24 Mayıs 2010

Derneğimizin Kuruluş Nedenleri İle Karşılaştığımız Zorluklar

Derneğimizin Kuruluş Nedenleri İle Karşılaştığımız Zorluklar


Derneğimiz, Anadolu Aleviliğine (Bektaşiliğe) özgü bir yaşama tarzıyla, birbirleriyle dayanışma içerisinde yaşamaya alışkın insanların, köylerinden büyük şehirlere göçünce oradaki yalnızlığının, güçsüzlüğünün verdiği sıkıntıları aşabilmek için, bir araya gelme, dayanışma içine girme arzusundan doğmuştur.

Tarihsel bir olguyu iyice anlamak, bazı ayrıntılarını birbirlerine karıştırmamak için, incelenen olgunun hangi toplumsal zorlamaların sonucu olarak doğduğuna, ortaya çıktıktan sonra toplumu nasıl etkilediğine, en yüksek aşamasına ne zaman geldiğine, ne zaman durgunlaşıp sönümlenmeye başladığına kısaca bakmak gerekir derler; bizde öyle yapalım.

Anadolu Aleviliğinin temelinde olgun insan ( “insanı kamil- ehli kamil insan) anlayışı yatar. Onlara göre her şeyin temeli insandır; bu yüzden aranacak her şey insanda aranmalıdır. Bu anlayışı Hacı Bektaşi Veli “hararet nardadır, sacda değildir; Keramet baştadır, taç da değildir; Her ne arar isen insanda ara, Kudüs’te, Mekke’de, Hacda değildir” diye ifade etmiştir. Bir çok alevi şairi gibi bu sözleri şiirlerinde işleyen, Yunus Emre, bir deyişinde “Her ne arar isen, kendinde ara; Kudüs’te Mekke’de Hacda değildir; Kabul et Yunusun ergen sözünü, tezcek gelir başa, geç de değildir” der .

Onlara göre
“insan, okunacak en büyük kitaptır”. Hz. Ali bir sözünde: Bir kur’an-ı sâmit, bir de kur’an-ı Natık vardır ( bir cansız konuşmayan kuran, birde canlı, konuşan kuran vardır) dediği gibi; onlar insanı “kuran’ı natık: canlı kuran” olarak görürler. Onlara göre her şeyin yapıp, yaratıcısı olan insandır; bu anlayıştan dolayı bir alevi şairimiz: “Kainatın aynasıyım, madem ki ben bir insanım/ Hakkın varlık deryasıyım mademki ben bir insanım / Tevrat’ı yazabilirim, İncili dizebilirim, Kuranı sezebilirim, mademki ben bir insanım / İnsan Hakta Hak insanda, arıyorsan bak insanda çok keramet var insanda, mademki ben bir insanım / Daimiyim harap benim, ayaklara turap benim, aşk ehline şarap benim, mademki ben bir insanım”.der.

Anadolu Alevileri insanı, tanrının özünden, Onun ruhundan yaratılmış yüce bir değer, yüce bir varlık olarak görürler. Onlara göre tanrı insanda, insanın özünde, gönlünde, kalbinde, kalbinin içindedir. Ehli Kamil olan insan kendini tüm olumsuzluklardan arındırarak, özündeki bu cevherle birleşen, onunla hem hal olup ikiliği aradan kaldırıp o özle yek vücut olan yetkin insandır. Bu varlığa (İnsana), kötülük etmek şöyle dursun, Anadolu Alevi anlayışına göre insanın kalbini kırmak bile, tanrının evini – gönül Kabe’sini - yıkmakla özdeştir. Anadolu Aleviliğinin en temel düşüncelerinden biri olan bu anlayış, yine en güzel ifadelerini, bu anlayışın temellerini atan, bir nevi Hacı Bektaşi Velinin bu günlere kadar gürleyerek gelen sesi, sedası olan Yunus Emre’nin şiirlerinde en olgun ifadelerini bulur; yeri gelmişken burada bu şiirlerden birkaç dizeyi analım:

Çalış kazan ye yedir, bir gönül ele getir
Bin Kabe’den yeğrektir, bir gönül ziyareti.
Eğer bir müminin kalbin kırarsan
Hakka eylediğin secde değildir.
Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil.
Yunus Emre der hoca: gerekse bin var Hacca
Hepsinden iyice bir gönüle girmektir.

