tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
25 Mayıs 2010
Kemal Kılıçdaroğlu, Dersim çıkışını unutmamalı.
“Bizim kadar siz de biliyorsunuz” **************** Hozat Belediye Başkanı'ndan Kemal Kılıçdaroğlu'na mektup
CEVDET KONAK (Arşivi)
*****************************************
| ||||||
Etiketler:
AKP,
belediye başkanı,
CEVDET KONAK,
CHP,
Dersim,
Genel Başkan,
Hozat,
tarih
24 Mayıs 2010
Derneğimizin Kuruluş Nedenleri İle Karşılaştığımız Zorluklar
Derneğimizin Kuruluş Nedenleri İle Karşılaştığımız Zorluklar Derneğimiz, Anadolu Aleviliğine (Bektaşiliğe) özgü bir yaşama tarzıyla, birbirleriyle dayanışma içerisinde yaşamaya alışkın insanların, köylerinden büyük şehirlere göçünce oradaki yalnızlığının, güçsüzlüğünün verdiği sıkıntıları aşabilmek için, bir araya gelme, dayanışma içine girme arzusundan doğmuştur.
Tarihsel bir olguyu iyice anlamak, bazı ayrıntılarını birbirlerine karıştırmamak için, incelenen olgunun hangi toplumsal zorlamaların sonucu olarak doğduğuna, ortaya çıktıktan sonra toplumu nasıl etkilediğine, en yüksek aşamasına ne zaman geldiğine, ne zaman durgunlaşıp sönümlenmeye başladığına kısaca bakmak gerekir derler; bizde öyle yapalım. Anadolu Aleviliğinin temelinde olgun insan ( “insanı kamil- ehli kamil insan) anlayışı yatar. Onlara göre her şeyin temeli insandır; bu yüzden aranacak her şey insanda aranmalıdır. Bu anlayışı Hacı Bektaşi Veli “hararet nardadır, sacda değildir; Keramet baştadır, taç da değildir; Her ne arar isen insanda ara, Kudüs’te, Mekke’de, Hacda değildir” diye ifade etmiştir. Bir çok alevi şairi gibi bu sözleri şiirlerinde işleyen, Yunus Emre, bir deyişinde “Her ne arar isen, kendinde ara; Kudüs’te Mekke’de Hacda değildir; Kabul et Yunusun ergen sözünü, tezcek gelir başa, geç de değildir” der . Onlara göre “insan, okunacak en büyük kitaptır”. Hz. Ali bir sözünde: Bir kur’an-ı sâmit, bir de kur’an-ı Natık vardır ( bir cansız konuşmayan kuran, birde canlı, konuşan kuran vardır) dediği gibi; onlar insanı “kuran’ı natık: canlı kuran” olarak görürler. Onlara göre her şeyin yapıp, yaratıcısı olan insandır; bu anlayıştan dolayı bir alevi şairimiz: “Kainatın aynasıyım, madem ki ben bir insanım/ Hakkın varlık deryasıyım mademki ben bir insanım / Tevrat’ı yazabilirim, İncili dizebilirim, Kuranı sezebilirim, mademki ben bir insanım / İnsan Hakta Hak insanda, arıyorsan bak insanda çok keramet var insanda, mademki ben bir insanım / Daimiyim harap benim, ayaklara turap benim, aşk ehline şarap benim, mademki ben bir insanım”.der. Anadolu Alevileri insanı, tanrının özünden, Onun ruhundan yaratılmış yüce bir değer, yüce bir varlık olarak görürler. Onlara göre tanrı insanda, insanın özünde, gönlünde, kalbinde, kalbinin içindedir. Ehli Kamil olan insan kendini tüm olumsuzluklardan arındırarak, özündeki bu cevherle birleşen, onunla hem hal olup ikiliği aradan kaldırıp o özle yek vücut olan yetkin insandır. Bu varlığa (İnsana), kötülük etmek şöyle dursun, Anadolu Alevi anlayışına göre insanın kalbini kırmak bile, tanrının evini – gönül Kabe’sini - yıkmakla özdeştir. Anadolu Aleviliğinin en temel düşüncelerinden biri olan bu anlayış, yine en güzel ifadelerini, bu anlayışın temellerini atan, bir nevi Hacı Bektaşi Velinin bu günlere kadar gürleyerek gelen sesi, sedası olan Yunus Emre’nin şiirlerinde en olgun ifadelerini bulur; yeri gelmişken burada bu şiirlerden birkaç dizeyi analım: Çalış kazan ye yedir, bir gönül ele getir Bin Kabe’den yeğrektir, bir gönül ziyareti. Eğer bir müminin kalbin kırarsan
Hakka eylediğin secde değildir. Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil. Yunus Emre der hoca: gerekse bin var Hacca
Hepsinden iyice bir gönüle girmektir. Bu düşünce alevi ozanlarının şiirlerinde sürekli işlenen bir oya gibidir; Sümmani: “kimi Sevap için Kabeye Varır / Kabe kapınızda bilmez misiniz” derken, Katibi: “Gönül Kabe’sini tavaf ederiz / Günde yüz bin kere hacımız bizim” diyor; bir başka şairimizse: “Gönül bir Kabe’dir yap da ol Hacı / Davut Sulari’de nişan eylesin” diye bu düşünceyi daha da somutlu yor. ... “Benim Kabem insandır” deyip, ibadetlerini yaparken halka şeklinde oturup, birbirlerine yüzlerini dönmeleri, birbirleriyle yüz yüze gelmeleri bu anlayışın sonucudur. Elbette burada yüceltilip, korunan insan, bütün insanlık alemidir. Kulluktan insanlığa yüceltilen bu varlığı, her hangi nedenle olursa olsun, bir birlerinden ayrı görmek; birilerini diğerlerinden üstün yada aşağı görmek, hem suçtur hem de en büyük günahtır. Pir Sultan “Gelin canlar bir olalım” diye çağırırken, bu birlik çağrısını dili, dini, ırkı, vatanı,cinsiyeti ne olursa olsun bütün insanlığa yapar. “Bizim Yunus ...,” bu konuyu işlediği dizelerinde, bize şöyle seslenir: “yetmiş iki millete bir nazarla bakmayan , Halka müderris ise de hakikatte asidir. “Sen sana ne sanırsan, Ayruğa da onu san Dört kitabın manası budur, eğer var ise. “Hakkı gerçek sevenlere, Cümle alem kardeş gelir. “Biz kimsenin dinine kötü demezük, Muhabbet doğarsa din tamam olur” diyor. İnsana zarar vermek şöyle dursun, insanın kalbini kırmayı (“gönül Kabesini yıkmayı”) bile suç sayan, günah bilen, Anadolu Alevileri, bu anlayışlarını günlük hayatlarına sindirerek, yüz yıllardır süren hayatları içerisinde buna özgü bir yaşam biçimi kurup, bunu gelenekselleştirmişlerdir.
Bu yüzden Alevi köylerinde bütün işler, halkın gönüllü katılımına dayanarak, imece usulüyle ortaklaşa yapılır; Köyün yolu suyu, seteni, “ayin-i cemi” köylülerin gönüllü katılımıyla, elbirliği içerisinde yapıldığı gibi, köyde yapılacak düğünde, ölümde köylünün ortak sorunu, elbirliğiyle yapacağı işlerdir. Alevi köyünde doğup büyüyen bir insan, doğal olarak bu işlerin her yerde de böyle yapıldığını sanır; bu yüzden bu yaşam biçiminin önemini de, değerini de anlayamaz bile; ne zamanki köyünden çıkar, farklı anlayışlardaki yaşam biçimlerini görür işte o zaman kendi yaşamlarının değerlerini, farkını fark eder; işte o noktadan sonrada, o değerleri anlamaya, kendi kendine bilinçlenmeye başlar. Buda kendi gibi olanları arayıp bulmasının, bu değerleri yaşayıp, yaymak için toplanıp örgütlenme içine girmesinin temel dinamiğidir. Derneğimiz bu dinamiklerin sonucu oluşmuş var olan koşulların özgül biçimidir. Kapalı köy hayatı içerisinde, birbirleriyle dayanışma içerisinde yaşayan, bunu bir yaşam biçimi haline getiren Aleviler, büyük şehirlere göçüp oralarda yaşamaya başlayınca, yeni hayatlarının her sıkıntılı anlarında, birbirlerinin yardımına koşup, birbirleriyle dayanışma içerisine girerler. Özellikle bir hastaları olduğunda, yada bir ölüm olduğunda, köylüler- hemşehriler birbirlerinin yardımına koşar, toplanan insanlar gerekli bütün işleri ortaklaşa yaparlar. Özellikle cenazelerin defnedilmesi, cenazenin köyüne götürülmesi için para toplanmaya başlanır. Toplanan bu paralar bazı anlar artar, bunu bir yerde biriktirip, başka bir zamanda gerekli olunca o fondan kullanmaya başlarlar. Zaman içerisinde bunun kolaylıkları, yararları anlaşıldıkça, iyi günlerinde de bu fona para vermeye, buraya para toplamaya başlanır. Böyle başlayan bir sürecin içerisinde, büyük şehirlerde (Ankara’da) yaşayan alevi köylerinden insanların oluşturduğu “ölü gömme sandıkları” oluşur. Bu sandıkların bir araya getirdiği insanlar zaman içerisinde bu sandıklara hukuki bir biçim vermek için, o alevi köyünün adıyla anılan köy dayanışma derneklerini kurmaya başlarlar. İşte bizim derneğimizde bu sürecin sonucu doğan, alevi köy derneklerinden biridir. Derneğimiz, Banaz Köyü Pir Sultan Abdal Turizm ve Dayanışma Derneği” adıyla, 8 Ağustos 1988 yılında, Ankara’da kurulur . Adından da anlaşıldığı gibi bir yöre derneği (bir köy derneği) olarak doğan derneğimiz, 26 Kasım 1990’da yapılan 1. Olağan Kongresinde hem tüzüğünde hem de adında değişiklikler yaparak bu günkü haline gelir. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, bu iç değişiminden sonra, bu yaşam biçimini içine sindirmiş, böyle yaşayıp kendileriyle dayanışma içerisinde olacak, bütün dostlarını, yeni komşularını da içlerine alarak, gelişip, büyüyerek bu günkü – Çağdaş Demokratik Kitle örgütü – haline gelir. Derneğimizin bu niteliğinden dolayı, derneğimizin bütün kademelerinde, geçmiş aidiyeti, inançları ne olursa olsun bu yaşam biçimini içine sindiren, bütün insanlara açık olmuştur. Derneğimizde, din, dil, ırk, milliyet, cinsiyet vb. ayrımlar asla yapılmaz. Bu olgu dernek tüzüğümüzün amaçlar bölümünde şöyle belirtilir: “ Derneğin Amacı : Pir Sultan Abdal’ın yaşamı ve felsefesi doğrultusunda sosyal, kültürel çalışmalar yapmak, başta Anadolu Alevi kültürü olmak üzere tüm kültürleri yaşatmak, geliştirmek ve yaymanın yanı sıra Demokrasi, Laiklik ve insan hakları gibi değerlere sahip çıkmaktır.” Derneğin yapacağı işler bölümünde ise: Dernek, “Çalışmalarını ırk, dil, inanç, cinsiyet ve siyasal görüş ayrımı gözetmeden sürdürür.” denmektedir. 2 Temmuz Katliamından sonra ülkemizin birçok yerinde derneğin şubeleri açılmaya başlanır; Adana Pir Sultan Abdal Kültür Derneği de bu süreçte 21.12.1993’de kurulur. Karşılaştığımız zorluklara gelince, bunları da şöyle bir sırayla anlatmamız uygun olur: Derneğimizin kuruluşuna nasıl geçmişten süzülerek bugünlere gelen olumlu değerlerimiz neden olduysa, yine en büyük ayak bağımız da kökleri çok derinlerde olan yanlış inanışlarla geleneklerimizdir; Bizler gördük ki, bu günde bize güç veren, değişip dönüşerek çağdaş değerlerle kaynaşacak geleneklerimizde var, bu gün ki çağdaş yaşamda, bizlere ayak bağı olacak, onlardan acilen kurtulmamız gereken anlayışlarımızda var. Asırlardır Anadolu Aleviliği “Halk Mezhepler” içerisinde görülmeyip, hep “Beşinci Mezhep” olarak görülerek dışlanmış, Aleviler hakkında çok kötü iftiralar uydurulmuş; Aleviliğin yok edilmesi için “onların kanı katli helaldir” diye fetvalar verdirilerek, bu günlere gelinmiş. Bu tarihsel birikimlerin sonucu olacak ki, 1993 yılının, 2 Temmuzunda Sivas’ta saz çalıp, semah dönerek Pir Sultanı anmakta olan canlarımızın kaldığı Madımak Oteli, Cuma namazı için camilerde bulunan insanların kışkırtılması sonucu ateşe verilip, yakılmıştır. Bu, nereden bakılırsa bakılsın, acı bir olaydır; bizce bu olayın düşünülmesi gereken önemli bir yanı da, bunu yapanların sıradan, her hangi bir yerden değil de, ibadet için camilerde toplanmış insanlardan oluşlarıdır. İbadet için camilere toplanan bir kitlenin bu hale nasıl geldiği, yada nasıl olup ta bu hale getirildiği, gelecek güzel günler için araştırılıp, gerekli önlemler alınmalıdır. Ne yazık ki, bu güne kadar ne üniversitelerimizden, ne devlet kuruluşlarımızdan, nede demokratik kitle örgütlerimizden bu işe soyun olmamıştır. Bizce buda üzerinde düşünülmesi gereken acı bir sonuçtur. Bize her yıl, lisede, hatta üniversitede okuyan gençlerimizden gelip, “Aleviler mum söndürür mü, horoz çırpındırma işi nedir, Aleviler niye yıkanmazlar ...vs” diye çeşitli sorular soranlarımız olur. Bu çağda, bu türlü sorulara muhatap olup, uzun uzun açıklamalar yapmak zorunda kaldığımız için üzülürüz. Milli Eğitimimizin ders programları demokratikleştirilip, -örneğin felsefe dersinde – Alevilik felsefesi ile Alevilik düşüncesi incelenemez mi, tarih dersinde, tarihi bu olaylar, objektif bir gözle okutulup, eleştiri süzgecinden geçirilemez mi? İnsanlarımızın birbirlerini sevip kaynaşması için, geçmişlerini bilmesini, birbirleriyle uzlaşmasını kim yada kimler sağlayacak, bu iş bu gün değilse ne zaman yapılacak, bizler yapmayacaksak kimler yapacak?... Alevi insanlarımızın önemli bir çoğunluğu da, gelişmeleri iyice anlamadan, çağa kendilerini uyduracakları yerde, geçmişte kalması gereken bazı anlayışları bu günde olduğu gibi yaşamak istemekteler. Örneğin, ayin-i cem dışında semah dönülmesine karşı çıkılması; Alevi kökeninden gelmeyen gençlerle çocuklarının evlenmelerinde problemler çıkarılması; koltuklara oturarak değil de, dededen babadan görüldüğü gibi yerlere oturarak “Ayin-i cem” yapılması; bütün mahkemelerin jüri sistemine geçip, daha adil, demokratik bir yargılama sistemine geçilmesi için çalışmak varken hala bu işin cemlerde görmeyi düşlemek; bazı geleneklerin, bazı anlayışların bilimsel eleştirileri karşısında tutuculaşmak vb. sayıla bilinir. İnançlarımızın gereği bazı gelişmelere tavrımızdan dolayı da çeşitli baskılara uğruyoruz. Örneğin Alevi inancı insan canına kastetmeyi dıştalar, insanı öldürmeyi reddeder; Alevi cemlerinin en büyük cezası, suçluyu “düşkün” ilan edip, düşkün olan kişiyle her türlü ilişkiyi keserek, onu her şeyden mahrum etmek, onunla selamı sabahı kesmektir. Bu ceza suçlunun topluma geri kazanılması olanağını da ortadan kaldırmaz. Bu temel inancımızdan dolayı, 2 Temmuz Sivas Katliamı sanıklarının suçlu bulunup, idam cezasına çarptırıldığında, bizler “evet bunlar suçludurlar, ama bizler idama karşıyız bunlara başka bir ceza verilsin” diye bir tavır aldığımızda, üyelerimizden bazı arkadaşlarımızı da yanlarına alan bir gurubun baskısına uğradık; dönem değişti, bu defa, Abdullah Öcalan’ın idam edilmesine aynı anlayışımız nedeniyle karşı çıktığımızda da bu defada başka güçlerin baskısına uğradık. Bizler doğru bulduğumuz bir ilkemizi, kişisel durumlara göre değiştiremeyiz ki. Ülkemizde oldum olası, özgürce siyasal çalışmalar yapmanın önünde birçok engeller, yasaklar bulunduğundan dolayı, yasaklı siyasal hareketler çalışmalarını bir kuruluşun altında kendilerini kamufle ederek, oralarda gizlenerek yapa gelmişlerdir; Bu o kuruluşta, genleriyle oynandığından tadı, kokusu, görüntüsü değişen bitkilerdeki gibi, acayip değişikliklere yol açar. Adana’da bizim derneğimiz kurulduğunda, bazı sol, sosyalist düşüncelerden insanlar geldiler, tabi ki gelirken kendileriyle beraber alışkanlıklarını, huylarını, suylarını da beraberlerine getirdiler. Bunun çok çeşitli sıkıntıların çektik, zorluklarını gördük. Bu süreçte bir şeyi de gördük ki, çoğu zaman bir fikir, onu ortaya atanlardan da bağımsız olarak, bütün mantıki sonuçlarına çabukça ulaşıyor.
Örneğin kendilerine “milliyetçi sosyalist – ulusal sol” diyen bir siyasal hareket, bir siyasi parti, derneğin yolunu, izini bilmeyen üyelerini derneğe üye ederek, kongrede derneği ele geçirip, derneği partilerinin yan bir kuruluşu gibi kullanmaya başladı. Nehirlerin yollarını alırken içine giren yabancı nesneleri dışarı atıp, kendi kendini arındırdığı gibi, dernek kitlemizde derneği terk edip onları yalnız bıraktı. Bu süreç sonunda dernek işlevsizleşerek kapandı. Derneğimizi yeniden açıp, canlandırmaya başladığımızda, bu yüzden, çok büyük zorluklarla, sıkıntılarla karşılaştık. Devletin güvenlik birimlerinin bizim gibi derneklere bakışı, çalışmalarını gözlemleyişi genellikle olumsuz; bundan dolayı her zaman çeşitli zorluk çıkarılıyor. Derneğin bir etkinliği için izin alacağımızda, dosyayı önce Valilikten onaylatıp, sonra Emniyet Müdürlüğü, Dernekler Masasına götürülüyor. Burada kumar kulüplerine, bir takım ticaret yapan kuruluşlara bakan bir birim, bizim gibi kültür kuruluşlarına da aynı hassasiyetle bakıp, bir takım zorluklar çıkarıyorlar.
Alevi kökenli dernekler ile vakıflar, 2002 yılında, bir üst birlik oluşturarak, kurdukları bir konfederasyon çatısı altında birleştiler.
Ankara’da ki bir yerel mahkeme, isminde Alevi sözcüğü bulunduğu gerekçesiyle bu konfederasyonu kapatma kararı aldı. Bu karar kamuoyuna “Alevi dernekleri kapatılıyor” gibi yansıtıldı yada böyle algılandı. Bu ise gerek üyelerimiz, gerekse de sevenlerimizin içinde endişelere yol açtı. Bunun üzerine, Adana’da çalışmalarını sürdüren üç Alevi derneği olarak, bu endişeleri giderip kamuoyunu bilgilendirmek için, derneğimizde, basınında çağrıldığı bir toplantı yaparak, durumu aydınlatacak açıklamalarda bulunduk; sohbet ettik. Bundan dolayı savcılık hakkımızda soruşturma açtı; ifadelerimizi almak için, bütün yönetim kurulu üyelerimizi Emniyet Müdürlüğünde toplatıp, verilen günde toplu halde savcılığa gelmemiz için bizlerden imza aldırdı; ilk iki gidişimizde savcı beyin olmadığından dolayı ifadelerimiz alınamadı; Nihayet üçüncü kez adliyeye getirilişimizde savcı bey tek tek ifadelerimizi almaya başladı. İfade vermek üzere savcının makamına çağrıldığımda, “size bir şey sorabilir miyim” diye izin alıp; “savcı bey bizim derneklerimizin adresleri, telefon numaraları belli, bir çağrı çıkartsanız, yada telefon ettirseniz bizler koşarak gelirdik, bizleri böyle polis nezaretinde getirmeniz bizlere reva mıdır?” diye sordum. Bunun üzerine savcı bey gayet serçe bana bakıp “burası neresi?” dedi, “Cumhuriyet savcılığı” dedim, “peki ben kimim?” dedi, “Cumhuriyet savcısınız” dedim, “nasıl yapacağımı sana mı danışacaktım, ukalalık etme çık dışarı” dedi. Çok kötü olmuştum, halkın “et kokarsa tuz atarsın, ya tuz kokarsa ne yaparsın” dediği gibi, tarifi imkansız bir çaresizlik içerisinde, koridora çömelmiş, kara kara düşünüyordum; bizim gurubun yaşlılarından biri yanıma gelip, beni teselli etmek için “üzülme, boş ver, Allah’a havale et” dedi. Bu durum aklıma bir düşünürün söylediği “Din vicdansız bir toplumun, vicdanıdır ...” sözünü getirdi; ne acıdır ki bizler hala yapılan haksızlıkların cezasını toplumsal olarak verip, kamu vicdanını rahatlatamadığımızdan, hala bunları “ilahi adalete” havale ederek rahatlıyoruz. Eskiden derneğimize gelen bütün dergileri, isteyenler faydalansın diye kitaplığımıza koyardık, polis dernekte yaptığı kontrollerde, toplatılmış bazı dergiler bulmuş, bu yüzden yönetici arkadaşlarımıza büyük para cezaları verildi, bizde hiçbir dergiyi derneğe kabul etmemeye başladık; biz hangi derginin toplatılıp toplatılmadığını bilemeyiz ki. Bütün bu zorlukların belki de en kötüsü, bir iki dönem dernek çalışmalarında görev alan arkadaşlarımızın bu zorluklardan bıkıp kendilerini geri çekmeleridir. Bizlere büyük katkıları olacak, çalışmalarımızı zenginleştirecek bir çok arkadaşımızı bu yüzden yanımızda bulamıyoruz.
Bu zorlukların başında, temelinde sayacağımız, sürekli hissettiğimiz zorluğumuzsa, toplumumuzun maddi zorlukları; fakirliğimizdir. Biz yoksul bir halk tabanına dayanıyoruz, bundan dolayı da kurum olarak her adımımızda halkımızın yoksulluğunu bizde sürekli hissediyoruz. Yapmayı düşündüğümüz birçok etkinliğimizi, parasızlıktan dolayı ya hiç yapmıyoruz yada istediğimiz şekilde yapamıyoruz; her işi mümkün olduğu kadar ucuza mal etmeye çalışıyoruz. Buda zaman zaman başımıza daha büyük dertler açıyor. Örneğin bu sene (18 Ağustos 2002) Hacı Bektaşi Veliyi Anma Etkinliklerinden gelirken başımıza gelen kazanın asıl sorumlusu, toplumumuzun bu yoksulluğudur.
Hacı Bektaşi Veli Derneği bu yıl ki Hacıbektaş’a gidiş, gelişi düzenlerken, yoksul kitlemizden daha çok insanın gidebilmesini düşünmüş olmalı ki, bu işi daha ucuza yapacak arabalar bulmuş. Kaza yapan arabanın sahibi de olan şoför, parasızlıktan olmalı ki, arabasının hiç bakımını yaptırmamış; arabanın fren balataları yıpranıp tamamen bitmiş, yağı eskiyip, bozulmuş, bunların üstüne üslük, şoför biraz daha az mazot yakayım diye vitesi boşa almış. Elbette bunlar toplumsal bir yoksulluğumuzu; şehirler arası yolcu taşıma ruhsatı olan bir aracın kamusal olarak neden denetlenmediği sorusunu sormamızı, bu toplumsal eksikliğimizi göz ardı etmemizi gerektirmez ama, eğer şu gözü kör olası yoksulluğumuz olmasaydı, o zaman bizlerde daha iyi arabalarla gitmeyi düşünürdük. Toplumsal denetim eksikliğiyle, yokluk, yoksulluk birleşince işte böyle felaketlere yol açıyor. Bütün bunlar açıkça gösteriyor ki, toplumun durumu nasılsa, sizin durumunuzda öyle oluyor; ne yaparsanız yapın toplum sizi de kendi seviyesine çekiyor. Bunca olumsuzluklar içerisinde bulunan bir toplumda, siz ne yaparsanız yapın, bu zorluklarla karşılaşmadan bir hayat sürdüremiyorsunuz. Sonuç olarak; spor karşılaşmalarına bile, cenge gider gibi gidilen bir toplumda, siz bir şenlik düzenleyip, sazlar çalıp, semahlar dönerek, Pir Sultanı anmaya çalışırken, ibadet amacıyla, Cuma namazını kılmak için camilerde toplanan insanlar kışkırtılıp, gelip sizi, (saz çalıp semah dönen o topluluğu) yakabiliyor.
Bir ebem vardı da, böylesi durumlar için, “Arafat’ta kurban kessen, kelp düşer kurbanına” derdi; eğer bütün toplumunuzun durumu iyi değilse ne yaparsanız yapın erinde geçinde bela gelip, sizi de buluyor; başınız bir türlü dertten kurtulmuyor; bu tarihsel bilincimizden dolayı biz, yakınımızda yada uzağımızda, içimizde yada dışımızda osun, her sorunu toplumsal bir sorun olarak algılıyoruz. Cevabımızı, derneğimize adımını atan herkesin, göreceği bir yere koyduğumuz o çağrımızı buraya da alarak bitirelim:
Gelin tanış olalım İşi kolay kılalım Sevelim sevilelim Dünya kimseye kalmaz 27 Kasım 2002 A. Rıza Aydın Pir Sultan Abdal kültür Derneği Adana Şube Sekreteri. ........................................................... Bu yazı, Çukurova Ü. Eğ. Fak. Öğrencilerinin, “Sivil toplum örgütlerinin kuruluş nedenleri ile karşılaştıkları zorluklar” konulu araştırmaya-soruşturmaya yanıt olarak hazırlanmıştır.
Yunus Emre konumuzla ilgili bir şiirinde şöyle diyor: Ka’be ve put iman benim /Çark uruban dönen benim Bulut olup göğe ağan /Yağmur olup yağan benim Yaz yaratıp yer donatan / Gönlümüz evi yöneten
Hoşnut atadan anadan / Kulluk kadri bilen benim Yıldırım olup şakıyan / Kakıyıp nefsin dokuyan
Yer karasından börküyen / Şol ağulu yılan benim Hamza’yı Kaf’dan aşıran / Elin ayağın şaşıran
Çokları tahtan düşüren / Hikmet ıssı sultan benim (Et ü deri süngük çatan/ hükmeyleyip diri dutan
Kudret beşiğinde yatan / hikmet südin emen benem ) A. Gölpınarlı- nüshası. Bir niceye verdim emir / Devlet bile sürdü ömür
Yanan kömür kızan demir / Örse çekiç salan benim Kar yağdıran yer donduran / Hayvanların rızkın veren
Şöyle bilin yol gösteren / Ol rahim ü rahman benim Gerçek âşık gelsin beri / Göstereyim doğru yeri
Makamlar gönüller şarı / Irılmayıp duran benim Yere göğe bünyad uran / Irılmadan daim duran
Denizlere göl çağıran / Adım Yunus umman benim Çok işlenen bu kavramla ilgili olarak, iki ozanımızın deyişi anmak istiyorum: “... Tarikat abıyla cismimiz yuduk / Hak buyurdu müminin kalbi Beytullah.” Virani
“... İkilik perdesi kalktı gözümden / Şükür hakkı birlemişim özümden / Evvel iki sandığıma ağlarım.” Aşık Sefil Sadık Bu günün egemen (ezen), toplumumuzun insanları bunu başkasına tanınan bir lütuf gibi görebilir ama o gün bunun anlamı farklıydı. Bütün ezilenler gibi, “Etrak-ı bi-idrak” diye horlanıp aşağılanan bu insanlarda buna bütün halklar eşittir, 72 alem birdir diye böyle tepki göstermişler.
Hacı Bektaş’ın “Anlamadığınız duaya amin demeyin” sözü de bu tepkinin bir sonucudur. Aslında herkesin eşitlendiği yerde, küçük görünen herkes gibi kendileri de böylece eşitlerin seviyesine yükseltilmiştir. Merkezi Ankara’da olan derneğin kurucuları: Murtaza Demir (başkan), İlyas Budak, Özer Demir, Adıgüzel Türkan, Hüseyin Demir, Hasan Canik, İhsan Kılıç. Aslında, Pir Sultan’ın adıyla anılan ilk dernek, Yıldızeli’nin Banaz köyünde, “Banaz Köyü Pir Sultan Abdal Turizm ve Tanıtma derneği” adıyla 1976 yılında kurulmuştur. Banaz’daki 8 metre boyundaki anıt 1978’de bu dernek tarafından yapılıp, anma etkinliklerinede ilk defa bu dönemde başlanmıştır. 12 Eylül’ün askeri yönetimince kapatılan bu derneğin süreci ayrı bir konu olduğu için burada sadece anıyoruz.
29.05.2008
http://www.pirsultan.net/ |
8 Mayıs 2010
Tanıdık geldi!
28 Aralık 2009 Pazartesi Hiç kimse, KESK’te cisimleşen, Türkiyeli kamu emekçilerinin yarattıkları mücadele değerlerinin kolayca, masa başında oturarak, ağır bedeller ödemeden gerçekleştiğini söyleyemez. Bu birikim, tarihin belli dönemlerindeki toplumsal/siyasal köşe taşlarıyla çizgileri çizilebilecek, ancak birbirinden kesin sınırlarla ayırmanın mümkün olmadığı evrelerden geçerek bugüne gelmiştir ve geleceğe de ışık tutabilecek derinliktedir. Bu derinliğin, ilgilenen herkes tarafından doğru biçimde kavranabilmesi için KESK tarihinin yazılması, pek çok kişi ve çevre tarafından dile getirilen bir ihtiyaç halini aldığı gibi tarafımızdan da bir süredir farklı platformlarda ifade edilmektedir. Nitekim bu konuda hazırlayageldiğimiz, kısa süre içinde tamamlayacağımız bir çalışma bulunmaktadır ancak bu çalışma henüz tamamlanmadan, giriş niteliğinde bir yazı yazmak da zorunlu hale gelmiştir. Zorunluluğun nedeni, tahmin edilebileceği üzere, Canan Koç ve Yıldırım Koç’un bir süre önce piyasaya sürdükleri ve KESK çevrelerinde tepkilere yol açan “KESK Tarihi 1 – Risk Alanlar, Yolu Açanlar” kitabıdır. Koçların yazdığı kitabın tepki toplamasının nedeni, KESK içindeki dinamiklere yönelik dostça sayılamayacak bir dil kullanması ve kitabın ardından Yıldırım Koç’un yürüttüğü tartışmalarda iddia ettiğinin aksine, çalışmanın bir tarih çalışmasından çok, olayların kronolojisine serbest vezin eklenen bağlantısız politik yorumlardan ibaret bir metin olmasıdır. Tarih, çeşitli toplumsal aktörlerin mücadele alanıdır ve bu nedenle de kuşkusuz herkes kendi tarihini yazar. Hele ki söz konusu olan KESK gibi, henüz tarih içindeki yolculuğuna devam eden bir örgüt ise, tarafsız bir tarih yazmak mümkün değildir. Ancak en azından çalışmanın yönteme ve içeriğe ilişkin asgari bir iç tutarlılığa sahip olması, okurları tarafından ona atfedilecek değeri önemli ölçüde etkiler. Yani, nasılsa tarafsız tarih olmazmış diyerek, herkes aklına ilk geleni yazıp, tarih diye yutturmaya kalkarsa da yapılan işin bir değeri olmaz. Yazarların yöntem ve içeriğin tutarlılığı konusunda pek titiz davranmadıklarını söylemek yersiz olmayacaktır. KESK ile ilgili politik değerlendirmeler olarak piyasaya sürülse, üzerinde pek konuşulması gerekmeyen, önümüze sıkça gelen devletçi/milliyetçi bir metin olarak es geçebileceğimiz bu kitap, KESK tarihi olma iddiası taşıdığı oranda bizden de bir itirazı hak ediyor. Nitekim kitapta anlatılan olayların ve olaylarla ilgili yorumların yersiz olma ihtimali yayınevi tarafından da, sunuş yazısında utangaçça itiraf ediliyor. Yayınevinin “gerçeğin travmatik etkisi” dediği şey, aslında gerçeğin travmatik okunuşundan kaynaklanan ‘çarpıtma hakkı’nın kullanılması olabilir ancak. Yayınevi, kitapla birlikte Koçların çarpıtma haklarını kullandıklarını görüyor olmalı ki uyarıyor: “… Gerçekten de kitapta anlatılan herhangi bir olay kitabın naklettiği belgedeki gibi ‘cereyan etmemiş’ olabilir. Ama, gerçek hayatta konuşulmuş olan ‘sözlerden’ neredeyse hiçbiri hatırlanmıyor… Sıkıysa kanıtla!...”(s.15). “… Gerçek, her zaman ‘olduğu ve yaşandığı’ haliyle değil, belgedeki ‘kanıtlar’ nezdinde kabul görüyor…”(s.16). Yayınevinin, son kertede ahlaki sayılabilecek bu uyarısının anlamı şudur: Bu kitapla ilgili tartışma açıp, tarihi başka türlü yazmazsanız, burada söylenenler son söz olarak kalır ve KESK tarihi buradaki biçimiyle son halini almış olur. Siz istediğiniz kadar sözlü itiraz yapın, zaman içindeki etkisi düşünüldüğünde yazının hükmü sözün üstündedir. Eğer hiç kimse “bu KESK tarihine” itiraz etmezse, örgütün tarihi Koçların söylediği gibi olur. Biz de, kitabın satışlarını artırma riskini göze alarak, Koçların KESK tarihine ilişkin itirazlarımızı tartışma gereği duyduk. Neyse ki KESK sahipsiz değildir, yoksa son sözü Koçlar söylemiş olacaktı. Gerçeğin travmatik etkisi! diyerek hiç kimse bu işten kolayca kurtulamaz. Meramımızı yaygın bir deyişle ifade edecek olursak, “ortalık o kadar da boş değil”. Bayram Değil, Seyran Değil! Koçların yazdıkları kitap basitçe bir araştırma/inceleme merakının, sendikal mücadeleye duyulan ilginin ya da kitap satıp para kazanma hevesinin bir sonucu olarak görülmemelidir. Bunların hepsi geçerli olabilir ancak asıl önemli olan kitabın yazıldığı tarihsel kesittir. Kitap hangi tarihsel, toplumsal, politik koşullarda yazılmıştır ve bu koşullar içindeki anlamı nedir? Bu soruya yanıt vermek, yani kitabı gerçek bağlamına oturtmak, yapacağımız eleştirileri de hangi zeminde yaptığımızın çerçevesini çizecektir. 12 Eylül sonrası kamu emekçileri mücadelesinin tarihsel gelişimini dört evrede tartışmak mümkündür. Birincisi, çeşitli düzeylerdeki öğretmen örgütlenmelerinin yaptığı tartışmalar ve çalışmalarla başlayan, önce sendikal örgütlenme ihtiyacının açığa çıkarılması ve sonrasında örgütsel/politik zeminin hazırlanması sürecidir. Bu evre, çok farklı örgütsel formlar aracılığıyla öğretmenlerin ve ardından da diğer işkollarındaki kamu emekçilerinin sendika kurma fikrini olgunlaştırdıkları ve kitlesel/direngen bir mücadele sürecinin ilk adımlarının atıldığı başlangıç dönemi olarak kabul edilebilir. İkinci evre, diğer örgütsel araçların sendikalara doğru evriltildiği, sendikaların fiilen kurulduğu ve toplumsal mücadele sahnesine çıktıkları dönem olarak görülebilir. Bu aşamada önce çeşitli anlayışlar etrafında çok sayıda sendika kurulmuş ve süreç içinde bu sendikalar işkollarında örgütlü birleşik sendikalara doğru ilerlemiştir. Bu evre aynı zamanda, KESK tarihinin gözle görünür en yoğun çatışmalı dönemidir de. Üçüncü evre, 4688 sayılı yasanın çıkışı ile tanımlanabilir. Bu yasanın kamu emekçileri mücadelesinde, niteliği önemli oranda olumlu ve olumsuz biçimlerde etkileyen bir etken olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Dördüncü evrenin başlangıç tarihi ise 2004 yılında Eğitim Sen’e karşı açılan kapatma davasıdır. Bu dava, daha sonradan ayrıntılı biçimde tartışacağımız üzere, kamu emekçileri mücadelesine yönelik devletçi/milliyetçi (kimileri ulusalcı da diyebilir) bir müdahale sürecinin başlangıcı olması nedeniyle önemlidir. Bu süreçte KESK, önce Eğitim Sen içinden bölünme yoluyla yeni bir sendika çıkartarak, ardından da diğer işkollarında aynı süreç işletilerek yeni bir konfederasyon kurma çabasına girişilerek ve bu arada da içeriden müdahaleler yaparak ‘makas değiştirmeye’ zorlanmıştır. Bu müdahale süreci KESK’in kurucu dinamiklerinin direnişiyle boşa çıkartılmıştır ancak halen çeşitli biçimlerde devam etmekte ve gündeme göre değişen oranlarda mücadeleye etkide bulunmaktadır. Koçların kitabı, kamu emekçileri mücadelesinin dördüncü evresi olarak adlandırdığımız, devletçi/milliyetçi müdahale ve KESK içindeki devrimci dinamiklerin buna karşı direnişi ile tanımladığımız döneminin bir ürünüdür. 2004’te Eğitim Sen’e açılan anadilde eğitim konulu kapatma davası, 2005 KESK kongresinde yaşanan çalkalanmalar ve ardından geliştirilen ‘makas değiştirme’ söylemi, KESK içinden ayrı bir konfederasyon çıkarma çabaları ve yaşanan ayrılma ve en son KESK’e yapılan jandarma baskını, gözaltılar bu müdahale döneminin önemli olaylarıdır. Bu dönemle ilgili değerlendirmelerimizi ve buna karşı duruşumuzu çeşitli zeminlerde dile getirdik. Bir kez daha özetlemek gerekirse, bu olaylar daha sonradan Ergenekon davasına da konu olan, tüm toplumsal kesimleri hizaya sokma girişimlerinin kamu emekçileri hareketine düşen payı oldu. Kamu emekçileri hareketi, çeşitli biçimlerde gerçekleştirilen müdahalelerle devletçi/milliyetçi bir çizgiye çekilmek istendi ancak buna karşı direndi ve direnişi halen devam ediyor. Koçların kitabı, kamu emekçileri mücadelesi ile ilgili bir tarih çalışmasından çok, bu devletçi/milliyetçi müdahaleye tarihsel bir arkaplan kurma, KESK üzerinde yürütülen hegemonya mücadelesinde, bu müdahaleye tarihsel zemin oluşturma çabası olarak okunmalıdır. Diğer taraftan, burada bizim kitaba yönelttiğimiz eleştiriler de, kamu emekçilerinin bu devletçi/milliyetçi müdahaleye nasıl karşı koyabileceğine, eşitlikçi ve özgürlükçü bağımsız mücadele hattını nasıl koruyup geliştirebileceğine işaret eden bir teorik/politik zeminden hareket etmektedir. Nitekim bu teorik/politik zemin, bizim “mücadele tarihimize” bakışımızın da temel referans çerçevesini oluşturmaktadır. Bir tarafa Koçların KESK tarihini, bir tarafa da bizim mücadele tarihimizi koyduğunuzda, karşınıza kamu emekçileri mücadelesinin dördüncü evresini tanımlayan müdahale ve karşı duruşun somut göstergeleri çıkacaktır. Devletçi/milliyetçi müdahalenin tarih tezlerini ele alırken yaptığımız eleştirilerin üzerimize yüklediği misyonun farkındayız. Çalışmamızı bir an önce bitirmemiz gerekiyor. Ama bitirmeden de şu notu tarihe düşebiliriz: Başka bir KESK tarihi vardır ve bu büyük mücadelenin koşullarını, heyecanını, yarattığı duyguları ve dayandığı inancı daha doğru bir zeminde ifade etmektedir. Yaşasın Sınıf: Kürt Sorunundan Saklanmanın En Kısa Yolu Uzunca bir süredir Türkiye’nin en yakıcı sorunu olagelen ve son dönemlerde yeni biçimler alarak gündemdeki hâkimiyetini korumaya devam eden Kürt sorunu, Koçların KESK tarihinde de merkezi bir yere sahip. Yazarların KESK ile ilgili temel tezlerini Kürt sorununa yaklaşımları ekseninde kurmuş olmaları, kitabın, kamu emekçileri hareketine yönelik devletçi/milliyetçi müdahalenin bir parçası olmasının en açık göstergelerinden biri. Yazarların iddiası odur ki kamu emekçileri hareketi “Kürt milliyetçilerinin” içinde yer alması ve onlarla ittifak yapan grupların, kendilerinin beceremedikleri silahlı mücadeleyi kitlesel şekilde yürüten PKK’ye sempati ve dostlukla yaklaşmaları (s.31) nedeniyle etnik kimliği öne çıkararak işçi sınıfını bölen bir pozisyona düşmüştür. Hareketi kuran ve yürütenlerin sosyalist-komünist kadrolar olduğunu sıkça belirten yazarlar, bu kadroların “Kürt milliyetçileri” ile ittifakı temel aldıkları için emperyalizme karşı çıkmayı ihmal ettiklerini, toprak ağaları ve şeyhlerin halk üzerindeki baskı ve sömürüsüne ses çıkarmadıklarını belirtmektedir (s.176). Bu nedenlerle bölücü damgası yiyen, geniş memur kesiminin tepkisine neden olan ve memur sendikalarının siyasal olarak bölünmesine neden olarak sınıf bilincinin gelişmesini engelleyen KESK’in (s.36), Türkiye işçi sınıfı tarihine çok önemli sayfalar olarak geçen büyük, coşkulu kitle eylemlerine karşın net aylıklarını milli gelirdeki artış kadar yükseltemediği (s.32), çalışma süresi, yıllık ücretli izin, çeşitli izinler, disiplin hükümleri, yemek, servis, lojman ve aylıklar konusunda önemli başarılar elde edemediği yazarların temel tezlerindendir (s.35). KESK ve bağlı sendikaların çalışanların özlük haklarıyla hiç ilgilenmediği iddiası, KESK’in Kürt sorununda barışçı çözüm önerilerini bölücü bulan çevrelerin ve tabiî ki devletçi/milliyetçi müdahalenin de temel argümanlarından biridir. Oysa ki KESK çalışma raporlarına bakılırsa, bu iddianın doğru olmadığı görülebilir. Yine de KESK’in kamu çalışanlarının bütün özlük sorunlarını çözebildiğini söylemek abartı olacaktır. Ancak kamu çalışanlarının ekonomik ve sosyal durumlarının olumsuz gelişmesinin nedeni de herhalde KESK değildir. Yani hırsızın hiç mi suçu yok? Bu gerçekliğe rağmen KESK’in sürekli ve sadece Kürt sorunuyla ilgilendiği tezi safsatadan ibarettir. Gerçeğin, özel olarak seçilmiş bir kısmını aktarmak da çoğu zaman etkin bir çarpıtma tekniğidir ve ülkemizde her dönemde karşılaştığımız özel bir kontra taktiktir. Buna karşın KESK, her dönemde Kürt sorununda barışçı bir çözümden yana olmuştur, silahlara dayanan çözüm önerilerine karşı çıkmıştır ve bu tutumunu her fırsatta ortaya koymuştur. KESK’in bu tutumuyla ilgili belgeler, eğer gerçekten titiz bir tarih çalışması yapılacaksa, arayan herkes tarafından kolaylıkla bulunabilir. Miting meydanlarında yerlerde kalan bildirilerde bile, isterseniz KESK’in bu tutumunu görebilirsiniz. Hal böyleyken Koçların da katıldığı, KESK’i “Kürtçülük”le suçlama kervanının tek çıkış noktası “Türkçülük” olabilir. Ancak sol çevrelere hitaben konuşuyorsanız (yani misyonunuz bu çevrelere yönelik ise), basitçe ortaya çıkıp, konu Kürt sorunu olduğunda “Türklük damarının” kabardığını söylemek geçer akçe olmadığından, kendinizi başka bir kisve altında sunmanız gerekir. Günümüzde sola doğru konuşan milliyetçilerin bu sorunu aşmak için sığındıkları sahte bir liman bulunmuştur: Sınıf! Kültür/kimlik sorunları, öyle ya da böyle, çağımızın en yakıcı çatışma alanı halini almıştır. Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde bu çelişki ve çatışmalar hayatı şekillendiren bir hal almaktadır. Türkiye’de de Kürt sorunu, sıcak çatışma durumunun devam etmesi ile insanların hayatlarını her açıdan etkileyen çok önemli bir noktada durmaktadır. Bu nasıl bir sınıf temelli yaklaşımdır ki hayatın canlı akışını görmezden gelmemize neden olsun! Sınıf perspektifi, dünyayı anlamak ve değiştirmek için kullandığımız bir referans çerçevesi sunduğu için bize göre anlamlıdır. Burada kritik kavramlar anlamak ve değiştirmektir. Bu sorunu görmezden gelen bir yaklaşımın, dünyada ne olup bittiğini anlamak yerine, “bana ne, bana ne” diyen bir çocuk ısrarcılığı içinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Sınıf çatışmaları ve kültür/kimlik çatışmaları günümüzde birbirinden kolayca ayırt edilebilen sorun alanları olmaktan çıkmıştır. Bu sorunlara bakışımız “sınıf temelli” olabilir ancak bunun anlamı sorunları “sınıfın içine tıkıştırmak” olmamalıdır. Tüm dünyada sol, kültür/kimlik sorunlarını emek mücadeleleriyle birleştirecek yeni bir dil ve bakış açısı üretmeye çalışıyor. Çünkü sol (ve tabiî ki sınıfsal) yaklaşım etrafımızda akıp giden toplumsal yaşamı çepeçevre kuşatan çarpıcı sorunları görmezden gelmenin bir bahanesi olamaz. “PKK, Marxist-Leninist değil ki!”, “orada aslında toprak reformu yapılması lazım”, “etnik mücadele sınıfı böler”, “emperyalizmin oyunu bunlar” ve benzeri kodlarla ifade edilen günümüz milliyetçi sol pozisyonları, sınıfı, hayatı anlamak ve değiştirmek için kullanılan tarihsel/toplumsal bir kavramsal çerçeve olmaktan çıkartıp, gizli ya da açık devletçi/statükocu çizgilerinin meşrulaştırıcı mekanizması haline getirmektedir. PKK, Marxist-Leninist değildir de ama sen öyle misin? Kürt illerindeki feodal ilişki biçimlerinin en çok son Kürt isyanı döneminde çözüldüğünün farkında değil misin? Türkiye’nin en yoksullarının Kürtler olması etnik sorunlarla sınıf meselelerinin iç içe geçmişliği hakkında seni hiç düşünmeye sevk etmiyor mu? Emperyalizmin, kültür/kimlik sorunlarını “kaşımaması” için bu sorunların iç dinamiklerle çözülmesi gerektiğini fark etmen için daha kaç yıl geçmesi gerekiyor? Aslında, sınıfın arkasına saklanan Türklük duygularının ortaya salıverilmesi olan bu söylemlerin hiçbir geçerliliği yoktur. Türkiye’nin güncel gerçeği şudur: Devlet seven, Kürtleri sevmez ve buna da sınıfı bahane eder. Koçlar da benzeri bakış açısına sahip olduklarından, kitaplarında sıklıkla bu argümanlara dayanan söylemlere başvurmaktadır: “…‘Halkların kardeşliği’ adı altında Kürt milliyetçiliğine destek verenler, sınıf kimliği ile temelden çelişen etnik kimliği öne çıkararak, sınıf hareketine büyük darbe indirmektedir...”(s.123) “… bazı kamu çalışanları sendikaları Kürt milliyetçiliğinin yedeğine düştü, bu hareketin destekçisi oldukça da sınıf kimliğinin ve bilincinin gelişmesini engelledi, geniş memur kitlesinden koptu, (aşağıda ele alınacağı gibi) sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçasını oluşturan anti-emperyalist mücadeleyi, aşiret reisleri, toprak ağaları ve şeyhlerle mücadeleyi ihmal etti.”(s.174) Sınıf ve kültür/kimlik sorunlarını kolayca birbirinden ayırıveren statik/dogmatik sınıfçı bakış açısının, feodal kalıntılara karşı mücadeleyi sınıf mücadelelerinin ayrılmaz parçası kabul etmesi aslında teorik olarak zordur. Sınıf mücadelelerini ya da bu mücadelelerin gerçekleştiği dinamik alan olarak toplumu, işçi sınıfının bir tarafta, burjuvazinin diğer tarafta toplanarak cenk ettikleri bir meydan muharebesi yalınlığında gören bir zihniyetin başka türlü bir yorum yapması da beklenemez zaten. Ancak Koçlar bu zorluğu bir kalemde aşmış görünüyor. Benzeri teorik zorlamalara kitabın pek çok yerinde rastlamak mümkündür. Yazarlar, çalışanların haklarındaki gerilemeleri sermaye politikalarına değil de KESK ve bağlı sendikaların Kürt sorunundaki duyarlılığına bağlamakla kalmayıp (s.35-36), kamu hizmetlerindeki niteliksizliği de KESK’in içinde Kürtlerin varlığına dayandırabilecek kadar savruk bir anlayıştan yorum yapmaktadırlar (s.182). Yani devlet aslında nitelikli kamu hizmeti verecekti ama Kürt öğretmenler, Kürt vergi dairesi çalışanları, Kürt belediye görevlileri, Kürt nüfus memurları, Kürt mühendisler, Kürt hekim ve hemşireler buna engel oldular. Ah şu Kürtler! KESK tarihini hallettikten sonra yazarlardan, küresel ısınma ile Kürtler arasındaki ilişkiyi inceleyen bir çalışma bekliyoruz. Eksik konu kalmasın. Misyon gereği olsa gerek, yazarların, içi boş ama kaplaması çok renkli sınıf süslemeleriyle gizlemeye çalıştıkları dipten gelen Türklük duyguları, KESK değerlendirmelerinde temel belirleyen olmuş görünüyor. Biz, emek mücadeleleri ile kültür/kimlik mücadelelerinin neden birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılamayacağını yukarıda özetlemeye çalıştık. Ancak konuyu yerli yerine oturtmak açısından bir tespit daha yapmakta fayda var. KESK tarihi, Kürt hareketinden ve içindeki Kürt unsurlardan ibaret olmadığı gibi onlardan bağımsız da ele alınamaz. Yurtsever emekçiler, kendi politik duruşları ve sendikal perspektifleriyle kamu emekçileri hareketi içinde yer almaktadırlar. Onları destekleyebilirsiniz ya da eleştirebilirsiniz; ancak KESK’e ilişkin eleştirinizi yurtsever emekçilere ilişkin eleştirinizle eş tutarsanız, en hafif deyişle yanılırsınız. Aslına bakarsanız KESK, kültür/kimlik mücadeleleri ile emek mücadelelerini birleştirme sorununa, kendi kulvarında fena sayılamayacak yanıtlar üretmiştir. Tabiî ki bu sorunu KESK’in tek başına çözmesi mümkün değildir. Ancak KESK bu yolda doğru bir duruş sergilemiş ve olumlu katkı sunmuştur. Bize göre Türkiye’nin bütünlüğünün temel harcı, KESK’in bugün her şeye rağmen savunmaya devam ettiği onurlu birliktelikten geçmektedir. Bu anlamda KESK, bölücü olmayı bir kenara bırakın, tam aksine, sahip olduğu bakış açıcı ve Türkiye’nin her yanına yayabildiği ortak mücadele anlayışıyla Türkiye’nin bütünlüğünün nasıl sağlanacağına da ışık tutmaktadır. Bugün artık devlet bile kendi planlarını yaparken Kürt sorununu göz ardı edemez hale gelmişken, “sınıf temelli” olma iddiası taşıyanların bu gerçeklikten kaçmaya çalışmaları anlaşılmaz bir tutumdur. Kamu çalışanları hareketi dönem dönem Kürt sorunu ekseninde devlet kaynaklı zorlamalara maruz kalmıştır. “Bölücülük” suçlaması sürekli yapılmıştır. Sendikaların PKK’ye mali destek verdikleri bile söylenmiştir. Bunların hepsi KESK’e yönelik devlet kaynaklı ideolojik söylemlerdir. KESK’in toplumsal mücadeleler tarihindeki öneminin bir boyutu da budur: KESK, bu saldırılara asla teslim olmamıştır. Kürt sorunu, KESK’in ele aldığı, taleplerini dile getirdiği, kendisini şekillendirdiği tek sorun olmadığı gibi, hiçbir zaman da es geçtiği bir sorun olmamıştır. KESK, her zaman Kürt sorununun Türkiye’nin demokratikleşmesindeki yerini kavrayarak, bütünlük perspektifi ile hareket etmiştir ve bu tutumun ne kadar doğru olduğu bugün artık daha geniş çevrelerce anlaşılmaktadır. Sevgili Devlet: Solda Devletseverlik Duygularının Yeniden Kabarması “Maaş artışları ve sendikal hak ve özgürlükler konusunda siyasal partilerin ve hatta hükümetlerin büyük kitle eylemleriyle ‘ikna edildiği’ durumlarda bile, bazı güçler devreye girdi ve Kürt milliyetçiliğinin taleplerine böylesine sahip çıkan örgütlenmelerin daha da güçlenmesine yol açacak hakların verilmesini önledi.”(s.35) “Türkiye Cumhuriyeti Devleti açısından bakıldığında … bu hareket içinde Kürt milliyetçiliğine verilen destek bir sorundu. ... Bu durum, Türkiye’de kamu çalışanlarının çok önemli eylemlere ve büyük mücadelelere karşın sendikal haklara kavuşmada yaşadıkları başarısızlığın en önemli, belki de ana nedenidir.”(s.97) KESK tarihinin kimi dönemlerinde grevli toplu sözleşmeli sendika yasasına ilişkin, hükümette olan kimi siyasi partilerin vaatleri olmuştur. Hatta hemen hemen bütün siyasi partilerin programlarında buna dair göndermeler bulunmaktadır. Ancak bu konudaki girişimler hep gündem dışı bırakılmıştır. Yazarlar bu durumu da KESK’in Kürt sorunu ile ilgilenmesine bağlamaktadır. Koçlara göre aslında kamu çalışanlarının haklarındaki bu gelişmeyi siyasi partilerin ötesinde devlet de istemektedir. Kamu çalışanlarının kitle eylemleri devleti “ikna etmiş” olmasına rağmen, KESK’in Kürt sorunundaki statüko karşıtı duruşu nedeniyle devlet, kamu çalışanlarının haklarını üzülerek verememiştir. Herhalde bu büyük sırrı yazarlar “içeriden” almış olmalılar. Nasıl oldu acaba? Belki de biri gelip yazarlara dedi ki: “Verecektik ama Kürtler var”. Koçların kitabının temel tezlerinden biri olan bu yorum hakkında lafı fazla uzatmaya gerek yok. “Sınıf temelli ama devletsever” perspektifin varacağı yer burasıdır. Elimizde Türk bayraklarıyla eylem yapsaydık; Batı Trakya, Kerkük ve Uygur Türklerine uygulanan baskılardan başkasını görmezden gelseydik; ara sıra “Ne mutlu Türküm diyene” diye bağırıp, sendika üyeliği için nüfus kütüğü koşulları koysaydık haklarımızı alırdık herhalde. “Türk” tarihçilerin devleti pek tanımadıkları anlaşılıyor. “Sınıf temelli” bakış açısından çok sevdikleri devletlerini aklamaya çalışan yazarlar, bu amaçlarını gerçekleştirmek için ayaküstü bir de devlet kuramı uyduruveriyorlar: “Çok kaba ve yüzeysel bir Marksist, devleti sadece ‘hâkim sınıfların baskı aracı’ olarak görür. Ancak hayat çok daha karmaşıktır. Özellikle emperyalizm döneminde devletin niteliği ve işlevi çok daha karmaşıklaşmıştır. … Ancak bir kaba Marksist bile sınıf mücadelesi içinde sermayedar sınıfla mücadele eder; devletle değil. Emperyalizm olgusu işin içine girdiğinde, bir Marksistin karşısındaki güç, öncelikle emperyalistler ve sermayedar sınıftır. Devletin durumu ve devletle ilişkiler, emperyalistlerle ve sermayedar sınıfla olan asıl mücadeleye bağlıdır. … Kamu çalışanları sendikacılık hareketindeki sosyalist-komünist kadroların çoğu … devletin ‘işveren’ olduğunu, devletle ilişkilerin emek-sermaye çelişkisinin bir ürünü olduğunu ileri sürdüler…. ”(s.37) Yazarların devlet tahayyülleri, daha önceden değindiğimiz ilginç toplum anlayışlarına dayanıyor besbelli: Bir tarafta emperyalizm ve sermayedarlar, diğer tarafta emekçiler. Ancak bu sefer devlet bu iki güçten de ayrı, arada bir yerde, ikisine de eşit mesafede duruyor. Bir mendil kapmaca oyunu düşünün; iki taraf yerlerini almış, ortada duran devlete doğru koşuyorlar. Önce kim varırsa devlet ondan olacak. O devletin, emperyalizm ve sermayedarlarla hiçbir doğal ilişkisi yok; vaziyeti mendilin kapılması sürecindeki tavırlarına bağlı. İyi de olabilir, kötü de! Devlet eskiden sadece hâkim sınıfların baskı aracıysa, sonradan emperyalizm döneminde niteliği ve işlevi karmaşıklaşarak sınıf mücadelesinde emeğin karşısındaki pozisyonundan çıktığına göre, devleti tarafsızlaştırarak bize doğru yaklaştıran olgu emperyalizm olmalı. Devleti aklayacağım derken iş nerelere vardı bak! Yazarların, eskiden okumuş oldukları Marxist metinlerden akıllarında eksik kalmış olan kavramları biz yerlerine oturtalım. Koçların bahsetmek istedikleri, ancak yanlış hatırladıkları kavram “görece özerklik”tir. Ancak görece özerklik ile bağımsızlık arasında çok büyük farklar vardır ve görece özerk olan devlet, “son kertede sermayenin devleti”dir. Yani devlet sınıflar mücadelesinde bağımsız bir yerde durmaz; mendil kapmaca oyunundan devam edersek, emekçilerin ortadaki mendili alabilmelerinin tek yolu, rakip oyuncuların ve ortada mendili tutanın birlikte sürdürdükleri oyunu kökünden bozmaktır. Bu anlamda devletle ilişkiler, zorunlu olarak emek-sermaye çelişkisinin bir ürünüdür. Kuşkusuz, bu zorlama devlet kuramı, sadece yanlış hatırlamalardan kaynaklanmamaktadır. Konu Kürt sorunu olduğunda Marxizm-Leninizm’den ve sınıf bakış açısından dem vuran bir aklın, sınıfsız bir devletten bahsetmesi ve devletle emperyalizm arasına kalın teorik çizgiler çekmeye çalışması manidardır. Koçların yaptıkları şey, öteden beri sol içindeki milliyetçi tezlere kaynaklık eden bu aklın sendikal mücadeleye tercüme edilme çabasıdır. “Tarihçi” Dev Aynasında: Narsizmin Politik Arkaplanı Kamu emekçilerinin örgütlenmesi ile ilgili çok sayıda insanın katkıları oldu. Bu katkılar örgütlenmeye ilişkin teorik ve pratik katkılar olduğu gibi hukuki durumla ilgili, kamu çalışanlarının örgütlenme haklarının yasal dayanaklarıyla ilgili de oldu. Koçların da kitaplarında belirttiği pek çok isim kamu çalışanları mücadelesine verdikleri katkılardan dolayı anılmayı hak ediyorlar. Biz de bu kısmı kendi çalışmamıza saklıyoruz. Ancak bu katkıların ifade edilmesinde bir de, yazımızın başında belirttiğimiz, yayınevinin “gerçeğin travmatik etkisi” dediği, daha basit ifadeyle “yazdım, oldu” biçiminde anlaşılabilecek bir durum söz konusu olabilir. Kamu emekçileri mücadelesine katkı sunanları vefa adına anarken, kitabın yazarlarından Yıldırım Koç, kendisine biraz fazla misyon biçmiş görünüyor. Alpaslan Işıklı’nın kamu çalışanlarının sendikalaşmasına ilişkin ortaya attığı hukuki önermeden, herhalde kendine pay çıkarmak istiyor olmalı ki kitabın sunuşunda kendi tarihi rolünün altını çiziyor: “Her şey 1985 yılı Kasım ayının son günlerinde bir akşam Yol-İş Sendikası’nın bir odasında başladı…”(s.19). O akşam Alpaslan Işıklı, Yıldırım Koç’tan Anayasa kitabından ilgili maddeyi bulmasını istemiş. Yani Alpaslan Işıklı’nın kamu çalışanlarının örgütlenmesinin yolunu açtığı o “evreka” anında, yazarlarımızdan Yıldırım Koç da oradaymış. Bu KESK tarihi açısından gerçekten çok önemli bir bilgi. “İnsan haddini bilmeyince tarihi kendisiyle başlatır.” Bu haklı ifade, yazarımız Yıldırım Koç’a ait. Türk-İş içindeki etkinliklerinden, çeşitli yayın organlarındaki yazılarından (Aydınlık Dergisi, Türk Solu Dergisi, Baran (*) – Ya Bizdensin Ya Onlardan – Dergisi vb.) ve sendikacılık alanındaki faaliyetlerinden tanıdığımız Koç, bu sözü, kitabının ardından gelen eleştirilere yanıt verirken kullanmış. Çok da haklı söylemiş. İnsanın kendini ve yaptığı işi önemsemesi ruh sağlığı açısından dengeleyicidir ancak bunu abartırsanız denge bozulabilir. “12 Eylül Darbesi’nden sonra öğretmenlerin yeniden örgütlenmesine yönelik ilk çalışmalar Ankara’da 1984-1985 yıllarında başladı…”(s.68). Hangisine inanacağız bilemedik. Yazarlarımız, çok değil, 49 sayfa sonra, Yıldırım Koç’un o “ilk” anda, kitabı Alpaslan Işıklı’ya uzatarak yaptığı katkının kurucu önemini unutarak, daha önceki örgütlenme çalışmalarına atıfta bulunmuşlar. Yoksa her şey 1985 yılı Kasım ayında başlamamış mıydı? Daha öncesi de var mıydı? Ya da o öğretmen örgütlenmesine yönelik çalışmaları yapanlar sendika değil de tiyatro toplulukları biçiminde mi örgütlenmeyi tartışıyorlardı? Oysa ki eğitim emekçileri mücadelesinin gerçek tarihinin yazdığına göre öğretmenlerin sendika ile örgütlenme ve mücadele etme fikri hep vardı; 8 Temmuz 1965 tarihinden itibaren TÖS’te cisimleşti. Aradaki 12 Mart müdahalesiyle kesintiye uğradı; TÖB DER, her döneminde sendika şiarıyla hareket etti. 12 Eylül, aynı zamanda öğretmen mücadelesine de bir darbeydi ancak öğretmenlerin sendikal mücadele fikrini öldüremedi. Bu işin gerçekten içinde olan herkes bunu bilir. Belli ki kitabın ikinci cildi de piyasaya sürülecek. Yazarlar tavsiyemizi kabul ederlerse, en azından orada böyle büyük ifadeler kullanmazlar. Şöyle deseler bizce daha doğru olurdu: 'Alpaslan Işıklı’nın, kamu çalışanlarının sendikalaşmasına ilişkin hukuki zemini dile getirdiğini ben de duymuştum.' “Kamu çalışanları sendikacılık hareketinin gelişimine büyük mücadelelerle ve büyük özveriyle öncülük etmiş olan KESK’in ve bağlı sendikaların bu zayıflamasını anlamanın yolu, 1985 yılı Aralık ayında başlayan süreci öğrenmekten geçmektedir.”(s.26). İşte bu! Yazarlarımız, Yıldırım Koç’un 1985 yılında anayasa kitabını uzatarak yaptığı kurucu katkının ardından, 24 yıl sonra bu kez de KESK’i düştüğü kötü durumdan kurtarmak için harekete geçmişler. Kurtuluş yolunu da bulmuşlar: Kitabımızı okuyun ve bizi anlayın! Bizi anlayın ki KESK’i kurtarın! Hem kurucu hem kurtarıcı rolündeki yazarlarımızdan Yıldırım Koç, çeşitli zeminlerde içinde yer aldığını iddia ettiği 12 Eylül sonrası öğretmen örgütlenmesi çalışmalarının gerçek kurucu katkısını hiçe sayarak, miladı, uzattığı anayasa kitabına sabitlemekte kararlı gibi. Bazı psikoloji yaklaşımları buna “kendini gerçekleştiren kehanet” diyor. Halk arasında “40 kere söylersen gerçek olur” anlamındaki kimi sözler de aynı durumu anlatır. Yıldırım Koç biraz daha ısrar ve tekrar ederse, bizi bile inandıracak. Şunu da eklememiz gerekir ki buradaki narsistik tarih anlatımını basitçe bir psikolojik problem olarak görmüyoruz. Bu yaklaşım yazarların, yazının başında çerçevesini çizdiğimiz bağlam içinde üstlendikleri misyonu yerine getirebilecek kadar önemli kişiler olduklarını dile getirme çabasının sonucudur. Yazarların, içinden konuştukları politik duruş, KESK’e “çeki düzen vermek”, olmazsa da etkisizleştirmek için çeşitli girişimlerde bulunmaktadır. KESK’i hizaya sokmak için büyük büyük laflar ettiğinizde, birilerinin ortaya çıkıp size dur diyeceği de aşikârdır. Bu nedenle konuşan kişilerin konuştukları konuya ne kadar hâkim olduklarını, konuşulan konu tarih ise tarihin içindeki çok önemli yerlerini belirtmeleri ellerini güçlendirir. Örneğin, KESK hakkında, konfederasyon binasının bulunduğu mahalledeki taksicinin söylediklerinin etkisiyle, Alpaslan Işıklı’nın o kış akşamında anayasa kitabını uzatmasını istediği kişinin söylediklerinin etkisi arasında çok büyük farklar olduğunu bizim de teslim etmemiz gerekiyor. Herkesin hakkını verelim. Bize göre ikincisinin daha fazla etkili olduğu tartışılmaz. Yeri gelmişken yazarların ve yayınevinin bir vurgusuna daha değinmek gerekiyor. Kamu emekçileri mücadelesini yaratan, bedel ödeyen ve kitabın “risk alanlar, yolu açanlar” olarak tanımladığı insanların bir kısmının emekli olduğu ya da yaşamını yitirdiği için bugün bu mücadelenin içinde olmadığı doğrudur. Ancak KESK’i bir mücadele ruhu olarak tanımlayacak olursak, bu ruhun yaratıcıları halen KESK’in içindedir ve kavganın başındadır. Bugün KESK mücadelesini şekillendirenler birden bire ortaya çıkmamışlardır; kavganın ilk başladığı andan itibaren ön saflarda bedel ödeyerek bugünlere gelmişlerdir. KESK tarihi yazarken başka bir örgütsel duruşa işaret etme çabası içindeki Koçların kitabın çeşitli bölümlerinde ima ettikleri gibi, kavgayı yaratan insanlar devre dışı bırakılmamışlardır. KESK, Türkiye’de eşitlikçi ve özgürlükçü kamu emekçileri hareketinin halen tek adresidir. Yukarıdaki başlıklarda Koçların KESK tarihinin temel iddialarına değinmeye çalıştık. Son olarak KESK’in “Kürt milliyetçileri” nedeniyle anti-emperyalist tutum takınmaktan çekindiği iddiasını değerlendirelim. Devletsever yazarlarımız, Türkiye’nin bağımsız bir ülke olduğunu, birilerinin de gelip bu bağımsızlığı gelip elimizden almaya çalıştığını zannettiği için, eline bayrak alıp “yaşasın devlet” diye bağırmayanların emperyalizme karşı olmadığını düşünüyorlar. Daha uzun bir tartışma olanağına bırakmak doğru olacaktır ama şimdilik şunu söyleyelim, KESK’in emeğin haklarını savunmak için attığı her adım aslında anti-emperyalisttir. KESK, tüzüğünde yer alan emperyalizme karşı bağımsızlık maddesinin gereğini savaş karşıtı eylemlerde, 1 Mart tezkeresine karşı aldığı tutumda ve benzeri mücadele süreçlerinde defalarca göstermiştir. Ama demek istediğiniz, örneğin, “Ergenekon davası emperyalizmin bir oyunudur, buna karşı çıkmak gerekir” gibi bir tutumsa, KESK bunu yutmaz. Sonuç: Tekrar Dene, Daha İyi Dene! Bir örgütün tarihi, içeriden ya da dışarıdan yazılabilir. İki halin de farklı özellikleri olur. Herkes istediği hale istediği değeri yükleyebilir. Ancak bize göre miting alanlarından bildiri toplayarak yazılan tarihle, o bildirileri yazan ya da o bildirilerin hangi tartışmalar sonucunda yazıldığını bilenlerin yazdığı tarih arasında nitelik bakımından bir farklılık da vardır. Biri salt yazarının niyetini diğeri ise aynı zamanda mücadelenin ruhunu taşır. Aynı olay, iki bakış açısından iki farklı biçimde nakledilebilir. Örneğin, biri “nötr” bir yaklaşım olduğunu düşünerek “sendikaların mühürlenmesi”nden bahsederken (s.213) diğeri taşıdığı mücadele ruhunu yansıtarak, aynı olayı “mühürlerin kırılması” olarak görür. İkisinin arasındaki farkı değerlendirmek de okuyucunun bakış açısına kalmıştır. Tarihi anlamak, geleceğe bakışın şekillendiği ilk adımdır; tarihe “makas değiştirtmek” de geleceğe makas değiştirtmenin... KESK, zaman zaman bu tip müdahalelerle rotasından çıkartılmak istendi. Bu kitapla birlikte şimdi bunun yeni bir biçimiyle karşılaşıyoruz. KESK’e tarih uyduruluyor. Kamu emekçileri mücadelesi nasıl ki bundan öncekilerle baş etmeyi bildiyse, bununla da baş etmesini bilir. Bir de yazarlara son sözümüz var. Belli ki KESK’le ilgili bir misyon üstlenmeye girişmişsiniz. Ama olmamış. Herhalde bu kitabın ikinci cildini de piyasaya sürmeye niyetiniz var. İyi de olur. Aslında bir taraftan KESK’e yönelik devletçi/milliyetçi müdahalenin de tarihini yazıyorsunuz. Lütfen eleştirilerimiz nedeniyle tarihçilik sevdanızdan vazgeçmeyin. Tekrar deneyin ama bu sefer daha iyi deneyin. (*) “Baran – Ya Bizdensin Ya Onlardan – Dergisi” yanılmıyorsak “Taraf – Taraf Olmayan Bertaraf Olur – Dergisi”nin devamında bir siyasal çizgiye sahip. Ama Yıldırım Koç da yazmaya başlayınca orada taraflar biraz karışmış gibi görünüyor.
|
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
