Anadolu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anadolu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ekim 2010

Dünden bugüne SELDA BAĞCAN



SELDA BAĞCAN'DAN

Yaşamındaki bütün yollar türkülerin içinden geçti. Sevinçleri de oldu, kederleri de, acıları da oldu, coşkuları da. Hüzünlerle sitemler bu yoldaki çakıl taşları gibiydi. Nice çınarlar gördü, nice boynu bükük destanların tanığı oldu. Rüzgarlarla da koştu, sevdalarla da coştu ama bazen mevsimi kıştı.
Yolları bazen hapishanelere düştü.

Türkü söylemek kolay değildi.

Türkülerini alkışlayanlar da vardı, türkülerinden korkanlar da!
Ama bütün türküleri sesinde umut oluyordu, sitem oluyordu, düş oluyordu.
Tıpkı Anadolu gibi, tıpkı yüreğimiz gibi, tıpkı sizler gibi, tıpkı bizler gibi.
Yürürken dikenlerin üstünde ayakları şişen, Koçero'yu söylerken yolları hapise düşen SELDA BAĞCAN huzurlarınızda...

 BİYOGRAFİ

Dünden bugüne ; SELDA BAĞCAN

Selda Bağcan Muğla’da doğdu.Annesi öğretmen babası veteriner hekim olan sanatçı daha bir yaşına gelmeden anne ve babasının Van’a tayini ile gözünü Van’da açtı. Öğrencilik yılları Ankara’da geçen sanatçı ilk gitarını eline aldığında 10 yaşında bile değildi.1971 yılında Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinde Fizik Mühendisliği bölümü son sınıf öğrencisiyken amatörce başlattığı müzik çalışmalarında ilk iki 45'lik plak satışının bir milyon tavanını zorlamasıyla ister istemez profesyonel oldu. O tarihten itibaren yurt içi ve yurt dışında sayısız konserler veren sanatçı, 1972 yılında Türkiye'yi Dış İşleri Bakanlığının görevlendirmesiyle Bulgaristan'daki ALTIN ORFE (Golden Orfeus) festivalinde temsil etti. 1973 yılında ilk batı Avrupa turnesini gerçekleştiren sanatçı, bu yıllarda 17 adet 45 devirli plak yaptı. 70 li yıllarda Anadolu’nun çeşitli illerini kapsayan turneler yaptı.

1979 ve 1980 yıllarında Türkiye’nin en köklü sosyal demokrat partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)nin yurt dışı Demokratik kitle örgütü olan HDF (Halkçı - Devrimci Federasyonu) ile dayanışma içindeki SPD (Alman Sosyal Demokrat Parti) nin katkılarıyla Batı Avrupada çeşitli festivallere katıldı. 1980 ve 1987 yılları arasında pasaport verilmeyen sanatçı 1981 ve 1984 yılları arasında şarkılarından dolayı üç kez hapse girdi (Metris Askeri Ceza ve Tutukevi), 1986 yılında Peter Gabriel'in desteklediği The Womad Foundation (Word Of Music And Dance) Festivalinden davet aldığında pasaportu olmadığı için gidemedi. Fakat festival komitesi sanatçının bir şarkısına festival plağında yer verdi. Tüm dünya radyolarında çalınan festival plağındaki türküsünün beğenilmesiyle bir çok ülkeden konser davetleri aldı.

1987 yılında Womad Vakfı'nın ısrarlarıyla pasaportuna kavuşan sanatçı o yıl; 13 Haziran Rotterdam Sanat Festivali (Poetry), 19 Haziran Womad ve Glastonbury Festivali, 20 Haziran Jubile Gardens (London), 25 Haziran Eurls Court (London), 26 Haziran Capital Radio Festivali konserlerini yaptı. 1988 de dört ay süren Batı Avrupa turnesinden sonra, 1989 ve 1990’lı yıllarda Belediyelerin kültür ve sanat hizmetlerinin davetlisi olarak kent festivallerinin yüzbin kişilik seyirci kitlesine hitap etti. Bu konserlerin en büyük özelliği biletlerinin ücretsiz ve halka açık olmasıydı.

Yine 1990 yılında Hollanda'dan Rasa Organition (Interkultureel Centrum)'un davetlisi olarak Utrech, Nijmegen, Tilburg şehirlerinde ve Yugoslavya'daki Prizren ve Priştine şehirlerinde konserler verdi. Aynı yıl dört kez İsrail'e giden şarkıcı Acco Festivalinde "Khan-el Umdan" adlı Osmanlı kalesinde ve Ehal Hatarbut konser salonunda iki ayrı konser ve iki ayrı televizyon programı yaptı. Ve Danimarka'nın Argus şehrindeki esintiler isimli festivale katıldı.

2000 yılında KÖLN ARENA’da AABF’nın (Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu) gerçekleştirdiği konserde yer aldı. Bu konser aynı anda aynı sahnede 2167 sanatçı olması nedeni ile GUİNESS rekorlar kitabına girdi.

2002 yılında Kudüs festivaline katılan sanatçının 2006 yılında 1976 yıllarında seslendirdiği ANADOLU FOLK ROCK tarzındaki türküleri ihtiva eden LP si (Türkiye’de Türkülerimiz II olarak yayınlanıyor) Londra merkezli bir yapım firması tarafından Lp ve CD olarak tüm dünyaya pazarlanıyor. Zaman zaman film müzikleri de yapan sanatçı, bugüne kadar 30 yıl içinde 17 adet 45'lik, 10 adet LP, 30 adet kaset ve cd çalışması olan sanatçı; Almanya, Hollanda, Fransa, İngiltere, Belçika, Danimarka, İsveç, Norveç, İsviçre, Avusturya, Avustralya(iki), Yugoslavya ve İsrail'de konserler verdi.

Tarz olarak protest müziği benimseyen Selda Bağcan, kendi bestelediği şarkıları söylemeyi tercih ederken, bin yıllık anonim halk türkülerini çağdaş bir üslupla yorumlamasıyla da tanınıyor.
Kendisini Türk insanının acılı sesi olarak nitelendiren sanatçı, halen İstanbul'da ikamet etmekte ve sahibi olduğu MAJÖR MÜZİK YAPIM şirketinin yöneticiliğini yapmaktadır.


Bu bölümde ise; Kendi kalemin SELDA BAĞCAN'ı okuyacaksınız..
Aşağıdaki yazı, fotoğraf formatında yüklendiğinden üzerini tıklyarak büyütüp, öyle okuyabilirsiniz..

































Kaynak: http://seldabagcan.com.tr/content/blogcategory/15/43/

11 Eylül 2010

Ezilen ve Emekçi Kadınların Boykot Cephesi


Ezilen ve Emekçi Kadınların Boykot Cephesi'nin 6 Eylül'de Taksim'de yaptığı basın açıklamasının metni:
20082010_kadin_boykot

Basına ve kamuoyuna

06.09.2010-

82 Anayasası'nın özüne dokunmadan 26 maddesinin değişikliğinin oylanacağı 12 Eylül referandum gününe sayılı günler kaldı.
Yııllardır bu ülkenin anayasalarında 'birey'olarak görülmeyen, ''ırz'', ''namus'', eş,anne olarak görülen biz kadınlar, bir anda 'özgür karar verme yetisine sahip bireyler' olarak görülmeye başlandık. Bugüne kadar olan anayasalarda birey olarak kadınların yasal hakları var ve fiiliyattta işliyormuş gibi neredeyse geçtiğimiz tüm yollarda 'Hayır, çünkü bu anayasada kadının adı olmayacak' pankartları asan CHP'ye, 'Kadın ve erkeğin tam hak eşitliğine, Evet' pankartları asan AKP'ye söyleyecek sözümüz var:
12 Eylül zihniyetinden beslenen ve 12 Eylül zihniyetini meşrulaştıran , emperyalizme hizmette sınır tanımayarak yıllardır emeğimizi sömüren, kimliğimizi yok sayan, yaşama hakkımızı elimizden alarak, katleden,'namus ve töre cinayetlerine kurban eden' şiddetin her türlüsünü reva görenler biz kadınları bu kirli oyununuzun bir parçası haline getiremeyeceksiniz.

Ezenlerin kadınlara yıllardır oynadığı üç maymun oyunu yeni değildir!

Osmanlıda ilk anayasal düzenleme niteliğinde olan ve 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’nda kadınlara ilişkin herhangi bir ibare yer almamaktadır.1856 yılında çıkarılan Islahat Fermanı’nda da mevcut durum değişmemiş, sadece şu madde eklenmiştir: “Mezhep, dil, cinsiyet gibi
hususlarda bir sınıfın diğer sınıf hakkında küçültücü söz, yazı, davranışlar ve namusa dokunacak her türlü tanım ve niteleme tamamen ve kesinlikle yasaktır.” Kadınlara yönelik cinsel taciz ve tecavüz suçlarının yine ‘namus’ kavramı adı altında toplanmıştır.

1921 anayasasında kadınlara dair en küçük bir ibareye dahi rastlamak mümkün değildir. Cumhuriyet Dönemi’nde 1924’te
Osmanlının 1921 anayasası devralınarak ezilen ulusları ve azınlıkları yok sayan bazı eklemeler yapılmıştır.1924 anayasasında 10. maddede “Milletvekili seçmek, yirmi iki yaşını bitiren kadın, erkek her Türk’ün hakkıdır.” ve madde 11’de “Otuz yaşını bitiren kadın, erkek her Türk, milletvekili seçilebilir. Bu maddelerde “Türkçe okuma yazma bilmeyenler, milletvekili seçilemezler.” ifadesi de yer almaktadır.

1924 yılında yapılan değişikliklerle, kadınlara ilk kez seçme ve seçilme hakkı verildiği, Avrupa’nın birçok ülkesinde hala kadınlara bu hakkın verilmediği söylenerek çağı aşan bir anlayışla kadınlara çok büyük bir hak verilmiş gibi gösterilmektedir. Oysa bir taraftan ezen ulusa tanınan haklar dışında geri kalan kesimlerin tümünü yok sayan bir anayasa olduğu gibi, aynı zamanda
Türkçe bilmeyenlerin milletvekili olamaması gibi bir ayrıntı ile ezilen ulus ve milliyetlerden tüm kadınlara da seçme ve seçilme hakkı yasaklanmış olmaktadır. Kadınlara ilk kez anayasada yer verilmesi çok önemli bir adım gibi görünürken, ilginçtir ki bu haklar, Kürt ulusunun, azınlıkların, emekçi halk kitlelerinin yok sayıldığı bir zeminde ülkenin hakim sınıflarınca kadınlara “verilmiştir.”

1935 yılında kadınların girişimi ile kurulan kadın partisi kapatılmış,
kadınların örgütlenmesi engellenmeye çalışılmıştır. Madde 87’de “ Kadın erkek bütün Türkler İlköğretimden geçmek zorundadırlar. İlk öğretim, devlet okullarında parasızdır.” ibaresi ile resmiyet kazanan şovenist zihniyeti benimsemiş ‘modern Türk kadını’, bu temel vazifeyi yerine getirmek için çaba göstermelidir.
Anadolu’da gönüllü öğretmenlik vazifesi için hiç tanımadıkları, bilmedikleri yerlere gitmeyi göze alan, özellikle ‘şark vilayetlerinde’ Türk olmayanları Türkleştirmek için
üstlerine düşen ‘misyonerlik’ görevini layıkıyla yerine getiren kadınlara sıklıkla rastlanmaktadır. Aynı zihniyet günümüzde de devam etmekte, milyonlarca yoksul emekçinin eşit, parasız, anadilde eğitim hakkının gasp edilmesini onaylayanlar, Doğu’da ve Güneydoğu’da Kürt olan kız çocuklarına eğitim olanakları taşıma görüntüsü altında asimile etme girişimlerine aralıksız devam etmektedir. 1924 yılında yapılan değişikliklerden sonra mevcut anayasa 1961 yılına kadar geçen uzun dönem boyunca mevcut haliyle korunmuştur.

1961 Anayasası ise kendinden önceki anayasalardan daha ‘eşitlikçi’ ve ‘sosyal’ bir anayasa gibi görünmektedir. Ancak bu anayasanın, ülkede gerçekleştirilen ilk askeri darbe olan 27 mayıs 1960 askeri-faşist darbesinin ürünü bu anayasanın en başında yapılan darbenin meşruluğuna ve Türk milliyetçiliğinin korunmasına yönelik vurgular çarpıcıdır ve bu anayasa, mevcut Türk milliyetçiliğini tırmandırmıştır.
Anayasanın 12. maddesinde: “Herkes dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep farkı gözetilmeksizin, kanun önünde eşittir. Bu anayasada ailenin korunmasına büyük önem verilmiş, madde 35’te “Aile, Türk toplumunun temelidir” denmiştir.

12 Eylül 1980’de yaşanan askeri darbe ise, toplumun tüm kesimlerinde olduğu gibi biz ezilen ve emekçi kadınlar için de baskının, işkencenin, dizginsiz saldırıların gerçekleştiği bir dönem oldu.


Bu dönemde onlarca kadın öldürüldü, binlerce kadın fişlenerek işinden atıldı, binlerce kadın gözaltına alındı, hapishaneye girdi, işkence gördü, tacize, tecavüze maruz kaldı.
O korkunç, karanlık dönemin insanlığın onurunu zedeleyecek ne kadar olayı varsa biz ezilen ve emekçi kadınlar bunu bizzat yaşadık. İşkencede tecavüze uğrarken, hapishanede saçlarımız kazıtılırken, her an darbe katilleri tarafından öldürülme korkusuyla yaşarken “muhatap”, yani yaşanan olaylarda biz de “özneydik”!

Bu koşullarda hazırlanan 82 anayasasının ‘kanun önünde eşitlik’ adı altında düzenlenen eşitlik maddesinde “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” ibaresine kadınların yürüttükleri mücadeleler sonucu 2004 yılında şu ek madde eklendi: “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.” (Ek fıkra: 07/05/2004 - 5170 S.K./1.mad) Yine bu hakların hangi yasal düzenlemelerle sağlanacağına dair hiçbir ibare yoktur.

Yeni anayasanın propagandası için kullanılan en önemli argümanların başında da “kadına pozitif ayrımcılık” konusu geliyor. Yeni Anayasa taslağının 9. maddesinde “eşitlik” konusuna, “herkesin ... ayrım gözetmeden kanun önünde eşit”liği olarak yer verilmiş. Ardından da, “kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korunmayı gerektiren kesimler için alınan tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamazlar” denmektedir. Bu haliyle kadın-erkek eşitliğine dair ibare çıkarılarak onun yerine kadınlar, yaşlılar, çocuklar, engelliler ile birlikte ‘korunmaya muhtaç kesim’ olarak tanımlanıyor. Bu haliyle kadını birey olarak görmeyen gerici ataerkil anlayış eskisinden de fazla yerli yerine oturmuş oluyor. Ayrıca bu eşitliğin hangi yasal düzenlemelerle ele alınacağına dair hiçbir ibare yoktur.

Bugün bizi yok sayanlara, sesimizi duymak istemeyenlere mesajımız şudur:
12 Eylül bizim emeğimizden, bedenimizden, kimliğimizden çaldıysa, bugün 12 Eylül’den hesap soracak olanlar da biziz. Darbeden beslenenlere, egemenliklerini pekiştirmeye çalışanların 12 Eylül Anayasasından hesap sorması mümkün değildir.

-Kadını korunmaya muhtaç gören zihniyetin sözde eşitliğine EVET demeyeceğiz.
-Kadını yok sayan erkek egemen yasanın devamı anlamına gelen HAYIR diyenlerin de oyununa gelmeyeceğiz!


Önümüze konulan bu iki seçeneği ezilen ve emekçi kadınlar olarak reddediyoruz. Ülkemizde kadın çoğunluğunun siyasi tercihlerinin, ailedeki erkek tarafından belirlendiği gerçekliğine karşı tüm kadınları kendi siyasi tercihlerini belirlemeye ve kendi seçeneğimizi yaratmaya çağırıyoruz.
Bunun da tek yolu BOYKOT’tur.


-Yok sayılmaya karşı sesimizi duyurmak için;
-Korunmaya muhtaç olmadığımızı göstermek için;
-12 Eylül düzeniyle hesaplaşmak için;
Referandum boyunca erkek egemen sistemin BOYKOT korkusunu büyütelim.

Ezilen ve Emekçi Kadınların Boykot Cephesi

EvcioğluHaber

20 Temmuz 2010

Yıllanmış Sarımsak Mucizesi

Yıllanmış Sarımsak Mucizesi

Prof. Dr. Yılmaz, yıllanmış sarımsak ekstraktı (AGE) kullanımının birçok faydası bulunduğunun bilimsel olarak ispatlandığını, Anadolu insanının aslında kendi geliştirdiği yöntemlerle çoğu zaman kendi devasını bulduğunu söyledi.
''Birçok insanın bilip uygulamaya çalıştığı bir yöntemdir AGE hazırlamak. Fakat farklı farklı uygulamaları vardır'' diyen Prof. Dr. Yılmaz, ''Sarımsak çiğ yendiği zaman kokusunun yanı sıra zararlı olabilmektedir. Sarımsak özel olarak hazırlanan bir yöntemle en az 6 ay bekletildiğinde, istenmeyen bileşikler yok edilmekte, mucizevi doğal bir bileşik ingilizce adıyla Aged Garlic Extract (AGE) isimli kokusuz sarımsak ekstraktı oluşmaktadır'' diye konuştu.

Çiğ tüketmek yararlı mı?
Türkiye'de çok sık tüketilen sarımsağın çiğ yendiğinde yarardan çok zarar görüldüğünü, çiğ tüketimin sarımsaktan faydalanılmasını engellediğini ifade eden Prof. Dr. Yılmaz, sözlerini şöyle sürdürdü.
''Çiğ tüketilen sarımsaktaki 'Allicin' denen madde, kolesterol düşürme etkisi yanında, karaciğer, mide, bağırsak sistemini tahriş edip, erkeklerde sperm hareketlerini yavaşlatmaktadır. Oysa dövülmüş sarımsak suda en az 6 ay kadar bekletildiğinde mucize bileşiği ''S-Alilsistein (SAC)'' açığa çıkmaktadır. Bu mucize madde karaciğeri koruyucu, savunma sistemini güçlendirici, kanseri önleyici ve tüm kemoterapatik ilaçların istenmeyen yan etkilerini azaltıcı etkiye sahiptir. Ayrıca bu ekstrakt, kötü kokmayan gençlik iksiri gibidir.''
Yıllanmış sarımsak ekstraktı nasıl hazırlanıyor?

Anadolu'da yaşayan insanların yıllardır kullandığı yıllanmış sarımsak ekstraktı şöyle hazırlanıyor:
1 kilo sarımsak soyulup, iyice eziliyor. Bir kavanozun içine konan ezilmiş sarımsakların içine 1 litre su, 5 adet de limon sıkılarak karıştırılıyor, bu karışımın içine 1 litre de sirke ekleniyor. Bunlar karıştırıldıktan sonra kavanozun kapağı iyice sıkılıp, karanlık ve serin bir yerde 6 ile 10 ay arasında bekletiliyor.
Daha sonra yıllanan sarımsak günde bir tatlı kaşığı tüketiliyor. Hiçbir yan etkisi olmayan karışımın kokusuz ve çok lezzetli bir tadı olduğu bildirildi.
Sarıksak ekstaktının domuz gribine iyi geldiği de son çıkan haberler arasında yer alıyor.

http://www.zeitgeisthareketi.net/

11 Temmuz 2010

DİRENME HAKKININ ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERDE VE ANAYASALARDA YERALMASI SÜRECİ

DİRENME HAKKININ ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERDE VE ANAYASALARDA YERALMASI SÜRECİ
Av. Ali Ersin GÜR


Herhangi bir yerde haksızlık yapılıyorsa; her yerde adalet tehlikede demektir.”
Martin Luther King

(Bermıngham Cezaevi’nden Mektup 1963)

Yazının önceki bölümlerinde kısaca özetlemeye çalıştığımız direnme hakkının ilk defa resmen kabul edilerek açıklanması, 4 temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ile gerçekleşmiştir.
Thomas Jefferson önderliğinde yazılmış olan bu bildiri, yukarıda direnme hakkı konusundaki düşüncelerini aktardığımız ünlü İngiliz filozof John Locke’nin
“Hükümet Üzerine İki Deneme” adlı kitabından esinlenerek hazırlandığı bilinmektedir.
Buna göre;

“Hükümetler, bireylerin yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişmek gibi doğal ve devredilmez haklarını sağlamak için kurulmuştur; eğer bir yönetim, bu kuruluş amacını yıkıcı bir yön tutacak olursa, halk onu değiştirmek ve devirmek hakkına sahiptir.”

Daha sonra aynı prensip, bağımsızlığını yeni elde eden konfederasyon üyesi Amerikan devletleri tarafından anayasalarına ve kuruluş bildirilerine konulmuştur.

Bununla birlikte direnme hakkının en geniş ve en net şekilde düzenlenmiş halini Fransız İhtilalinin metinlerinde görüyoruz. 1789 İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi 2.maddesinde;

“Her siyasal topluluğun amacı, insanın tabii ve zamanaşımıyla kaybolmaz haklarının korunmasıdır. Bu haklar, hürriyet, güvenlik ve zulme karşı direnmedir.”

Diyerek, direnme hakkının tabii ve zamanaşımına uğramaz bir hak olduğunu savunmaktadır. Yine bu ihtilalın bir ürünü olan 1793 Haklar Bildirisi’nin dili çok daha açık ve net olduğu kadar, bir o kadar da keskindir. Bu bildiride;

“ Herhangi bir kimseye karşı, kanunun tespit ettiği durum ve şekiller haricinde ika edilen her türlü fiil, keyfi ve müstebitçe demektir. Kendisine karşı şiddet kullanılarak böyle bir fiil ika edilmek istenen kimsenin, bu fiili kuvvet kullanarak önlemeye hakkı vardır.” Denildikten sonra 35.maddede “Hükümet, halkın haklarını çiğnediği zaman, isyan etmek, halkın her sınıfı için hakların en kutsalı ve ödevlerin en gereklisidir.” Demektedir. 34.maddede; “Toplumun tek bir üyesine zülüm yapıldığı zaman, bütün topluma zülüm yapılmış demektir. Topluma zülüm yapıldığı zaman da, onun her üyesine zülüm yapılmış sayılır.” der. Ve 27. maddede ise müstebitlerin katlini emretmektedir. “Hükümranlığı gasp eden her fert, hür insanlar tarafından derhal öldürülmelidir.”

Denilebilir ki, direnme hakkını en açık ve en net şekilde formüle eden resmi metin bu bildiridir. Bundan sonra da pek çok bildiride ve anayasada yer alsa da konuya ilişkin düzenlemeler, çoğunlukla daha muğlak ve üstü kapalı bir üslup kullanılması yoluna gidilmiştir.

İkinci Dünya Savaşından sonra, dünyayı cehenneme çevirmiş olan faşizmin zulmüne karşı direnme hakkı yeniden güncellik kazanmış ve bir kısım anayasalarla uluslar arası sözleşmelerde bu hak savunulmuştur. 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisi hazırlanırken, Küba delegasyonu tarafından verilen bir önergede, direnme hakkının insan hakları listesine eklenmesi savunulmuş ancak karşı görüşteki diğer delegeler tarafından bu görüşün kabulü engellenmiştir. Bunun üzerine direnme hakkı, bildirinin başlangıç metninde;

“İnsanın zülüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunması temel bir zorunluluk olduğuna göre...” şeklinde yer almıştır.

2.Dünya Savaşından sonra hazırlanan pek çok anayasada direnme hakkına yer verildiğini yukarıda belirtmiştik Bunlardan 19 Nisan 1946 tarihli Fransa Anayasa tasarısı , 1793 bildirisine paralel bir düzenleme getirmiş ise de yapılan referandumda halk tarafından reddedildiği için yürürlüğe girmemiştir. Halen yürürlükte olan 1958 Fransız Anayasası, temel haklar bakımında 1789 Bildirisine gönderme yaparak da olsa direnme hakkını kabul etmiştir.

1961 Anayasamızın başlangıç metninde de:

“ Anaysa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti...” diyerek bu hakkın varlığı kabul edilmiştir.

Direnme hakkını tanıyan anayasalardan biri de Meksika anayasasıdır. Bu anayasanın 39.maddesinde:

“Ulusal egemenlik, aslında ve temel olarak ulusundur. Tüm siyasi güç halktan kaynaklanmaktadır ve amacı halka hizmet etmektir. İnsanların, tüm zamanlar boyunca, hükümetlerini değiştirme veya değişiklik yapmak gibi vazgeçilmez hakları olmuştur. “

Meksika anayasasındaki bu düzenlemeye rağmen, ülke uzun süre askeri veya yarı askeri yönetimlerce idare edilmiş ve özellikle ülkedeki yerlilere pek de insan onuruna yaraşır bir yaşam biçimi sağlandığı söylenemez. Bu duruma başkaldıran yerli halkın Zabatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) önderliğinde başlattığı hareket günümüzde devam etmektedir. (10)

1946 tarihli Hesse Anayasasının 146 ve 147 maddeleri ile Alman Anayasasının 20. maddelerinde de direnme hakkı düzenlenmiş bulunmaktadır.

Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası’nın 20. maddesi, devletin şekli ile birlikte direnme hakkını da düzenlemektedir. Buna göre;

(1).“Federal Almanya Cumhuriyeti demokratik ve sosyal bir federal devlettir

(2).Devletin dayandığı tüm güç halktır. Bu güç ise halk tarafından seçim ve oylamalarla ve yasanın belirli organları ile yürütme ve yargı tarafından belirlenir.

(3).Yasama anayasal düzene, yürütme ve yargı ise yasalara ve hukuka bağlıdır.

(4).Bu düzeni yıkmaya kalkışan herkese karşı, başka araçlar mümkün değilse, tüm Almanların direnme hakkı vardır.

Son şıkkın Seifert ve Hömig’e göre yorumu şöyle;

“...bu maddenin son şıkkı, üst şıklarda (1-3) belirlenmiş anayasal düzeni yıkmak teşebbüsünde bulunanalara karşı bir direniş hakkını veriyor ki eğer başka araçların kullanılması (veya onların yardımı), mümkün değilse bu düzenlemenin amacına ulaşacağı özellikle son yıllardaki devrimlere bakılırsa problemlidir. Bu direniş hakkı, 116. maddede atfedilen tüm Almanlara öngörülmüştür. Direniş hakkını kullanmak değil sadece vatandaşların, tüm kamu çalışanların ve memurların da hakkıdır. (Tartışmalı) Haklı olarak direnişe kalkmanın şartı anayasal düzeni bir bütün olarak yıkılması teşebbüsünün var olması, başka bir terimle gözle görülür bir darbenin başlamasıdır. Kamu düzeninin zarar görmesi sınırlı anayasal zedelemeler bunun için yeterli değildir. “Teşebbüsünde bulunma” terimi, darbeye başlamış olmayı beraberinde getiriyor. Buna karşın sadece hazırlık eylemleri direniş için yeterli değildir. Darbe gerek yukarıdan, devlet tarafından, gerekse toplumsal güçler tarafından olsun işbu 4. şık uygulanır. Direnme, bireysel veya kolektif olabileceği gibi aktif ve pasif olabilir. Ve kaba kuvvete baş vurarak da olabilir. Anayasa, işbu direniş hakkının kullanımına karşın herhangi bir sınırlama getirmemiş, ancak o aşırı olmamalı...”

“...Direnme hakkının son şartı, başvurulacak başka imkanların olmayışı ve devlet güçlerinden anayasal düzeni bozmak isteyenlere karşı ciddi bir direnmenin beklenmesi. Direnme hakkı şartlarının objektif olarak var olması gerekiyor, onların sadece soyut olarak var olması yetmiyor. Direnme hakkı şartları objektif olarak mevcut ise kanunlara karşı olan savunma direnişi meşru olur. Direnme hakkı, temel haklar benzeri bir haktır...”(11)

Yukarıdaki iki paragraflık alıntı, Alman anayasasının 20. maddesindeki direnme hakkından ne anlaşılması gerektiği konusunu gayet açık bir şekilde ifade etmektedir. Elbette ki “zor oyunu bozar.” diye bir söz vardır. Pratik yaşam her zaman ve hatta çoğu zaman kitaplardaki yaşama denk düşmez. Fakat yine de böylesi bir düzenleme, anayasal düzen lehine, şer güçleri üzerinde ciddi bir önleyici etki yaratır.

Av.Ali Ersin GÜR

6 Temmuz 2010

DİRENME HAKKI ÜZERİNE (2)‏

DİRENME HAKKININ TARİHSEL GELİŞİMİ

Av. Ali Ersin GÜR

“…İnsanın istibdat ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için...” (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, başlangıç, 10.12.1948)


Direnme hakkının pratikte kullanılması, yöneten ve yönetilen ayırımının doğuşu ile başlamış olmasına rağmen, bu hakkın teorik olarak dillendirilmesi pek de o kadar eski değildir.
Buna rağmen insanlık tarihi, zulme ve haksızlıklara karşı zengin direnme hareketleriyle doludur. Zamanla toplumsal ve bireysel bilincin gelişmesiyle birlikte, maddi yaşamın dayattığı direnme gerçeği, bir hak olarak tanımlanmış ve genel kabul görmüştür. Bugün ise bir hak olduğu kadar aynı zamanda bir görev olarak da kabul edilmektedir.

Direnme hakkı kavramının bilinen ilk kullanımı, Ortaçağ Hıristiyan felsefecileri tarafından gerçekleştirilmiştir. Bundan önce, Eski Yunan ve Roma dönemlerinde böyle bir tanımlamaya rastlanmaz. Ancak Ciceron, De Officiis isimli yapıtında zalimlerin öldürülmesine hak verir.
Direnme hakkının ortaya atılması ve savunulması, Ortaçağda Kilise ile Krallar arasındaki iktidar mücadelesinin başladığı döneme tekabül eder. Kilise bu dönemde kendisini meşrulaştırmak ve Krallarla tutuştuğu mücadelede güç kazanarak zaferle çıkmak için

“zalim hükümdara karşı direnme hakkını bir silah olarak kullanmıştır. İlk olarak İngiltere’de onikinci yüzyılda, John of Salisbury tarafından zalimlerin katlinin teorik anlamda tartışıldığı ve bunun meşruluğunun savunulduğu görülür. Daha sonraki yüzyıllarda ...Jean Petit, Boucher ve Mariana gibi katolik yazarlar tarafından da bu konu işlenmiştir.”(6)

Ancak bu dönemde direnme hakkından anlaşılan, zalimin öldürülmesinden başka bir şey değildir. Yine de direnme hakkının bugünkü anlamına ulaşmasında bu çabaların rolü önemlidir.

Modern anlamda direnme hakkı konusunda sistematik biçimde fikir geliştiren ve temelini atan kişi Thomas Aquinas’tır. Direnme hakkını kabul eden Thomas Aquinas, zalimlerin öldürülmesine karşıdır. Ancak, zorbalıkla iktidarı ele geçirenlere veya meşru yollarla iktidar olup daha sonra zulüm yoluna sapanlara karşı, halkın ayaklanarak onu devirme hakkı vardır.
23 ağustos 1572 tarihinde Fransa’daki Saint-Barthelemy kıyımında bir gecede binlerce protestanın boğazlanarak öldürülmesi üzerine, protestan yazar ve düşünürler zulme karşı her türlü araç ve yöntemle karşı çıkılmasını haklı gösteren kitaplar ve yazılar yayınlamışlardır.
Kilise ile Krallar arasındaki savaşın son bulmasıyla birlikte direnme hakkının savunulması da popülaritesini yitirmiş ve hatta bir kenarda unutulmuş olduğunu görüyoruz. Ta ki On yedinci yüzyılda mutlak hükümdarlarla halk arasındaki mücadele söz konusu oluncaya kadar. Yanı feodalizm ile burjuvazinin iktidar mücadelesi başlayıncaya kadar.
Tarihte hep böyle olmuştur. Ne zaman ki eskinin bağrında yeni güçler gelişip iktidara ortak olmak ve hatta tek başına onun yerine iktidar olmak istemişse, kendi meşruluğunu topluma kabul ettirebilmek ve kurulu düzeni alaşağı edebilmek için direnme hakkına sarılmışlardır. Yeni sınıfın temsilcileri, gerek halkı yanlarına çekerek güç biriktirmek ve gerekse mevcut iktidarı zayıf düşürmek için buna ihtiyaç duymuşlardır. Sorun bir biçimiyle meşruluk tartışmasını da içermektedir. Bir yandan kurulu olana karşı, yönetilenlerin tepkileri maddi bir harekete dönüştürülerek iktidarın el değiştirmesi sağlanırken, diğer yandan da iktidara talip olan yeni güçler, kendi iktidarlarının meşruluğunun yolunu açmış olurlar. Bunun içindir ki bir taraftan eski ile yeni arasında yaşamın her alanında çatışmalar sürerken, diğer yandan, yeninin ideologları da direnme hakkının teorisini oluşturup kuramsallaştırmışlardır.

Doğaldır ki iktidar mücadelesi veren her toplumsal güç, kendi doğrularını topluma kabul ettirebilmek için, kendi ideolojisini geliştirir. Zira iktidar olma kavgası, bugünden yarına başarıya ulaşacak bir çaba olmadığı gibi, sadece alt yapıdaki gelişmeler ve hakimiyet de tek başına yeterli olmaz. Bunun yanında üst yapı kurumlarında da hakimiyeti gerekli kılar. İşte tam da bu noktada yeni gücün, yeni bir ideolojik yaklaşıma ihtiyacı olacaktır. Gelişmekte olan yeni güç, hukuk sistemini, eğitimini, ibadet kurumlarını vs. kendi anlayışına uygun olarak yeniden düzenlemek zorundadır. Aslında bu işleri, hiçbir şekilde iktidarı ele geçirmeden sonraya bırakmaz. Aksine, eskinin bağrında ve eski kurumların yanı başında bu yeni alternatif kurumlar oluşturulur. Bu kurumlar, iktidarın ele geçirilmesinde büyük hizmetler gördüğü gibi, bir kez iktidar elde edildikten sonra da yeni iktidarın ayakta kalmasını ve devamını sağlar.

Burjuvazi ile feodalizm arasındaki iktidar mücadelesinde, direnme hakkını burjuvazi adına formüle edip savunan kişilerden biri de John Locke’dir. Locke, halkın direnme hakkını “Toplum Sözleşmesine” dayandırmaktadır. Locke’ye göre, siyasal iktidarın görevi:

“fertlerin tabiat halinde sahip oldukları ve sözleşme hükümlerine göre kendilerine alıkoydukları hakların ve hürriyetlerin korunmasıdır. Siyasal iktidarı kullanan (kral veya kanun koyucu) toplum sözleşmesinin bu temel hükmüne saygı göstermezse, kendisine tanınan yetki sınırlarını aşmış ve sözleşmeyi bozmuş olur. O zaman halkın da ona itaat etmek zorunluluğu ortadan kalkar. Bu duruma iktidar tarafından itaate zorlanmak istenirse, buna karşı direnmek halkın en tabii hakkıdır. (7)

Locke’den sonra da pek çok hukukçu ve sosyolog, direnme hakkını savunmakla beraber aralarında farklı yaklaşımlar da söz konusu olmuştur. Başta Duguit olmak üzere bir kısım hukukçu (François Geny, Georges Burdeau vs), direnme hakkını, hukukun ve adaletin teminatı olarak görürken, Jeze, Duez, Barthelemy, Waline ve benzeri hukukçular, genel anlamda bu hakkın varlığını kabul etmekle birlikte, direnme hakkının hukuki planda ele alınıp pozitif hukukta formüle edilemeyeceğini ve zulme karşı direnmenin hukuki değil siyasi bir olgu olduğunu savunmuşlardır.

Birinci gurupta yer alan “..Duguit’ye göre, idare edenlerin objektif hukuka aykırı olan karar ve emirlerine uymamakla, hatta gerekirse ayaklanarak baskı yoluna sapan iktidarı devirmekle fertler tamamen hukuka uygun ve meşru bir davranışta bulunmuş olur: zira bu davranış, meşruluğunu yitirmiş ve kaba kuvvet haline dönüşmüş bir iktidarı iş başından uzaklaştırmak ve hukuku yeniden üstün kılmak amacına yönelmiştir....
Geny de zulme karşı direnmenin makul bir surette anlaşılması ve amacına uygun, ölçülü olarak kullanılması halinde adaletin ve hukukun en büyük teminatını teşkil ettiğini söylemiştir...” (8)

Bu değerlendirmelere bakılırsa, her iki hukukçu da direnme hakkını bir anlamda toplumun zalimlere ve meşruluğunu yitirmiş olan iktidara karşı, bir nevi meşru müdafaası olarak kabul etmekte ve savunmaktadır. Ancak müdafaada bulunanların da amaca uygun ve ölçülü davranması gerektiğini savunmaktadırlar.

İkinci gurupta yer alanlardan Gaston Jeze, Kamu Hukuku Devletlerarası Enstitüsü’nün 1928 tarihli oturumuna sunduğu “Ferdi Hürriyetler” başlıklı tebliğinde şu görüşlere yer vermektedir;

“...Şiddete müracaat keyfiyeti, bir anayasaya derc edilebilecek hukuki bir vasıta değildir. Bu tamamen siyasi bir iş, milli amme kuvvetiyle fertlerin hususi kuvveti arasında, harbin bütün ihtimal ve tehlikelerini arz eden bir iç savaş halidir. Bir iç savaşı ise tanzim etmemek lazımdır. Ferdi hürriyetleri vaki tecavüzlere kuvvet kullanarak mukavemet, mahz bir vakıa’dır. Eğer zulme mukavemet muvaffak olursa, bu bir ihtilal demektir. Şayet muvaffak olamazsa, bu, failleri hakkında şiddetli cezaları mucip bir ayaklanmadan ibaret kalır. Hiçe sayılan ferdi hürriyetlerin korunması için bir iç savaş yoluna müracaat eden fertlere karşı, anayasada veya diğer kanunlarda, bu hareketlerinin meşru olduğuna dair bir hüküm bulunmamalıdır. Bittabii bu sözlerimiz, fertlerin, elleri ayakları bağlı olarak amme iktidarının keyfine teslim edilmeleri gerekir, demek değildir. Sadece , şiddete ve ihtilale müracaatın, muvafık bir hukuki korunma vasıtası olmadığını söylüyoruz.(9)

Burada dikkat edilmesi gereken husus, yazar tarafından direnme hakkı reddedilmiyor. Savunulan şey sadece bu hakkın varlığının veya tanınmasının anayasalarda ve yasalarda yer almaması gerektiğidir. Zira bu hakkın yasal veya anayasal güvence altına alınması, iktidarın kendi kendisini reddetmesi anlamına gelir ki bu kabul edilemez. Hakkın kullanılıp kullanılmaması sorunu, tamamen siyasi bir sorundur. Elbette ki koşulları varsa, biz yasal olarak bu hakkı tanısak da tanımasak da toplum tarafından kullanılacaktır.

Aslında bu görüşün de kendisine göre doğru yanları vardır. Elbette ki bu hakkı kullanma koşullarının mevcudiyeti halinde, hiç kimse yasaların bu hakkı kendisine tanıyıp tanımadığına bakmaz. Anayasalarında bu hakkı vatandaşlarına tanıyan ülkeler bile koydukları ceza hükümleri ve diğer yasalarla hakkın kullanımını zaten yasaklamaktadırlar.

Ancak tüm bunlara rağmen, direnme hakkının anayasalarda yer alması, yöneten ve yönetilenler üzerinde yönetilenler lehine olumlu psikolojik etkiler yaratır ve iktidarın keyfi davranışlarını sınırlayıcı bir rol oynar.

Bugün de direnme hakkı, doktrinde genel kabul gören ve dünyanın her yerinde zulme ve haksızlıklara karşı başkaldıran tüm toplumsal sınıf ve tabakalarca teorik düzeyde savunulup, pratikte yaşama geçirilmeye çalışılan bir hak olarak gündemimizi işgal etmeye devam etmektedir. Ortadoğuda Filistin Halkının varolma mücadelesi, Meksika’da Zabatistalar bunun en bariz örnekleridir.

Av.Ali Ersin GÜR


DİRENME HAKKI ÜZERİNE-1

DİRENME HAKKINDAN NE ANLAMALIYIZ.

Av. Ali Ersin GÜR

Toplumda yöneten ve yönetilen ayrımının doğmasıyla birlikte, yönetenin veya yönetenlerin haksız ve adaletsiz uygulamalarına karşı ayaklanmalar ve genel anlamda karşı çıkışlar, direnişler ve protestolar geliştirilmiştir.

Henüz adı konulmamış olduğu dönemlerde bile bu hakkın kullanıldığına tanık olmaktayız. Zulme ve haksızlığa karşı direnme hakkının pratik olarak kullanılması, insanlık tarihi kadar eskidir.
Ancak bu hakkın yazılı metinlere girmesi ve tanımlanması çok sonraki bir iştir. Yanı bu hakkın tanımı ve formulasyonu hiçbir yasada veya kitapta yok iken de haksızlığa ve zulme uğrayanlar tarafından pratik olarak bu hak kullanılmıştır. Roma’daki Spartaküs isyanı ile Anadolu’daki Şeyh Bedrettin ayaklanması ve Fransa’daki Paris Komünü bunun en bariz örnekleridir.
Bu tespit kanaatımca çok önemlidir.

Zira günümüzdeki bir çok tartışmaya da ışık tutacak mahiyettedir. Yazının ileri bölümlerinde, anayasa ve yasalarında bu hakkı tanımayan ülkelerde “Direnme Hakkının” kullanılıp kullanılmayacağı konusu tartışılırken bu konu yeniden ve ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Ancak; şimdiden şunu söylemek pek yanlış olmasa gerek: pozitif hukukta yer alsın almasın, direnme hakkı, tüm dünya halkları ve insanlık için vazgeçilmez ve devredilemez bir hak ve görev olarak kabul görmektedir.
Bir haktır, zira her bireyin insanlık onuruna yaraşır ortamda yaşamını sürdürme hakkı vardır.
Aynı zamanda bir görevdir, çünkü kişinin kendisine olduğu kadar, kendisi dışındakilerin haklarına da saygılı olma ve onlara imkanları dahilinde kullanılabilirlik kazandırma görevi vardır.
Oysa ki: susmak onaylamaktır.
Kendisine ve başkasına yapılan bir haksızlığa ve zulme karşı gelmeyen, suskun kalan ve başkaldırmayan kişi, zalime yardımcı olmuş, bu anlamda da insanlık görevini yerine getirmemiş demektir.
Kaldı ki, direnme hakkını kullanma sorumluluğu, sadece o ülkede yaşayan insanlara karşı duyulan bir sorumlulukla da sınırlı değildir. Zira dünyanın herhangi bir yerindeki olumsuz ve haksız uygulamalar, herkes için tehlikedir ve dünyanın başka yerlerinde de örnek alınabilir.
Özellikle dünya ölçeğindeki küreselleşmenin ulaştığı boyut, bu konudaki etkileşimleri daha hızlı ve güçlü kılmaktadır. Olumlu veya olumsuz pek çok uygulamanın, dünyanın her yerinde aynı tarihsel dilimde gerçekleştirilmesi veya gerçekleştirilmeye çalışılması tesadüf değildir. Elbette ki dünya ölçeğindeki bu etkileşim, sadece olumsuzluklar açısından değil, olumlu gelişmeler açısından da geçerlidir. Dünyanın herhangi bir noktasındaki insani kazanım, hızla tüm yeryüzünü az veya çok etkilemektedir. Ancak bu etkileşimin her ülkede, nesnel ve sübjektif koşullara göre farklılık göstereceği muhakkaktır.
Özetle diyebiliriz ki; “direnme hakkının” kullanılabilirliği, içeride iktidarı kullananların keyfi yönetimlerini sınırlarken, diğer yandan haksız yönetimi kendisine örnek alma hevesindeki başka güçleri de frenleme görevi görür.

Süreç içerisinde bu hakkın pratik kullanım biçimi ve kavramsal anlamı doğaldır ki ;değişime uğramıştır. Özellikle ilk dönemlerde bireysel başkaldırı ve bireye veya ona ait “şeylere” yönelme şeklinde kullanılan bu hak, zamanla daha kapsamlı ve kapsayıcı bir hal almıştır. Hakkı kullananlar, kişiler yerine, doğrudan haksız iktidarı veya haksız uygulamalara neden olan kurumları hedef almışlardır. Ayrıca hakkın kullanılmasında bireysel çıkışlar, yerini daha bilinçli ve kitlesel başkaldırıya bırakmıştır.

Bu hakkın kısa bir tanımını yapmak gerekirse; Direnme Hakkı, meşruluğunu yitirmiş iktidarlara karşı son çare olarak ve gerekirse zor kullanmak da dahil her türlü meşru vasıtalarla halkın direnerek o yönetimi değiştirme/devirme hakkı olarak tanımlanabilir. Burada “meşruluk yitimi” kavramının içeriği ve bir iktidarın meşruluğunu yitirdiğine kimin karar vereceği sorunu tabii ki tartışmaya açık ve farklı yorumlanabilecek ucu açık bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira birileri için meşru olmayan yönetimler, bir başkaları açısından farklı saiklerle meşru olarak kabul edilebilir.
Doğaldır ki en azından toplumun bir parçası olan yönetenler ve çevresindekiler ile yönetime yakın olmaları nedeniyle iktidarın bir takım nimmetlerinden yararlananlar için durum böyledir. Bu yüzdendir ki bu sorunun cevabı bağımsız bir bölüm olarak tartışılacak ve bazı kriterler ve kıstaslar ışığında değerlendirmeye tabi tutulacaktır.

Kimi kaynaklarda direnme hakkı,

“Anayasa ve hukuka aykırı tutum ve davranışlarıyla yasallığını yitiren bir iktidara karşı koyma hakkı” olarak (1)

tanımlanmaktadır ki bu noksan ve dar bir tanımlama olmanın ötesinde ciddi yanlışlar da içeren bir değerlendirmedir. Benzer bir değerlendirmenin, Direnme ve Devrim isimli çalışmasında Yavuz ABADAN tarafından da dillendirildiğini görüyoruz. Sayın Abadan’a Göre;

“...O halde çalışmalarımızın başından bu yana söylediklerimi bir yargı olarak Türkiye’ye uygularsak, anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarla meşruluk çizgisi dışına çıkan siyasal iktidarlara ve anayasamızın tam olarak uygulanması için direnme ve devrim yoluna başvurmak anayasamızın kendi gereklerindendir. Böyle bir direnme söz konusu olursa, bunun kuramsal yönü de, gene anayasanın ışığı altında, ekonomik ve toplumsal koşullar gereğince belirecektir...”(2)

İktidarlar, sadece Anayasa ve hukuka aykırılık” kavramlarıyla meşruluğunu yitirmezler. Hatta anayasa ve özellikle pozitif hukuk kurallarının kimi zaman anti-demokratik içerikte oldukları göz önünde bulundurulduğunda, konunun vahameti daha bir anlaşılır olmaktadır. Hatta böylesi durumlarda, yasa ve anayasaya uygun davranışların bizzat kendisi bile meşruluk yitimine neden olabilir. Doğru-dürüst bir yönetimin ilk görevi, anayasa ve yasalardaki anti- demokratik hükümleri ayıklamak ve bunların yerine insanlığın doğasına uygun, onun gelişiminin önünü açıcı yasalar yapmak olmalıdır.
Bu da yetmez, yapılan tüm yasaların, eşitsizlikleri önleyici olması ve özgürlükler lehine yorumlanarak uygulanması da şarttır. Bu nedenlerledir ki “iktidarın meşruluğu” kavramı pek çok etmene ve koşula bağlı bir nitelik arz eder. Ancak belirleyici özelliği ise iktidarın, insan haklarına saygılı çağdaş bir sosyal hukuk devleti olma anlayışını kendisine rehber edinerek halkın büyük çoğunluğunun rızasını almaktır. Bu kriterlere aykırı olarak doğan veya sonradan bu ilkelerden sapan her iktidarın meşruluğu tartışmalıdır. Yani iktidarı zorbalıkla ele geçirenler kadar, meşru yollarla iktidar olmuş ancak sonraki uygulamaları ile haktan ve “hukuktan” sapmış her iktidara karşı yönetilenlerin başkaldırı hakkı vardır. Munci Kapani de bu hakkı;

“...Doktrin çoğunlukla, fertlere baskı ve zulüm karşısında hürriyetlerini korumak için son çare olarak direnme-ki bu gerektiğinde zor ve kuvvet kullanmayı da içine alır-yoluna başvurma hakkını tanımaktadır...” (3)

diyerek bizim yukarıdaki tanımlamamıza paralel bir açıklık getirmektedir. Buradaki yönetim kavramı geniş anlamda kullanılmakta olup, söz konusu olan ulusal yönetim olabileceği gibi, işgalci bir yönetim de olabilir.
Güney Afrika Cumhuriyetindeki “Beyaz Azınlık” hükümetince yürütülen Apartheid politikalarına karşı siyah çoğunluğun Mandella liderliğindeki karşı çıkışı veya Latin Amerike Diktatörlüklerine karşı halkın on yıllarca süren direniş mücadeleleri, birinci guruba örnek olarak verilebilir.
Öte yandan Anadolu halkının 1900’lü yılların başında, işgalci güçlere karşı, Cezayir Halkının Fransızlara, Vietnamlıların keza Fransa ve ABD’ye, Filistinlilerin ise işgalci İsrail Siyonizmine karşı yürüttükleri direniş savaşları aslında bu hakkın işgalci güçlere karşı kullanılmasına birkaç tipik örnektir. Ancak hiçbir koşulda bu hak, insanlara birileri tarafından verilmez. Kişinin, doğuştan insan olarak sahip olduğu bir hak olup, bunu kullanmak isteyip istememesi ise kişinin kendisine bağlıdır.

Ülkemizde, direnme hakkı konusunu inceleyenlerden biri de Doç. Dr. Muammer AKSOY’dır. Sayın Aksoy “”Milletlerin “İsyan ve İhtilal Hakkı”na Dair””başlıklı makalesinde şu düşünceleri dile getirmektedir.

“...Yazımıza son vermeden önce bir gereği daha belirtmek isteriz: Milletleri isyan ve ihtilallere sürükleyen, hukuk ve sosyoloji kitaplarında fikir adamlarının mukavemet (direnme) hakkı hususunda müsbet hükme varmış olmaları değil, muayyen bir cemiyetteki fert guruplarının ve kitlelerin, - mevcut şartlar altında – kendilerini, “bizzat kendi hak duyguları”na göre kuvvete baş vurmağa haklı görmeleridir. Yüz yıllardan beri, hele zamanımızda milletler, artık iktidarda bulunanları, keyfi harekete dahi mezun “kadiri mutlak efendiler” değil, fertlerin hak ve hürriyetlerini kurumak ve menfaatlerini savunmakla vazifeli “hizmetkarlar” telakki etmektedirler. Hakikat ta bundan ibarettir. Eğer milletin sadece kahyası mevkiinde olup meşruiyet ve yetkileri şarta bağlı bulunan iktidarlar, vazife ve mevkilerini unutup, milletin efendisi ve kadiri mutlak olmak hevesine kapılırlarsa, (milletin hakimiyet hakkını ve fertlerin siyasi hürriyetlerini hiçe sayarak, onları adım adım köleleştirmeğe kalkışırlarsa) er geç yuvarlanmağa mahkumdurlar. İktidarların değişmelerinin normal yolu olan hakiki bir seçim ve – hukuk dışı hareketleri önleyecek – hukuk devleti müesseseleri de yok edildiyse, millet iki kötü yoldan birini seçmeye zorlanmış demektir. Ya iç barış adına, ne zaman sona ereceği kestirilmeyen bir kölelik durumuna katlanıp, bir derviş sabır tevekkülü ile her şeyi “zamanınmucizevi şifa kudreti”ne terketmek: yahut “sonu gelmeyen bir dehşet içinde yaşamaktansa, müthiş bir son”u ehveni şer sayıp, - boyunduruğu kıracak bir baş kaldırmanın acılarına katlanarak – hürriyet ve hukuka tekrar kavuşmak!

Onun içindir ki, isyan ve ihtilallerin, toplumun ve bizzat iktidardakilerin bedeninde derin, yaralar açmasına engel olmanın biricik emin çaresi, ”hürriyet ve hukuk yolu”ndan şaşmamaktadır. Ne garip bir tecellidir ki müstebitler tarihten ders çıkaramamakta ve hatta bizzat kendi başlarına gelen yumrukları bile, faydalı surette değerlendirememektedirler: Hürriyetsizlik ve müsamahasızlıktan bunalan aydınlar, ilgisizlikten hayat sıkıntısı içinde kıvranan halk tabakaları, kalplerinin ve midelerinin dayanılmaz sesine uyarak en tabii bazı davranışlarda bulundukça, müstebitler biraz daha haşinleşmek, biraz daha insafsızlaşmak gibi feci bir gaflet yoluna sapmaktadırlar

Böyle bir ters tutumun sonunda nereye götüreceği hususunda ise şüphe edilemez: Bir küheylanın sırtındaki süvari, dizginleri durmadan çeker ve ona serbestçe baş oynatma imkanı bırakmazsa, asil bir atın yapacağı, dizginleri zorlamaktır. Süvari o gafil süvari, buna karşı dizginleri durmadan biraz daha ve biraz daha çekmeye devam ederse atın şaha kalkıp sırtındakini baş aşağı yuvarlaması mukadderdir. Müstebitlerde, çok kere aynen böyle hareket ederek, halkın ve aydınların haklı tepkisi karşısında hak ve hürriyet yoluna dönecek yerde, tarafsızları ve muhalefeti susturmak, gazetecileri hapishanelerde çürütmek, gazeteleri kapatmak, kendi partisi içinde bile tenkidi boğmak gibi felaket tohumlarına baş vurmaktadırlar...” (4)

Sayın AKSOY’dan yapmış olduğumuz bu uzun alıntı konuyu çok açık bir şekilde özetlemektedir. Aslolan bu hakkın kullanılmasını gerektirecek koşullara sebep olmamaktır. Yanı iktidarın, kendi kendisini sınırlayarak yönetilenlere karşı zülüm ve haksızlık yoluna başvurmaması gerekir. Aynı zamanda, toplumsal muhalefetin ve aydınların yada farklı düşünenlerin sesine de kulak kapatmamak gerekir. Sürekli şiddet ve teröre başvurarak iktidarda kalmak mümkün değildir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Demek ki bir ülkede yönetilenlerin iktidara karşı ayaklanmasını önleyecek asıl faktör, iktidarın zor ve baskı kullanması değil, onun adil, demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi bir anlayışla ülkeyi yönetmesidir. Yasaları ve anayasalarını bu mantıkla hazırlayıp, uygulamaları da bu yönden geliştirmeleri gerekir. Yanı hem hukuk sistemi demokratik ve insan haklarına saygılı bir içerikte olmalı, hem de konulmuş olan bu kurallara yönetimin mutlaka uyması gerekir. Kendi kendisini sınırlamayan ve koymuş olduğu kurala kendisi uymayan yönetimin, başkasından bu kurallara uymasını beklemesi ham hayal olur.

İsviçre Ansiklopedisinde yer alan ve ünlü kamu hukukçusu Werner Kaegi tarafından kaleme alınmış olan demokrasi konusundaki makalede direnme hakkı konusunda şu görüşlere yer verilmiştir.

“Ana hak ve hürriyetlerin olmadığı yerde demokrasi yoktur. Hürriyet hakları teminat altına alınmış serbest bir muhalefetin bulunmadığı yerde, demokrasinin dejenere olup mutlakiyete inkılap etmesi tehlikesi daima mevcuttur. Demokrasi, ancak anayasaya riayet edilen ve hukuk devleti prensiplerinin gerçekleştirildiği bir yerde devamlı olarak emniyet altında bulunabilir. Hukuka aykırı, zalim bir iktidara karşı mukavemet hakkı, demokrasinin temellerinden birini teşkil eder.” (5)

Burada direnme hakkının, demokrasinin bir güvencesi olarak değerlendirilmesi bizce de doğru bir değerlendirmedir. Ancak hukuk devleti kavramının içeriğinin iyi doldurulması ve doğru tanımlanması gerektiği inancındayız. Bize göre, hukuk da diğer tüm toplumsal müesseseler gibi insanlığa hizmet ettiği oranda değer kazanır. Bu yüzdendir ki konulan her kurala uymak, bir iktidarı ve yönetimi hukuk devleti olarak tanımlamaya yetmez. Yönetenlerin, konulmuş olan kurallara uyması önemlidir ancak bu kuralların, insan haklarına saygılı, temel hak ve özgürlükleri koruyan ve emekten yana bir öze sahip olması da oldukça önemlidir. İşte ancak bu iki koşulun birlikte varlığı halinde bir ülkede hukuk devletinden bahsedebiliriz. Böylesi bir sistemi geliştirmek ise o ülkede yaşayan tüm kesimlerin görevidir. Böylesine büyük ve önemli bir görevi ne tek başına yönetimin ve ne de yönetilenlerin yerine getirmesi mümkün değildir.
Toplumu oluşturan bireyler ne kadar bilinçli olur, temel hak ve özgürlüklere sahip çıkarsa, yöneten ve yönetilenler arasındaki karşılıklı etkileşim ve birlikte iş yapma kabiliyeti ne kadar güçlü olursa bu hususta ideala yaklaşmaları da o kadar güçlü olur.

Bununla birlikte yine de , bir ülkede huzur, refah ve düzenin sağlanmasında asıl görev iktidara düşmektedir. Bu durum elbette ki yönetilenleri bir takım sorumluluk ve yükümlülüklerden kurtarmaz. İktidarın, yönetilenlere karşı kendi kendisini sınırlayarak adil, demokratik, insan haklarına saygılı ve eşitlikçi davranmasına karşılık, yönetilenlerin de mevcut iktidarı sürekli denetleyerek ve tespit ettiği yanlış, sapma ve haksızlıklara karşı onu uyarma görev ve sorumluluğu vardır. Yönetilenler bu görevlerini değişik araç ve yöntemlerle değişik biçimlerde yerine getirebilir. Demokratik toplumlarda bu durum karşılıklı diyalog ve toplumsal yaşama demokratik katılım yolu ile sağlanmaktadır.

Aslında burada iktidar kısmen de olsa paylaşılarak yaygınlaşmaktadır. Dilekçe hakkının engelsiz kullanılması ve talebin reddi halinde uyamazlığın yargı organları önüne götürülmesi şeklindeki kontrol ve uyarılar da önemli ve yaygın bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca halkın sesine kulak vermek, zaman zaman önemli konularda referandum ve halk oylaması yapmak genel eğilimin belirlenmesi ve demokratik tartışma ile demokratik katılım açısından önemlidir. Bunun sağlanamadığı noktada ise demokratik tepkisel eylemler gündeme gelir. Miting, basın açıklaması, radyo ve televizyon programları, panel, form, boykut, ilan, vb. Ve bütün bu yollardan sonuç alınmadığı taktirde, tabiiki direnme hakkının kullanılması veya devrimci itaatsizlik ülkenin gündeminde ilk sırayı işgal edecektir.

İktidarın, farklı seslere kulak vermesi, onları da karar alma sürecine katması ve kararın alınmasında onların düşüncelerinin de karara yedirilmesi anlamına gelir. Yoksa herkesi dinleyip sonuçta bildiğini okuyan bir iktidarın, samimiyetsizliği, toplumun gözünden kaçmayacaktır. Böylesi bir durum, yönetime karşı toplumda güvensizlik yaratacağından, hem ilişkilerin yozlaşarak bozulmasına ve hem de eğer varsa diyalog yolunun kapanmasına neden olur. Bu durum ise kolayca çözülebilecek pek çok sorunun büyümesine ve çözümün güçleşmesine yol açar.

Demokratik katılım, elbette ki taraflara sorumluluklar da yükler. En önemlisi de ortak kararın hayata geçirilmesindeki sorumluluktur. Böylece yük sadece yönetenlerin omuzlarına binmez, tüm toplumsal güçler tarafından paylaşılmış olur. Demek ki karar alma sürecindeki ortaklık, kararın yaşama geçirilmesi aşamasında da devam eder. Nasıl ki tabana danışılmadan, tepede alınan kararları topluma mal etmek zor ve yanlış bir yöntem ise, karar alma sürecine katılan tabanın, uygulama aşamasında kenara çekilerek yönetimi yalnız bırakması da bir o kadar yanlıştır.

Demokratik katılım ve diyalog yolu ile sorunların çözümü, toplumsal enerjinin ülkedeki olumlu gelişim ve dönüşüm için seferber edileceği için hem toplumsal refahın, adaletin, eşitliğin ve özgürlüğün gelişimine katkı sunar hem de toplumsal enerjinin birikerek patlamalara yol açmasının ve toplumsal alt-üst oluşların önüne geçilmiş olur. Zira böylesi bir yönetim anlayışı ile idare edilen ülkelerde, yöneten-yönetilen ayırımı da hızla aşınmaya uğrayacaktır ki bu oldukça olumlu ve önemli bir gelişmedir. Yanı tam da istenilen sonuçtur. Toplumsal adaletsizliklerin ve eşitsizliklerin varolmadığı toplumlarda, direnme hakkının ve devrimci itaatsizliğin kullanılmasının objektif koşulları da olmayacaktır. Böylesi bir durumda, olsa olsa sivil itaatsizlik eylemlerine rastlanabilir, hepsi o kadar. Ancak ne yazık ki günümüz dünyasında, bizim anladığımız ve savunduğumuz anlamda bir demokratik katılım örneği sunan ülke henüz yoktur.
Olsa olsa ilk nüvelerine rastlanabilir.

Av. Ali Ersin GÜR