Bu düşünce alevi ozanlarının şiirlerinde sürekli işlenen bir oya gibidir; Sümmani: “kimi Sevap için Kabeye Varır / Kabe kapınızda bilmez misiniz” derken, Katibi: “Gönül Kabe’sini tavaf ederiz / Günde yüz bin kere hacımız bizim” diyor; bir başka şairimizse: “Gönül bir Kabe’dir yap da ol Hacı / Davut Sulari’de nişan eylesin” diye bu düşünceyi daha da somutlu yor. ... “Benim Kabem insandır” deyip, ibadetlerini yaparken halka şeklinde oturup, birbirlerine yüzlerini dönmeleri, birbirleriyle yüz yüze gelmeleri bu anlayışın sonucudur.

Elbette burada yüceltilip, korunan insan, bütün insanlık alemidir. Kulluktan insanlığa yüceltilen bu varlığı, her hangi nedenle olursa olsun, bir birlerinden ayrı görmek; birilerini diğerlerinden üstün yada aşağı görmek, hem suçtur hem de en büyük günahtır. Pir Sultan “Gelin canlar bir olalım” diye çağırırken, bu birlik çağrısını dili, dini, ırkı, vatanı,cinsiyeti ne olursa olsun bütün insanlığa yapar.
“Bizim Yunus ...,” bu konuyu işlediği dizelerinde, bize şöyle seslenir:

“yetmiş iki millete bir nazarla bakmayan ,
Halka müderris ise de hakikatte asidir.

“Sen sana ne sanırsan, Ayruğa da onu san
Dört kitabın manası budur, eğer var ise.

“Hakkı gerçek sevenlere,
Cümle alem kardeş gelir.

“Biz kimsenin dinine kötü demezük,
Muhabbet doğarsa din tamam olur” diyor.

İnsana zarar vermek şöyle dursun, insanın kalbini kırmayı (“gönül Kabesini yıkmayı”) bile suç sayan, günah bilen, Anadolu Alevileri, bu anlayışlarını günlük hayatlarına sindirerek, yüz yıllardır süren hayatları içerisinde buna özgü bir yaşam biçimi kurup, bunu gelenekselleştirmişlerdir.
Bu yüzden Alevi köylerinde bütün işler, halkın gönüllü katılımına dayanarak, imece usulüyle ortaklaşa yapılır; Köyün yolu suyu, seteni, “ayin-i cemi” köylülerin gönüllü katılımıyla, elbirliği içerisinde yapıldığı gibi, köyde yapılacak düğünde, ölümde köylünün ortak sorunu, elbirliğiyle yapacağı işlerdir. Alevi köyünde doğup büyüyen bir insan, doğal olarak bu işlerin her yerde de böyle yapıldığını sanır; bu yüzden bu yaşam biçiminin önemini de, değerini de anlayamaz bile; ne zamanki köyünden çıkar, farklı anlayışlardaki yaşam biçimlerini görür işte o zaman kendi yaşamlarının değerlerini, farkını fark eder; işte o noktadan sonrada, o değerleri anlamaya, kendi kendine bilinçlenmeye başlar. Buda kendi gibi olanları arayıp bulmasının, bu değerleri yaşayıp, yaymak için toplanıp örgütlenme içine girmesinin temel dinamiğidir. Derneğimiz bu dinamiklerin sonucu oluşmuş var olan koşulların özgül biçimidir.

Kapalı köy hayatı içerisinde, birbirleriyle dayanışma içerisinde yaşayan, bunu bir yaşam biçimi haline getiren Aleviler, büyük şehirlere göçüp oralarda yaşamaya başlayınca, yeni hayatlarının her sıkıntılı anlarında, birbirlerinin yardımına koşup, birbirleriyle dayanışma içerisine girerler. Özellikle bir hastaları olduğunda, yada bir ölüm olduğunda, köylüler- hemşehriler birbirlerinin yardımına koşar, toplanan insanlar gerekli bütün işleri ortaklaşa yaparlar. Özellikle cenazelerin defnedilmesi, cenazenin köyüne götürülmesi için para toplanmaya başlanır. Toplanan bu paralar bazı anlar artar, bunu bir yerde biriktirip, başka bir zamanda gerekli olunca o fondan kullanmaya başlarlar. Zaman içerisinde bunun kolaylıkları, yararları anlaşıldıkça, iyi günlerinde de bu fona para vermeye, buraya para toplamaya başlanır. Böyle başlayan bir sürecin içerisinde, büyük şehirlerde (Ankara’da) yaşayan alevi köylerinden insanların oluşturduğu “ölü gömme sandıkları” oluşur. Bu sandıkların bir araya getirdiği insanlar zaman içerisinde bu sandıklara hukuki bir biçim vermek için, o alevi köyünün adıyla anılan köy dayanışma derneklerini kurmaya başlarlar. İşte bizim derneğimizde bu sürecin sonucu doğan, alevi köy derneklerinden biridir.
Derneğimiz, Banaz Köyü Pir Sultan Abdal Turizm ve Dayanışma Derneği” adıyla, 8 Ağustos 1988 yılında, Ankara’da kurulur . Adından da anlaşıldığı gibi bir yöre derneği (bir köy derneği) olarak doğan derneğimiz, 26 Kasım 1990’da yapılan 1. Olağan Kongresinde hem tüzüğünde hem de adında değişiklikler yaparak bu günkü haline gelir.
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, bu iç değişiminden sonra, bu yaşam biçimini içine sindirmiş, böyle yaşayıp kendileriyle dayanışma içerisinde olacak, bütün dostlarını, yeni komşularını da içlerine alarak, gelişip, büyüyerek bu günkü – Çağdaş Demokratik Kitle örgütü – haline gelir. Derneğimizin bu niteliğinden dolayı, derneğimizin bütün kademelerinde, geçmiş aidiyeti, inançları ne olursa olsun bu yaşam biçimini içine sindiren, bütün insanlara açık olmuştur. Derneğimizde, din, dil, ırk, milliyet, cinsiyet vb. ayrımlar asla yapılmaz. Bu olgu dernek tüzüğümüzün amaçlar bölümünde şöyle belirtilir: “ Derneğin Amacı : Pir Sultan Abdal’ın yaşamı ve felsefesi doğrultusunda sosyal, kültürel çalışmalar yapmak, başta Anadolu Alevi kültürü olmak üzere tüm kültürleri yaşatmak, geliştirmek ve yaymanın yanı sıra Demokrasi, Laiklik ve insan hakları gibi değerlere sahip çıkmaktır.” Derneğin yapacağı işler bölümünde ise: Dernek, “Çalışmalarını ırk, dil, inanç, cinsiyet ve siyasal görüş ayrımı gözetmeden sürdürür.” denmektedir.
2 Temmuz Katliamından sonra ülkemizin birçok yerinde derneğin şubeleri açılmaya başlanır; Adana Pir Sultan Abdal Kültür Derneği de bu süreçte 21.12.1993’de kurulur.
Karşılaştığımız zorluklara gelince, bunları da şöyle bir sırayla anlatmamız uygun olur:
Derneğimizin kuruluşuna nasıl geçmişten süzülerek bugünlere gelen olumlu değerlerimiz neden olduysa, yine en büyük ayak bağımız da kökleri çok derinlerde olan yanlış inanışlarla geleneklerimizdir; Bizler gördük ki, bu günde bize güç veren, değişip dönüşerek çağdaş değerlerle kaynaşacak geleneklerimizde var, bu gün ki çağdaş yaşamda, bizlere ayak bağı olacak, onlardan acilen kurtulmamız gereken anlayışlarımızda var.
Asırlardır Anadolu Aleviliği “Halk Mezhepler” içerisinde görülmeyip, hep “Beşinci Mezhep” olarak görülerek dışlanmış, Aleviler hakkında çok kötü iftiralar uydurulmuş; Aleviliğin yok edilmesi için “onların kanı katli helaldir” diye fetvalar verdirilerek, bu günlere gelinmiş. Bu tarihsel birikimlerin sonucu olacak ki, 1993 yılının, 2 Temmuzunda Sivas’ta saz çalıp, semah dönerek Pir Sultanı anmakta olan canlarımızın kaldığı Madımak Oteli, Cuma namazı için camilerde bulunan insanların kışkırtılması sonucu ateşe verilip, yakılmıştır. Bu, nereden bakılırsa bakılsın, acı bir olaydır; bizce bu olayın düşünülmesi gereken önemli bir yanı da, bunu yapanların sıradan, her hangi bir yerden değil de, ibadet için camilerde toplanmış insanlardan oluşlarıdır. İbadet için camilere toplanan bir kitlenin bu hale nasıl geldiği, yada nasıl olup ta bu hale getirildiği, gelecek güzel günler için araştırılıp, gerekli önlemler alınmalıdır. Ne yazık ki, bu güne kadar ne üniversitelerimizden, ne devlet kuruluşlarımızdan, nede demokratik kitle örgütlerimizden bu işe soyun olmamıştır. Bizce buda üzerinde düşünülmesi gereken acı bir sonuçtur.
Bize her yıl, lisede, hatta üniversitede okuyan gençlerimizden gelip, “Aleviler mum söndürür mü, horoz çırpındırma işi nedir, Aleviler niye yıkanmazlar ...vs” diye çeşitli sorular soranlarımız olur. Bu çağda, bu türlü sorulara muhatap olup, uzun uzun açıklamalar yapmak zorunda kaldığımız için üzülürüz. Milli Eğitimimizin ders programları demokratikleştirilip, -örneğin felsefe dersinde – Alevilik felsefesi ile Alevilik düşüncesi incelenemez mi, tarih dersinde, tarihi bu olaylar, objektif bir gözle okutulup, eleştiri süzgecinden geçirilemez mi? İnsanlarımızın birbirlerini sevip kaynaşması için, geçmişlerini bilmesini, birbirleriyle uzlaşmasını kim yada kimler sağlayacak, bu iş bu gün değilse ne zaman yapılacak, bizler yapmayacaksak kimler yapacak?...
Alevi insanlarımızın önemli bir çoğunluğu da, gelişmeleri iyice anlamadan, çağa kendilerini uyduracakları yerde, geçmişte kalması gereken bazı anlayışları bu günde olduğu gibi yaşamak istemekteler. Örneğin, ayin-i cem dışında semah dönülmesine karşı çıkılması; Alevi kökeninden gelmeyen gençlerle çocuklarının evlenmelerinde problemler çıkarılması; koltuklara oturarak değil de, dededen babadan görüldüğü gibi yerlere oturarak “Ayin-i cem” yapılması; bütün mahkemelerin jüri sistemine geçip, daha adil, demokratik bir yargılama sistemine geçilmesi için çalışmak varken hala bu işin cemlerde görmeyi düşlemek; bazı geleneklerin, bazı anlayışların bilimsel eleştirileri karşısında tutuculaşmak vb. sayıla bilinir.
İnançlarımızın gereği bazı gelişmelere tavrımızdan dolayı da çeşitli baskılara uğruyoruz. Örneğin Alevi inancı insan canına kastetmeyi dıştalar, insanı öldürmeyi reddeder; Alevi cemlerinin en büyük cezası, suçluyu “düşkün” ilan edip, düşkün olan kişiyle her türlü ilişkiyi keserek, onu her şeyden mahrum etmek, onunla selamı sabahı kesmektir. Bu ceza suçlunun topluma geri kazanılması olanağını da ortadan kaldırmaz. Bu temel inancımızdan dolayı, 2 Temmuz Sivas Katliamı sanıklarının suçlu bulunup, idam cezasına çarptırıldığında, bizler “evet bunlar suçludurlar, ama bizler idama karşıyız bunlara başka bir ceza verilsin” diye bir tavır aldığımızda, üyelerimizden bazı arkadaşlarımızı da yanlarına alan bir gurubun baskısına uğradık; dönem değişti, bu defa, Abdullah Öcalan’ın idam edilmesine aynı anlayışımız nedeniyle karşı çıktığımızda da bu defada başka güçlerin baskısına uğradık. Bizler doğru bulduğumuz bir ilkemizi, kişisel durumlara göre değiştiremeyiz ki.
Ülkemizde oldum olası, özgürce siyasal çalışmalar yapmanın önünde birçok engeller, yasaklar bulunduğundan dolayı, yasaklı siyasal hareketler çalışmalarını bir kuruluşun altında kendilerini kamufle ederek, oralarda gizlenerek yapa gelmişlerdir; Bu o kuruluşta, genleriyle oynandığından tadı, kokusu, görüntüsü değişen bitkilerdeki gibi, acayip değişikliklere yol açar. Adana’da bizim derneğimiz kurulduğunda, bazı sol, sosyalist düşüncelerden insanlar geldiler, tabi ki gelirken kendileriyle beraber alışkanlıklarını, huylarını, suylarını da beraberlerine getirdiler. Bunun çok çeşitli sıkıntıların çektik, zorluklarını gördük.
Bu süreçte bir şeyi de gördük ki, çoğu zaman bir fikir, onu ortaya atanlardan da bağımsız olarak, bütün mantıki sonuçlarına çabukça ulaşıyor.
Örneğin kendilerine “milliyetçi sosyalist – ulusal sol” diyen bir siyasal hareket, bir siyasi parti, derneğin yolunu, izini bilmeyen üyelerini derneğe üye ederek, kongrede derneği ele geçirip, derneği partilerinin yan bir kuruluşu gibi kullanmaya başladı. Nehirlerin yollarını alırken içine giren yabancı nesneleri dışarı atıp, kendi kendini arındırdığı gibi, dernek kitlemizde derneği terk edip onları yalnız bıraktı. Bu süreç sonunda dernek işlevsizleşerek kapandı. Derneğimizi yeniden açıp, canlandırmaya başladığımızda, bu yüzden, çok büyük zorluklarla, sıkıntılarla karşılaştık.
Devletin güvenlik birimlerinin bizim gibi derneklere bakışı, çalışmalarını gözlemleyişi genellikle olumsuz; bundan dolayı her zaman çeşitli zorluk çıkarılıyor. Derneğin bir etkinliği için izin alacağımızda, dosyayı önce Valilikten onaylatıp, sonra Emniyet Müdürlüğü, Dernekler Masasına götürülüyor. Burada kumar kulüplerine, bir takım ticaret yapan kuruluşlara bakan bir birim, bizim gibi kültür kuruluşlarına da aynı hassasiyetle bakıp, bir takım zorluklar çıkarıyorlar.

Alevi kökenli dernekler ile vakıflar, 2002 yılında, bir üst birlik oluşturarak, kurdukları bir konfederasyon çatısı altında birleştiler.
Ankara’da ki bir yerel mahkeme, isminde Alevi sözcüğü bulunduğu gerekçesiyle bu konfederasyonu kapatma kararı aldı. Bu karar kamuoyuna “Alevi dernekleri kapatılıyor” gibi yansıtıldı yada böyle algılandı. Bu ise gerek üyelerimiz, gerekse de sevenlerimizin içinde endişelere yol açtı. Bunun üzerine, Adana’da çalışmalarını sürdüren üç Alevi derneği olarak, bu endişeleri giderip kamuoyunu bilgilendirmek için, derneğimizde, basınında çağrıldığı bir toplantı yaparak, durumu aydınlatacak açıklamalarda bulunduk; sohbet ettik. Bundan dolayı savcılık hakkımızda soruşturma açtı; ifadelerimizi almak için, bütün yönetim kurulu üyelerimizi Emniyet Müdürlüğünde toplatıp, verilen günde toplu halde savcılığa gelmemiz için bizlerden imza aldırdı; ilk iki gidişimizde savcı beyin olmadığından dolayı ifadelerimiz alınamadı; Nihayet üçüncü kez adliyeye getirilişimizde savcı bey tek tek ifadelerimizi almaya başladı. İfade vermek üzere savcının makamına çağrıldığımda, “size bir şey sorabilir miyim” diye izin alıp; “savcı bey bizim derneklerimizin adresleri, telefon numaraları belli, bir çağrı çıkartsanız, yada telefon ettirseniz bizler koşarak gelirdik, bizleri böyle polis nezaretinde getirmeniz bizlere reva mıdır?” diye sordum. Bunun üzerine savcı bey gayet serçe bana bakıp “burası neresi?” dedi, “Cumhuriyet savcılığı” dedim, “peki ben kimim?” dedi, “Cumhuriyet savcısınız” dedim, “nasıl yapacağımı sana mı danışacaktım, ukalalık etme çık dışarı” dedi. Çok kötü olmuştum, halkın “et kokarsa tuz atarsın, ya tuz kokarsa ne yaparsın” dediği gibi, tarifi imkansız bir çaresizlik içerisinde, koridora çömelmiş, kara kara düşünüyordum; bizim gurubun yaşlılarından biri yanıma gelip, beni teselli etmek için “üzülme, boş ver, Allah’a havale et” dedi. Bu durum aklıma bir düşünürün söylediği “Din vicdansız bir toplumun, vicdanıdır ...” sözünü getirdi; ne acıdır ki bizler hala yapılan haksızlıkların cezasını toplumsal olarak verip, kamu vicdanını rahatlatamadığımızdan, hala bunları “ilahi adalete” havale ederek rahatlıyoruz.

Eskiden derneğimize gelen bütün dergileri, isteyenler faydalansın diye kitaplığımıza koyardık, polis dernekte yaptığı kontrollerde, toplatılmış bazı dergiler bulmuş, bu yüzden yönetici arkadaşlarımıza büyük para cezaları verildi, bizde hiçbir dergiyi derneğe kabul etmemeye başladık; biz hangi derginin toplatılıp toplatılmadığını bilemeyiz ki.
Bütün bu zorlukların belki de en kötüsü, bir iki dönem dernek çalışmalarında görev alan arkadaşlarımızın bu zorluklardan bıkıp kendilerini geri çekmeleridir. Bizlere büyük katkıları olacak, çalışmalarımızı zenginleştirecek bir çok arkadaşımızı bu yüzden yanımızda bulamıyoruz.

Bu zorlukların başında, temelinde sayacağımız, sürekli hissettiğimiz zorluğumuzsa, toplumumuzun maddi zorlukları; fakirliğimizdir. Biz yoksul bir halk tabanına dayanıyoruz, bundan dolayı da kurum olarak her adımımızda halkımızın yoksulluğunu bizde sürekli hissediyoruz. Yapmayı düşündüğümüz birçok etkinliğimizi, parasızlıktan dolayı ya hiç yapmıyoruz yada istediğimiz şekilde yapamıyoruz; her işi mümkün olduğu kadar ucuza mal etmeye çalışıyoruz. Buda zaman zaman başımıza daha büyük dertler açıyor. Örneğin bu sene (18 Ağustos 2002) Hacı Bektaşi Veliyi Anma Etkinliklerinden gelirken başımıza gelen kazanın asıl sorumlusu, toplumumuzun bu yoksulluğudur.

Hacı Bektaşi Veli Derneği bu yıl ki Hacıbektaş’a gidiş, gelişi düzenlerken, yoksul kitlemizden daha çok insanın gidebilmesini düşünmüş olmalı ki, bu işi daha ucuza yapacak arabalar bulmuş. Kaza yapan arabanın sahibi de olan şoför, parasızlıktan olmalı ki, arabasının hiç bakımını yaptırmamış; arabanın fren balataları yıpranıp tamamen bitmiş, yağı eskiyip, bozulmuş, bunların üstüne üslük, şoför biraz daha az mazot yakayım diye vitesi boşa almış. Elbette bunlar toplumsal bir yoksulluğumuzu; şehirler arası yolcu taşıma ruhsatı olan bir aracın kamusal olarak neden denetlenmediği sorusunu sormamızı, bu toplumsal eksikliğimizi göz ardı etmemizi gerektirmez ama, eğer şu gözü kör olası yoksulluğumuz olmasaydı, o zaman bizlerde daha iyi arabalarla gitmeyi düşünürdük. Toplumsal denetim eksikliğiyle, yokluk, yoksulluk birleşince işte böyle felaketlere yol açıyor.
Bütün bunlar açıkça gösteriyor ki, toplumun durumu nasılsa, sizin durumunuzda öyle oluyor; ne yaparsanız yapın toplum sizi de kendi seviyesine çekiyor. Bunca olumsuzluklar içerisinde bulunan bir toplumda, siz ne yaparsanız yapın, bu zorluklarla karşılaşmadan bir hayat sürdüremiyorsunuz. Sonuç olarak; spor karşılaşmalarına bile, cenge gider gibi gidilen bir toplumda, siz bir şenlik düzenleyip, sazlar çalıp, semahlar dönerek, Pir Sultanı anmaya çalışırken, ibadet amacıyla, Cuma namazını kılmak için camilerde toplanan insanlar kışkırtılıp, gelip sizi, (saz çalıp semah dönen o topluluğu) yakabiliyor.
Bir ebem vardı da, böylesi durumlar için, “Arafat’ta kurban kessen, kelp düşer kurbanına” derdi; eğer bütün toplumunuzun durumu iyi değilse ne yaparsanız yapın erinde geçinde bela gelip, sizi de buluyor; başınız bir türlü dertten kurtulmuyor; bu tarihsel bilincimizden dolayı biz, yakınımızda yada uzağımızda, içimizde yada dışımızda osun, her sorunu toplumsal bir sorun olarak algılıyoruz.
Cevabımızı, derneğimize adımını atan herkesin, göreceği bir yere koyduğumuz o çağrımızı buraya da alarak bitirelim:

Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz
27 Kasım 2002

A. Rıza Aydın
Pir Sultan Abdal kültür Derneği
Adana Şube Sekreteri.

...........................................................
Bu yazı, Çukurova Ü. Eğ. Fak. Öğrencilerinin, “Sivil toplum örgütlerinin kuruluş nedenleri ile karşılaştıkları zorluklar” konulu araştırmaya-soruşturmaya yanıt olarak hazırlanmıştır.

Yunus Emre konumuzla ilgili bir şiirinde şöyle diyor:
Ka’be ve put iman benim /Çark uruban dönen benim
Bulut olup göğe ağan /Yağmur olup yağan benim
Yaz yaratıp yer donatan / Gönlümüz evi yöneten
Hoşnut atadan anadan / Kulluk kadri bilen benim
Yıldırım olup şakıyan / Kakıyıp nefsin dokuyan
Yer karasından börküyen / Şol ağulu yılan benim
Hamza’yı Kaf’dan aşıran / Elin ayağın şaşıran
Çokları tahtan düşüren / Hikmet ıssı sultan benim
(Et ü deri süngük çatan/ hükmeyleyip diri dutan
Kudret beşiğinde yatan / hikmet südin emen benem )
A. Gölpınarlı- nüshası.

Bir niceye verdim emir / Devlet bile sürdü ömür
Yanan kömür kızan demir / Örse çekiç salan benim
Kar yağdıran yer donduran / Hayvanların rızkın veren
Şöyle bilin yol gösteren / Ol rahim ü rahman benim
Gerçek âşık gelsin beri / Göstereyim doğru yeri
Makamlar gönüller şarı / Irılmayıp duran benim
Yere göğe bünyad uran / Irılmadan daim duran
Denizlere göl çağıran / Adım Yunus umman benim

Çok işlenen bu kavramla ilgili olarak, iki ozanımızın deyişi anmak istiyorum:
“... Tarikat abıyla cismimiz yuduk / Hak buyurdu müminin kalbi Beytullah.” Virani

“... İkilik perdesi kalktı gözümden /
Şükür hakkı birlemişim özümden / Evvel iki sandığıma ağlarım.”
Aşık Sefil Sadık

Bu günün egemen (ezen), toplumumuzun insanları bunu başkasına tanınan bir lütuf gibi görebilir ama o gün bunun anlamı farklıydı. Bütün ezilenler gibi, “Etrak-ı bi-idrak” diye horlanıp aşağılanan bu insanlarda buna bütün halklar eşittir, 72 alem birdir diye böyle tepki göstermişler.
Hacı Bektaş’ın “Anlamadığınız duaya amin demeyin” sözü de bu tepkinin bir sonucudur. Aslında herkesin eşitlendiği yerde, küçük görünen herkes gibi kendileri de böylece eşitlerin seviyesine yükseltilmiştir.

Merkezi Ankara’da olan derneğin kurucuları: Murtaza Demir (başkan), İlyas Budak, Özer Demir, Adıgüzel Türkan, Hüseyin Demir, Hasan Canik, İhsan Kılıç.
Aslında, Pir Sultan’ın adıyla anılan ilk dernek, Yıldızeli’nin Banaz köyünde, “Banaz Köyü Pir Sultan Abdal Turizm ve Tanıtma derneği” adıyla 1976 yılında kurulmuştur. Banaz’daki 8 metre boyundaki anıt 1978’de bu dernek tarafından yapılıp, anma etkinliklerinede ilk defa bu dönemde başlanmıştır. 12 Eylül’ün askeri yönetimince kapatılan bu derneğin süreci ayrı bir konu olduğu için burada sadece anıyoruz.


29.05.2008

http://www.pirsultan.net/

Hiç yorum yok: