8 Mayıs 2010

Tanıdık geldi!



28 Aralık 2009 Pazartesi

Hiç kimse, KESK’te cisimleşen, Türkiyeli kamu emekçilerinin yarattıkları mücadele değerlerinin kolayca, masa başında oturarak, ağır bedeller ödemeden gerçekleştiğini söyleyemez. Bu birikim, tarihin belli dönemlerindeki toplumsal/siyasal köşe taşlarıyla çizgileri çizilebilecek, ancak birbirinden kesin sınırlarla ayırmanın mümkün olmadığı evrelerden geçerek bugüne gelmiştir ve geleceğe de ışık tutabilecek derinliktedir. Bu derinliğin, ilgilenen herkes tarafından doğru biçimde kavranabilmesi için KESK tarihinin yazılması, pek çok kişi ve çevre tarafından dile getirilen bir ihtiyaç halini aldığı gibi tarafımızdan da bir süredir farklı platformlarda ifade edilmektedir. Nitekim bu konuda hazırlayageldiğimiz, kısa süre içinde tamamlayacağımız bir çalışma bulunmaktadır ancak bu çalışma henüz tamamlanmadan, giriş niteliğinde bir yazı yazmak da zorunlu hale gelmiştir. Zorunluluğun nedeni, tahmin edilebileceği üzere, Canan Koç ve Yıldırım Koç’un bir süre önce piyasaya sürdükleri ve KESK çevrelerinde tepkilere yol açan “KESK Tarihi 1 – Risk Alanlar, Yolu Açanlar” kitabıdır.

Koçların yazdığı kitabın tepki toplamasının nedeni, KESK içindeki dinamiklere yönelik dostça sayılamayacak bir dil kullanması ve kitabın ardından Yıldırım Koç’un yürüttüğü tartışmalarda iddia ettiğinin aksine, çalışmanın bir tarih çalışmasından çok, olayların kronolojisine serbest vezin eklenen bağlantısız politik yorumlardan ibaret bir metin olmasıdır. Tarih, çeşitli toplumsal aktörlerin mücadele alanıdır ve bu nedenle de kuşkusuz herkes kendi tarihini yazar. Hele ki söz konusu olan KESK gibi, henüz tarih içindeki yolculuğuna devam eden bir örgüt ise, tarafsız bir tarih yazmak mümkün değildir. Ancak en azından çalışmanın yönteme ve içeriğe ilişkin asgari bir iç tutarlılığa sahip olması, okurları tarafından ona atfedilecek değeri önemli ölçüde etkiler. Yani, nasılsa tarafsız tarih olmazmış diyerek, herkes aklına ilk geleni yazıp, tarih diye yutturmaya kalkarsa da yapılan işin bir değeri olmaz.

Yazarların yöntem ve içeriğin tutarlılığı konusunda pek titiz davranmadıklarını söylemek yersiz olmayacaktır. KESK ile ilgili politik değerlendirmeler olarak piyasaya sürülse, üzerinde pek konuşulması gerekmeyen, önümüze sıkça gelen devletçi/milliyetçi bir metin olarak es geçebileceğimiz bu kitap, KESK tarihi olma iddiası taşıdığı oranda bizden de bir itirazı hak ediyor. Nitekim kitapta anlatılan olayların ve olaylarla ilgili yorumların yersiz olma ihtimali yayınevi tarafından da, sunuş yazısında utangaçça itiraf ediliyor. Yayınevinin “gerçeğin travmatik etkisi” dediği şey, aslında gerçeğin travmatik okunuşundan kaynaklanan ‘çarpıtma hakkı’nın kullanılması olabilir ancak. Yayınevi, kitapla birlikte Koçların çarpıtma haklarını kullandıklarını görüyor olmalı ki uyarıyor: “… Gerçekten de kitapta anlatılan herhangi bir olay kitabın naklettiği belgedeki gibi ‘cereyan etmemiş’ olabilir. Ama, gerçek hayatta konuşulmuş olan ‘sözlerden’ neredeyse hiçbiri hatırlanmıyor… Sıkıysa kanıtla!...”(s.15). “… Gerçek, her zaman ‘olduğu ve yaşandığı’ haliyle değil, belgedeki ‘kanıtlar’ nezdinde kabul görüyor…”(s.16). Yayınevinin, son kertede ahlaki sayılabilecek bu uyarısının anlamı şudur: Bu kitapla ilgili tartışma açıp, tarihi başka türlü yazmazsanız, burada söylenenler son söz olarak kalır ve KESK tarihi buradaki biçimiyle son halini almış olur. Siz istediğiniz kadar sözlü itiraz yapın, zaman içindeki etkisi düşünüldüğünde yazının hükmü sözün üstündedir. Eğer hiç kimse “bu KESK tarihine” itiraz etmezse, örgütün tarihi Koçların söylediği gibi olur.

Biz de, kitabın satışlarını artırma riskini göze alarak, Koçların KESK tarihine ilişkin itirazlarımızı tartışma gereği duyduk. Neyse ki KESK sahipsiz değildir, yoksa son sözü Koçlar söylemiş olacaktı. Gerçeğin travmatik etkisi! diyerek hiç kimse bu işten kolayca kurtulamaz. Meramımızı yaygın bir deyişle ifade edecek olursak, “ortalık o kadar da boş değil”.

Bayram Değil, Seyran Değil!

Koçların yazdıkları kitap basitçe bir araştırma/inceleme merakının, sendikal mücadeleye duyulan ilginin ya da kitap satıp para kazanma hevesinin bir sonucu olarak görülmemelidir. Bunların hepsi geçerli olabilir ancak asıl önemli olan kitabın yazıldığı tarihsel kesittir. Kitap hangi tarihsel, toplumsal, politik koşullarda yazılmıştır ve bu koşullar içindeki anlamı nedir? Bu soruya yanıt vermek, yani kitabı gerçek bağlamına oturtmak, yapacağımız eleştirileri de hangi zeminde yaptığımızın çerçevesini çizecektir.

12 Eylül sonrası kamu emekçileri mücadelesinin tarihsel gelişimini dört evrede tartışmak mümkündür.

Birincisi, çeşitli düzeylerdeki öğretmen örgütlenmelerinin yaptığı tartışmalar ve çalışmalarla başlayan, önce sendikal örgütlenme ihtiyacının açığa çıkarılması ve sonrasında örgütsel/politik zeminin hazırlanması sürecidir. Bu evre, çok farklı örgütsel formlar aracılığıyla öğretmenlerin ve ardından da diğer işkollarındaki kamu emekçilerinin sendika kurma fikrini olgunlaştırdıkları ve kitlesel/direngen bir mücadele sürecinin ilk adımlarının atıldığı başlangıç dönemi olarak kabul edilebilir.

İkinci evre, diğer örgütsel araçların sendikalara doğru evriltildiği, sendikaların fiilen kurulduğu ve toplumsal mücadele sahnesine çıktıkları dönem olarak görülebilir. Bu aşamada önce çeşitli anlayışlar etrafında çok sayıda sendika kurulmuş ve süreç içinde bu sendikalar işkollarında örgütlü birleşik sendikalara doğru ilerlemiştir. Bu evre aynı zamanda, KESK tarihinin gözle görünür en yoğun çatışmalı dönemidir de.

Üçüncü evre, 4688 sayılı yasanın çıkışı ile tanımlanabilir. Bu yasanın kamu emekçileri mücadelesinde, niteliği önemli oranda olumlu ve olumsuz biçimlerde etkileyen bir etken olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.

Dördüncü evrenin başlangıç tarihi ise 2004 yılında Eğitim Sen’e karşı açılan kapatma davasıdır. Bu dava, daha sonradan ayrıntılı biçimde tartışacağımız üzere, kamu emekçileri mücadelesine yönelik devletçi/milliyetçi (kimileri ulusalcı da diyebilir) bir müdahale sürecinin başlangıcı olması nedeniyle önemlidir. Bu süreçte KESK, önce Eğitim Sen içinden bölünme yoluyla yeni bir sendika çıkartarak, ardından da diğer işkollarında aynı süreç işletilerek yeni bir konfederasyon kurma çabasına girişilerek ve bu arada da içeriden müdahaleler yaparak ‘makas değiştirmeye’ zorlanmıştır. Bu müdahale süreci KESK’in kurucu dinamiklerinin direnişiyle boşa çıkartılmıştır ancak halen çeşitli biçimlerde devam etmekte ve gündeme göre değişen oranlarda mücadeleye etkide bulunmaktadır.

Koçların kitabı, kamu emekçileri mücadelesinin dördüncü evresi olarak adlandırdığımız, devletçi/milliyetçi müdahale ve KESK içindeki devrimci dinamiklerin buna karşı direnişi ile tanımladığımız döneminin bir ürünüdür. 2004’te Eğitim Sen’e açılan anadilde eğitim konulu kapatma davası, 2005 KESK kongresinde yaşanan çalkalanmalar ve ardından geliştirilen ‘makas değiştirme’ söylemi, KESK içinden ayrı bir konfederasyon çıkarma çabaları ve yaşanan ayrılma ve en son KESK’e yapılan jandarma baskını, gözaltılar bu müdahale döneminin önemli olaylarıdır. Bu dönemle ilgili değerlendirmelerimizi ve buna karşı duruşumuzu çeşitli zeminlerde dile getirdik. Bir kez daha özetlemek gerekirse, bu olaylar daha sonradan Ergenekon davasına da konu olan, tüm toplumsal kesimleri hizaya sokma girişimlerinin kamu emekçileri hareketine düşen payı oldu. Kamu emekçileri hareketi, çeşitli biçimlerde gerçekleştirilen müdahalelerle devletçi/milliyetçi bir çizgiye çekilmek istendi ancak buna karşı direndi ve direnişi halen devam ediyor. Koçların kitabı, kamu emekçileri mücadelesi ile ilgili bir tarih çalışmasından çok, bu devletçi/milliyetçi müdahaleye tarihsel bir arkaplan kurma, KESK üzerinde yürütülen hegemonya mücadelesinde, bu müdahaleye tarihsel zemin oluşturma çabası olarak okunmalıdır.

Diğer taraftan, burada bizim kitaba yönelttiğimiz eleştiriler de, kamu emekçilerinin bu devletçi/milliyetçi müdahaleye nasıl karşı koyabileceğine, eşitlikçi ve özgürlükçü bağımsız mücadele hattını nasıl koruyup geliştirebileceğine işaret eden bir teorik/politik zeminden hareket etmektedir. Nitekim bu teorik/politik zemin, bizim “mücadele tarihimize” bakışımızın da temel referans çerçevesini oluşturmaktadır. Bir tarafa Koçların KESK tarihini, bir tarafa da bizim mücadele tarihimizi koyduğunuzda, karşınıza kamu emekçileri mücadelesinin dördüncü evresini tanımlayan müdahale ve karşı duruşun somut göstergeleri çıkacaktır.

Devletçi/milliyetçi müdahalenin tarih tezlerini ele alırken yaptığımız eleştirilerin üzerimize yüklediği misyonun farkındayız. Çalışmamızı bir an önce bitirmemiz gerekiyor. Ama bitirmeden de şu notu tarihe düşebiliriz: Başka bir KESK tarihi vardır ve bu büyük mücadelenin koşullarını, heyecanını, yarattığı duyguları ve dayandığı inancı daha doğru bir zeminde ifade etmektedir.

Yaşasın Sınıf: Kürt Sorunundan Saklanmanın En Kısa Yolu

Uzunca bir süredir Türkiye’nin en yakıcı sorunu olagelen ve son dönemlerde yeni biçimler alarak gündemdeki hâkimiyetini korumaya devam eden Kürt sorunu, Koçların KESK tarihinde de merkezi bir yere sahip. Yazarların KESK ile ilgili temel tezlerini Kürt sorununa yaklaşımları ekseninde kurmuş olmaları, kitabın, kamu emekçileri hareketine yönelik devletçi/milliyetçi müdahalenin bir parçası olmasının en açık göstergelerinden biri. Yazarların iddiası odur ki kamu emekçileri hareketi “Kürt milliyetçilerinin” içinde yer alması ve onlarla ittifak yapan grupların, kendilerinin beceremedikleri silahlı mücadeleyi kitlesel şekilde yürüten PKK’ye sempati ve dostlukla yaklaşmaları (s.31) nedeniyle etnik kimliği öne çıkararak işçi sınıfını bölen bir pozisyona düşmüştür. Hareketi kuran ve yürütenlerin sosyalist-komünist kadrolar olduğunu sıkça belirten yazarlar, bu kadroların “Kürt milliyetçileri” ile ittifakı temel aldıkları için emperyalizme karşı çıkmayı ihmal ettiklerini, toprak ağaları ve şeyhlerin halk üzerindeki baskı ve sömürüsüne ses çıkarmadıklarını belirtmektedir (s.176). Bu nedenlerle bölücü damgası yiyen, geniş memur kesiminin tepkisine neden olan ve memur sendikalarının siyasal olarak bölünmesine neden olarak sınıf bilincinin gelişmesini engelleyen KESK’in (s.36), Türkiye işçi sınıfı tarihine çok önemli sayfalar olarak geçen büyük, coşkulu kitle eylemlerine karşın net aylıklarını milli gelirdeki artış kadar yükseltemediği (s.32), çalışma süresi, yıllık ücretli izin, çeşitli izinler, disiplin hükümleri, yemek, servis, lojman ve aylıklar konusunda önemli başarılar elde edemediği yazarların temel tezlerindendir (s.35).

KESK ve bağlı sendikaların çalışanların özlük haklarıyla hiç ilgilenmediği iddiası, KESK’in Kürt sorununda barışçı çözüm önerilerini bölücü bulan çevrelerin ve tabiî ki devletçi/milliyetçi müdahalenin de temel argümanlarından biridir. Oysa ki KESK çalışma raporlarına bakılırsa, bu iddianın doğru olmadığı görülebilir. Yine de KESK’in kamu çalışanlarının bütün özlük sorunlarını çözebildiğini söylemek abartı olacaktır. Ancak kamu çalışanlarının ekonomik ve sosyal durumlarının olumsuz gelişmesinin nedeni de herhalde KESK değildir. Yani hırsızın hiç mi suçu yok?

Bu gerçekliğe rağmen KESK’in sürekli ve sadece Kürt sorunuyla ilgilendiği tezi safsatadan ibarettir. Gerçeğin, özel olarak seçilmiş bir kısmını aktarmak da çoğu zaman etkin bir çarpıtma tekniğidir ve ülkemizde her dönemde karşılaştığımız özel bir kontra taktiktir. Buna karşın KESK, her dönemde Kürt sorununda barışçı bir çözümden yana olmuştur, silahlara dayanan çözüm önerilerine karşı çıkmıştır ve bu tutumunu her fırsatta ortaya koymuştur. KESK’in bu tutumuyla ilgili belgeler, eğer gerçekten titiz bir tarih çalışması yapılacaksa, arayan herkes tarafından kolaylıkla bulunabilir. Miting meydanlarında yerlerde kalan bildirilerde bile, isterseniz KESK’in bu tutumunu görebilirsiniz. Hal böyleyken Koçların da katıldığı, KESK’i “Kürtçülük”le suçlama kervanının tek çıkış noktası “Türkçülük” olabilir. Ancak sol çevrelere hitaben konuşuyorsanız (yani misyonunuz bu çevrelere yönelik ise), basitçe ortaya çıkıp, konu Kürt sorunu olduğunda “Türklük damarının” kabardığını söylemek geçer akçe olmadığından, kendinizi başka bir kisve altında sunmanız gerekir. Günümüzde sola doğru konuşan milliyetçilerin bu sorunu aşmak için sığındıkları sahte bir liman bulunmuştur: Sınıf!

Kültür/kimlik sorunları, öyle ya da böyle, çağımızın en yakıcı çatışma alanı halini almıştır. Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde bu çelişki ve çatışmalar hayatı şekillendiren bir hal almaktadır. Türkiye’de de Kürt sorunu, sıcak çatışma durumunun devam etmesi ile insanların hayatlarını her açıdan etkileyen çok önemli bir noktada durmaktadır. Bu nasıl bir sınıf temelli yaklaşımdır ki hayatın canlı akışını görmezden gelmemize neden olsun! Sınıf perspektifi, dünyayı anlamak ve değiştirmek için kullandığımız bir referans çerçevesi sunduğu için bize göre anlamlıdır. Burada kritik kavramlar anlamak ve değiştirmektir. Bu sorunu görmezden gelen bir yaklaşımın, dünyada ne olup bittiğini anlamak yerine, “bana ne, bana ne” diyen bir çocuk ısrarcılığı içinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Sınıf çatışmaları ve kültür/kimlik çatışmaları günümüzde birbirinden kolayca ayırt edilebilen sorun alanları olmaktan çıkmıştır. Bu sorunlara bakışımız “sınıf temelli” olabilir ancak bunun anlamı sorunları “sınıfın içine tıkıştırmak” olmamalıdır. Tüm dünyada sol, kültür/kimlik sorunlarını emek mücadeleleriyle birleştirecek yeni bir dil ve bakış açısı üretmeye çalışıyor. Çünkü sol (ve tabiî ki sınıfsal) yaklaşım etrafımızda akıp giden toplumsal yaşamı çepeçevre kuşatan çarpıcı sorunları görmezden gelmenin bir bahanesi olamaz.

“PKK, Marxist-Leninist değil ki!”, “orada aslında toprak reformu yapılması lazım”, “etnik mücadele sınıfı böler”, “emperyalizmin oyunu bunlar” ve benzeri kodlarla ifade edilen günümüz milliyetçi sol pozisyonları, sınıfı, hayatı anlamak ve değiştirmek için kullanılan tarihsel/toplumsal bir kavramsal çerçeve olmaktan çıkartıp, gizli ya da açık devletçi/statükocu çizgilerinin meşrulaştırıcı mekanizması haline getirmektedir. PKK, Marxist-Leninist değildir de ama sen öyle misin? Kürt illerindeki feodal ilişki biçimlerinin en çok son Kürt isyanı döneminde çözüldüğünün farkında değil misin? Türkiye’nin en yoksullarının Kürtler olması etnik sorunlarla sınıf meselelerinin iç içe geçmişliği hakkında seni hiç düşünmeye sevk etmiyor mu? Emperyalizmin, kültür/kimlik sorunlarını “kaşımaması” için bu sorunların iç dinamiklerle çözülmesi gerektiğini fark etmen için daha kaç yıl geçmesi gerekiyor? Aslında, sınıfın arkasına saklanan Türklük duygularının ortaya salıverilmesi olan bu söylemlerin hiçbir geçerliliği yoktur. Türkiye’nin güncel gerçeği şudur: Devlet seven, Kürtleri sevmez ve buna da sınıfı bahane eder.

Koçlar da benzeri bakış açısına sahip olduklarından, kitaplarında sıklıkla bu argümanlara dayanan söylemlere başvurmaktadır:
“…‘Halkların kardeşliği’ adı altında Kürt milliyetçiliğine destek verenler, sınıf kimliği ile temelden çelişen etnik kimliği öne çıkararak, sınıf hareketine büyük darbe indirmektedir...”(s.123)
“… bazı kamu çalışanları sendikaları Kürt milliyetçiliğinin yedeğine düştü, bu hareketin destekçisi oldukça da sınıf kimliğinin ve bilincinin gelişmesini engelledi, geniş memur kitlesinden koptu, (aşağıda ele alınacağı gibi) sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçasını oluşturan anti-emperyalist mücadeleyi, aşiret reisleri, toprak ağaları ve şeyhlerle mücadeleyi ihmal etti.”(s.174)

Sınıf ve kültür/kimlik sorunlarını kolayca birbirinden ayırıveren statik/dogmatik sınıfçı bakış açısının, feodal kalıntılara karşı mücadeleyi sınıf mücadelelerinin ayrılmaz parçası kabul etmesi aslında teorik olarak zordur. Sınıf mücadelelerini ya da bu mücadelelerin gerçekleştiği dinamik alan olarak toplumu, işçi sınıfının bir tarafta, burjuvazinin diğer tarafta toplanarak cenk ettikleri bir meydan muharebesi yalınlığında gören bir zihniyetin başka türlü bir yorum yapması da beklenemez zaten. Ancak Koçlar bu zorluğu bir kalemde aşmış görünüyor.

Benzeri teorik zorlamalara kitabın pek çok yerinde rastlamak mümkündür. Yazarlar, çalışanların haklarındaki gerilemeleri sermaye politikalarına değil de KESK ve bağlı sendikaların Kürt sorunundaki duyarlılığına bağlamakla kalmayıp (s.35-36), kamu hizmetlerindeki niteliksizliği de KESK’in içinde Kürtlerin varlığına dayandırabilecek kadar savruk bir anlayıştan yorum yapmaktadırlar (s.182). Yani devlet aslında nitelikli kamu hizmeti verecekti ama Kürt öğretmenler, Kürt vergi dairesi çalışanları, Kürt belediye görevlileri, Kürt nüfus memurları, Kürt mühendisler, Kürt hekim ve hemşireler buna engel oldular. Ah şu Kürtler! KESK tarihini hallettikten sonra yazarlardan, küresel ısınma ile Kürtler arasındaki ilişkiyi inceleyen bir çalışma bekliyoruz. Eksik konu kalmasın.

Misyon gereği olsa gerek, yazarların, içi boş ama kaplaması çok renkli sınıf süslemeleriyle gizlemeye çalıştıkları dipten gelen Türklük duyguları, KESK değerlendirmelerinde temel belirleyen olmuş görünüyor. Biz, emek mücadeleleri ile kültür/kimlik mücadelelerinin neden birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılamayacağını yukarıda özetlemeye çalıştık. Ancak konuyu yerli yerine oturtmak açısından bir tespit daha yapmakta fayda var. KESK tarihi, Kürt hareketinden ve içindeki Kürt unsurlardan ibaret olmadığı gibi onlardan bağımsız da ele alınamaz. