yazarını bak herkes nasıl muma dönecek” demeye getirdi. Yaptığı konuşmanın demokrasi ve fikir özgürlüğü ile bağdaşmadığı yolundaki eleştirileri yanıtlarken de “tezgahtar” örneği ile bir kez daha çalışanı ekmek ile terbiye etmenin faydalarından dem vurdu.

Başbakan cümleyi gazetecilere karşı kurdu ama üslubundan ve argümanlarından bütün çalışanları kastettiği, emeği ekmek ile terbiye etmeyi, oyunun genel kuralı olarak gördüğü anlaşılıyor. Tayyip Erdoğan’ın kurduğu cümleler ve takındığı tutum, aynı zamanda AKP hükümeti elinde şekillenen iş güvencesinin nasıl bir zihniyetin ürünü olarak kalıba döküldüğünü de gözler önüne seriyor. Başbakan gazeteciler üzerinden, çalışanlara terbiye diskuru çekerken, yanıtlanması gereken şu soruyu yeniden güncel hale getirdi:

“Türkiye’de -gazeteciler de dahil- çalışanların iş güvencesi olsa Başbakan bu postayı atabilir miydi?”

Soruya yanıt vermeden önce bir saptama yapmak ve kısa bir izahatta bulunmak gerek: Türkiye’de çalışanların gerçek anlamda bir iş güvencesi hiçbir zaman olmadı. Çalışanların iş güvencesi her zaman işverenlerin iki dudağının arasında oldu. İş güvencesinin bulunmadığı koşullarda sendikalar da güçlenme şansı bulamadı. Bu yüzden iş güvencesi, işten atılmalarla önemli güç kaybı yaşayan emek hareketi için, uzun yıllar öncelikli talepleri arasında yer aldı. Ne var ki, etkili bir mücadelenin konusu olamadı. Dolayısıyla da siyasal iktidarlar da iş güvencesine yasal bir düzenleme yapmak için kendini baskı altında hissetmedi, çok istekli davranmadı. Nihayet Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) baskısıyla zoraki de olsa iş güvencesi düzenlemesi yapıldı. Başbakan Erdoğan’ın Çorum ilinden vekili Agah Kafkas’ın televizyon ekranlarından “biz çıkarttık” dediği iş güvencesi yasasını, aslında DSP-MHP-ANAP hükümeti çıkarttı. DSP-MHP-ANAP hükümeti, Ağustos 2002’de iş güvencesi yasası çıkarmış, fakat patronlar hazmetsin diye yasanın yürürlük tarihini 15 Mart 2003’e bırakmıştı. Bu arada seçimler oldu, AKP iktidara geldi ve iş güvencesi düzenlemesini 4857 sayılı iş yasasının içine yerleştirdi. AKP, “Yasayı biz çıkarttık” diye övünen Agah Kafkas’ın bilerek es geçtiği bir değişiklik yaparak, DSP-MHP-ANAP hükümetinin hazırladığı düzenlemede yer alan 10 kişiden fazla işçinin çalıştığı işyerinde çalışma koşulunu 30 kişiye çıkartarak budadı. Böylece yasanın kapsamını daralttı, kısmi iş güvencesinden yararlanabilecek insanların sayısını azalttı.

30’dan fazla işçi
AKP yasanın kapsamını daraltmıştı ama buna rağmen yasayı en azından sendikal örgütlenmeyi kolaylaştırabilecek işçi lehine bir düzenleme olarak görenlerin sayısı az değildi. Fakat uygulamadaki bütün sonuçlar ortaya koydu ki, yapılan düzenleme işçiyi haksız feshe, keyfi işten çıkartmalara karşı korumuyor. Evet, bugün 30’dan fazla işçi çalıştıran işyerlerinde altı aydan fazla kıdemi olan işçilerin işten çıkarılmasında işverenler artık geçerli bir sebebe dayanmak zorunda. Yasa sendika üyesi olanı, sendikal faaliyete katılanı, sendika temsilciliği yapanı, işveren aleyhinde idari ve adli makamlara başvuranı işten çıkaramazsın diyor. Din, dil, ırk, cinsiyet, siyasi görüş ve benzeri nedenlerle işçinin işten çıkarılmasını haklı sebep saymıyor. Fakat yasada bunların yer alması, işçi çıkarılmasını engellemeye yetmiyor. Çünkü işçiyi işten atan işverene yasanın öngördüğü ciddi bir yaptırım yok. Haksız bir biçimde işten çıkarılan ve yargı kararıyla feshi geçersiz sayılan işçinin, işvereninin önüne yasa iki seçenek sunuyor: İstersen işçiyi işe geri al, istersen -yine mahkeme ya da özel hakemin belirlediği- en az dört, en çok da sekiz aylık tazminatını öde. İşte yasayı fos çıkaran, adı var kendi yok hale getiren incelik de, bu noktadan sonra başlıyor. Elbette işverenler bu ikincisini tercih ediyor ve işçinin kıdem ve ihbar tazminatına ilaveten en fazla sekiz aylık ücreti kadar tazminat ödüyorlar. Yasanın burada işverene getirdiği küçük bir yükümlülük daha var: Seri mahkeme usulüne göre yargıtay aşaması da dahil üç ayda sonuçlandırılması gereken dava, bu süreyi aşarsa işçiye en çok dört aylık ücreti ve diğer hakları da ödeniyor.

Sadeleştirecek olursak iş güvencesi yasasından önceki dönem ile sonraki dönem arasındaki tek fark işçiyi işten atan işverenin, işçinin kıdem ve ihbar tazminatına ek olarak maksimum 12 aylık ücreti tutarında yeni bir ödeme yükümlülüğünün getirilmesi. Yapılan düzenleme işçiyi geçersiz feshe karşı gerçek anlamda korumuyor, işverene ilave tazminat yükümlülüğü getiriyor. Sonuç olarak iş güvencesi adı var ama kendi yok bir düzenleme olarak işçilerin bir işine yaramıyor. İşçinin iş güvencesi patronların iki dudağı arasında olmaya devam ediyor.

Şimdi yazının başında bıraktığımız soruya geri dönelim: Türkiye’de gerçek bir iş güvencesi olsaydı, ne sendikalar bu kadar zayıf olurdu ne de Başbakan emek terbiyecisi rolüne soyunabilirdi. Bu yüzden iş yasasının çalışanı haksız feshe karşı koruyan düzenlemenin yeniden elden geçirilmesi, işe iade mekanizmasının güçlendirilmesi ve işe iadenin olmadığı koşullarda işverenin ödeyeceği tazminat miktarının işverenin haksız feshi göze alamayacağı, caydırıcı bir miktara yükseltilmesi şart. Peki, çalışanı ekmeği ile terbiye etmeyi düstur edinmiş bir siyasal iktidar bunu yapar mı? Tekel işçileri örneğinden yola çıkarak söyleyebiliriz ki, mecbur kalırsa yapar. Tekel işçileri eylemleriyle hükümete geri adım attırdılar ve 4 Şubat 2010 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu kararıyla tescilli, hükümeti 4-C’de iyileştirmeler yapmak zorunda bıraktılar.

Tekel işçileri 4-C’yi tamamen yok hükmünde saymalarına ve böyle bir perspektifle mücadele vermelerine rağmen, bir yan ürün olarak bu sonuç ortaya çıktı. Demek ki bir talebin arkasına hatırı sayılır güç yığınca, ısrarlı ve kararlı bir mücadele verince sonuç almak pek de zor değil. Yeter ki eylemle, mücadeleyle sonuç alınabileceğine inanan bir irade ortaya çıksın, yeter ki sendikacılar hükümetin sözcüsü rolünü, işçi hakları mücadelesine tercih etmesin. Yeter ki, çalışanları ekmekleriyle terbiye etmeye kalkanlara karşı, şimdi iş güvencesi için kolları sıvamanın tam zamanı diye yola çıkılabilsin...

http://www.radikal.com.tr/

5 Şubat 2010

Davayı aç vergiyi kap!

http://image.haber7.com/haber/haber7/photos/999320081216040806740.jpg

Davayı aç vergiyi kap!

09.36 | 5.2.2010

Anayasa Mahkemesi’nin 8 Ocak 2010’da aldığı karar çalışanların yüzde 27’den fazla vergi ödememesinin yanı sıra ödediği vergiyi geri alma şansı doğurdu.

Mahkeme, çalışanların yüzde 15’ten başlayıp yüzde 35’e kadar varan oranlarda vergi ödemesini sağlayan ve 2006’da çıkarılan yasanın “40 bin TL’nin üstü için yüzde 35” olan düzenlemesini Anayasa’ya aykırı bularak iptal etti.

Mahkeme kararında 30 Mart 2006’da çıkarılan 5479 sayılı Gelir Vergisi Kanunu, Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun, Özel Tüketim Vergisi Kanunu ve Vergi Usul Kanunu’nda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 1’inci maddesi ile değiştirilen 31.12.1960 tarihli ve 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu’nun 103’üncü maddesinde “40.000 YTL’den fazlasının 40.000 YTL’si için 9.190 YTL” ifadesinden sonra gelen “fazlası % 35 oranında” ibaresinin Anayasa’ya aykırı bularak iptal edildiği kararına vardı.

BUNDAN SONRA YÜZDE 27

Böylece çalışanlar bundan sonra en fazla yüzde 27 gelir vergisi ödeyecek. İptal kararı ile 2006’dan sonra çalışanların ödediği yüzde 35’lik gelir vergisi için dava açıp yüzde 8’ini (35-27) geri alma hakkı da doğdu. Gelir vergisi aylık gelir üzerinden hasaplanıp gelir arttıkça vergi dilimi yükseldiği için genellikle yılın ikinci yarısından sonra özellikle de yıl sonuna doğru vergi dilimi yüzde 35 olabiliyordu. Uzmanlar özellikle 2009’un son ayları için çalışanların dava açıp ödedikleri fazla vergiyi geri alabileceğini belirtiyor.

Bazı vergi uzmanları dava açma süresinin geçmiş olmasına rağmen çalışanların bireysel olarak dava açması halinde 2006-2008 yılları arasında fazla ödenmiş olan verginin de alınabileceğini kaydediyor. Aynı uzmanlar Danıştay’ın bu gibi durumlarda vatandaş lehine verdiği kararlar olduğunu dile getiriyor.

4 BİN LİRA ALANA 2 BİN LİRA

Uzmanlar özellikle şirketlerin çalışanların gelir vergisi beyannamesini verip vergisini öderken ‘ihtirazi kayıtla’ verilmiş olması halinde fazla verginin mutlaka geri alınacağını belirtiyor. Birçok büyük şirketin de çalışanları adına fazla ödedikleri vergiyi almak için harekete geçtiği ifade ediliyor.

2009 yılı ücretleri ve vergi dilimleri dikkate alınarak yapılan çalışmayla aylık net geliri 4 bin lira olan çalışanın yaklaşık 2 bin TL vergiyi geri alabileceği hesaplandı. Ücretler yükseldikçe geri alınması gereken tutar da artıyor.

Örneğin aylık geliri 10 bin TL olan çalışanın alacağı vergi iadesi 11 bin TL’ye kadar çıkıyor.

Yeni yasa yapılması için Haziran 2010’a kadar süre tanındı Mahkeme boşluk doğmaması için Maliye'ye (Meclis'e) 6 ay süre verdi. Meclis 6 ay içinde konuyla ilgili yeni yasa yapmak zorunda. Mahkemenin verdiği kararda Anayasa'nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasında "Kanun, kanun hükmünde kararname ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların hükümleri, iptal kararlarının Resmî Gazete’de yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkar. Gereken hallerde Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarihi ayrıca kararlaştırabilir. Bu tarih, kararın Resmî Gazete’de yayımlandığı günden başlayarak bir yılı geçemez" hükmü hatırlatılarak Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulü Hakkında Kanun'un 53. maddesinin dördüncü fıkrasında da bu kuralın tekrarlandığı ifade ediliyor. Maddenin beşinci fıkrasında ise Anayasa Mahkemesi'nin, iptal halinde meydana gelecek hukuksal boşluğu kamu düzenini tehdit veya kamu yararını ihlâl edici mahiyette görmesi halinde yukarıdaki fıkra hükmünün uygulanacağının belirtildiği kararda “30.3.2006 günlü, 5479 sayılı Yasa'nın 1. maddesiyle değiştirilen 31.12.1960 günlü, 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu'nun 103. maddesinde yer alan 40.000 YTL'den fazlasının 40.000 YTL'si için 9190 YTL, ifadesinden sonra gelen ‘...fazlası % 35 oranında ...’ ibaresinin, ‘ücret gelirleri’ yönünden iptal edilmesi nedeniyle doğacak hukuksal boşluk kamu yararını ihlal edici nitelikte görüldüğünden, yeni yasal düzenleme yapılması amacıyla, Anayasa'nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasıyla 2949 sayılı Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 53. maddesinin dördüncü ve beşinci fıkraları gereğince iptal hükmünün, kararın Resmi Gazete'de yayımlanmasından başlayarak altı ay sonra yürürlüğe girmesi uygun görülmüştür” denildi.

Adaletli ve dengeli dağılım Kararda “Değişiklikten önce ücretlilerin, yıllık 78 bin TL’yi aşan gelirleri yüzde 35 oranında, altındakiler daha düşük oranda vergilendiriyordu” denilerek yeni tarifede getirilen 40 bin TL’yi aşan gelirlerin yüzde 35 oranında vergilendirilmesinin ücretlilerin gelir vergisi artırılarak vergi yükünün, adaletli ve dengeli dağıtılması ve vergide eşitlik ilkelerinin zedelendiği belirtildi. Özellikle aynı vergi dilimine giren diğer gelir vergisi mükelleflerinin birçok indirim ve istisnadan yararlandığı ancak çalışanların yararlanamadığının altı çizildi.

http://www.milliyet.com.tr

"

2 Kasım 2009

BİYOGÜVENLİĞİMİZ TEHLİKEDE! GDO‘LARIN TİCARETİ SERBEST BIRAKILDI !

BİYOGÜVENLİĞİMİZ TEHLİKEDE!
GDO‘LARIN TİCARETİ SERBEST BIRAKILDI !

02 Kasım 2009 Pazartesi

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan "Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik" 26 Ekim 2009 günlü Resmi Gazete‘de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

GDO‘lar konusunda 10 yıla ulaşan bir zaman dilimi boyunca kamuoyunu aydınlatma çabası içinde olan meslek örgütleri, demokratik kitle örgütleri, tüketici kuruluşları, çevreci kuruluşlar ve bilim insanları olarak bizler, ortaya çıkan yeni ve vahim durum karşısında, bir kez daha görüşlerimizi kamuoyu ile paylaşmayı görev sayıyoruz.

Yeni Yönetmelik ile GDO‘ların ülkeye girişine meşruluk kazandırılmış iken, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı‘nın sanki bu ürünlerin ticareti yasaklanmış gibi bir yanlış kamuoyu algısı yaratma girişimleri, bizlerin yukarıda belirtilen görevini daha da acil bir niteliğe taşımıştır.

Bu çerçevede;

1 - Türkiye‘nin, yıllardır talep ettiğimiz doğru içerikli bir Ulusal Biyogüvenlik Yasa‘sı olmadan, GDO‘ların ticaretinin bir Yönetmelikle düzenlenmesi hukuk, egemenlik ve halk sağlığı açısından bir skandaldır. Çünkü;

•· Yönetmelikler Yasa ve Tüzüklerin uygulanmasını göstermek üzere çıkartılırlar. Ortada bir Biyogüvenlik Yasası yokken, sözü edilen Yönetmeliğin GDO‘larla ilgili hiçbir düzenleme içermeyen Tarım, Gıda ve Yem Yasaları, 4703 sayılı Yasa ve 441 sayılı KHK‘ye dayandırılmaya çalışılması, sürecin hukuksuzluğunu olanca açıklığı ile ortaya koymaktadır.

•· Türkiye‘de yaşayan tüm yurttaşların sağlığını ve haklarını ilgilendiren bir konunun, TBMM‘de, milletin vekilleri tarafından görüşülmesi ve bir Yasa niteliğinde düzenlemeye konu edilmesi gerekirken, Bakanlar Kurulu‘nda imzaya açılan tasarının TBMM‘ye indirilmeyerek konunun Yönetmelik ile düzenlenmesi, millet iradesi ve egemenliğinin ihlalidir. Böylelikle, konunun vahim içeriği, halkın ve parlamentonun dikkatinden kaçırılmaya çalışılmaktadır.

•· GDO‘ların ticaretinin birkaç küçük istisnayla serbest bırakılması, bu alandaki kararların devlet memuru ağırlıklı bir Komite‘ye bırakılması, yine Bakanlık tarafından seçilecek uzmanlar listesinden görüş alınması gibi hükümler, halk sağlığı alanındaki tehlikenin açık görünümleridir. Siyasilerin ve şirketlerin baskısına direnebilecek bağımsız bilim otoriteleri yerine güdümlü organizasyonlar yeğleyen Yönetmelik, bundan da öte, bir Bakan talimatı ile her an değiştirilebilecek konumdadır.

Yukarda sayılan temel yanlışlıklar yanında, bebekler için risk sayılan gıdaların yetişkinler için serbest tüketime konu edilmesi, GDO‘suz gıda maddesi üreten işletmelerin bu yönde etiket kullanmalarının yasaklanması gibi hükümler ve asıl olarak GDO‘lu ürünlerin her türlü ticaretinin meşru zemine çekilmesi, Yönetmeliği kabul edilemez konuma taşımaktadır.

2 - Konunun halkın bilgisine sunulması yolunda ortaya koyduğumuz özverili çabalar, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı‘nı telaşa sürüklemiş olup, Bakanlık web sayfasında yapılan açıklamayla kamuoyu yanlış yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Bu alanda da gerçekleri kamuoyu ile paylaşmayı görev biliriz;

•· Bakanlık, bu Yönetmelik ile GDO‘lu tohumların Türkiye‘de kullanımının yasaklandığını ifade etmektedir. Oysa bu yasaklama, on yıla yakın bir süredir, bir Genelgeyle sağlanmaktadır. Bakanlığın hem bu durumdan hiç söz etmemesi hem de hazırlayıp Bakanlar Kurulu‘na sunduğu Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı Taslağı‘nda, Hükümet sözcüsü Sn Cemil ÇİÇEK‘in de ifade ettiği üzere, GDO‘lu tohumların ekimini serbest bırakmaya çalışması, kamuoyunu yanıltma girişimlerinin açık göstergeleridir.

•· Bakanlık, işbu Yönetmeliğe aykırı davrananlara, dayanakta gösterilen yasalar çerçevesinde, izin iptali, para cezası vb. cezaların verilebileceğini belirtmektedir. Bu cezaların çoğu, ilgili yasaların GDO‘lara özel düzenleme içermemeleri nedeniyle, olayın ciddiyetiyle bağdaşır nitelikte değildir. Nitekim, hazırlanıp TBMM‘ye sevk edilmeyen Kanun Tasarısı taslağı, bu alanda açıkça hürriyeti bağlayıcı cezalara hükmetmekte idi.

•· Bakanlık, risk değerlendirmesinin, 11 kişilik bağımsız, bilimsel, teknik komite tarafından yapılacağını belirtmektedir. Oysa Yönetmelik, uzmanlar listesinden Bakanlık tarafından seçilecek Komite‘nin, TAGEM, TÜGEM, KKGM temsilcileri yanında üniversite, TÜBİTAK ve araştırma enstitüleri temsilcilerinden oluşacağını belirtmektedir. Gerek uzmanlar listesinin niteliği, gerekse hem uzmanlar listesinin hem de Komite‘nin Bakanlık tarafından seçilecek olması, bu organizasyonun bağımsız, bilimsel, teknik sıfatlarını daha baştan ortadan kaldırmaktadır.

Sonuç olarak, gen bankası niteliğindeki ülkemizin biyolojik çeşitliliği, tarım potansiyelimiz, halkımızın satın alma gücü ve tüketim alışkanlıkları değerlendirildiğinde, GDO‘lu ürünlere Türkiye‘nin ihtiyacının olmadığı, üstelik bu ürünlerin kullanımının halk sağlığı yanında halkımızın dinsel - kültürel inanç ve alışkanlıklarına da aykırı olduğu ortadadır.

Bizler, bu alanda yıllardır halk yararına çaba gösteren kurum ve kuruluşlar olarak, bir kez daha GDO‘ya Hayır diyoruz. Halkın ve ülkenin yarar ve çıkarları, şirketlerin kar hırsının üzerindedir. Ülkemiz yurttaşlarının büyük çoğunluğunun istemediği genetiği değiştirilmiş ürünlerin, ülkemizi bir genetik yıkıma sürüklememesi için, her türlü meşru mücadelenin sürdürüleceğini ve GDO‘ları yasallaştırmaya çalışanların deşifre edilmeye devam edileceğini belirtiriz.

Kamuoyuna saygı ile duyurulur.

GDO‘YA HAYIR PLATFORMU

GDO‘YA HAYIR PLATFORMU BİLEŞENLERİ

-TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası -TMMOB Çevre Mühendisleri Odası
-TMMOB Peyzaj Mimarları Odası -TMMOB Mimarlar Odası
-TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Marmara Bölge Şubesi
-TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Ege Bölge Şubesi
-Türk Tabibler Birliği
-Tüketici Dernekleri Federasyonu (TÜDEF)
-Tüketici Örgütleri Federasyonu (TÖF)
-Tüketiciyi Koruma Derneği (TÜKODER)
-Tüketici Hakları Derneği -Tüketici Bilincini Geliştirme Derneği
-Çiftçi-SEN
-Ekoloji Kollektifi
-DOĞADER
-EKODER
-KESK Tarım Orkam-Sen
-Nilüfer Yerel Gündem 21
-Gemlik Yaşam Atölyesi Derneği
-İçanadolu Çevre Platformu (İÇAÇEP)
-Marmara Çevre Platformu (MARÇEP)
-Ege Çevre Platformu (EGEÇEP)
-Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi
-Gürsel Tonbul Çiftlik İşletmeleri
-İmece Evi İmece Ekoköyü Dogal Yasam ve Ekolojik Çözümler Derneği
-Imece Ekoköyü Kooperatif Girişimi
-Eskişehir Çevre Koruma ve Geliştirme Derneği
-Muratpaşa Dostları Derneği
-Konyaaltı Dostları Derneği
-Kibele Ekolojik Yaşam Kooperatifi
-PDA Pembe Domates Ağı
-Akçaeniş Köyü Çevre Kültür Kalkınma ve Dayanışma Derneği
-Kirazlı Ekolojik Yaşam Derneği
-Bornova Sivil Toplum Platformu (BORPLAT)
-Greenpeace Türkiye
-Sinop Çevre Dostları Derneği
-Doğu Akdeniz Çevre Bileşenleri
-Yeni İnsan Yayınevi
-Buğday Derneği
-Slowfood Yağmur Böreği Birliği
-Slowfood Fikir sahibi Damaklar Birliği
-Slow Food Gençlik Gida Hareketi
-Slow Food Ankara Birliği
-Slow Food Kars Birligi
-Boğatepe Çevre Yaşam Derneği
-Aromaterapi Derneği (AROMADER)


"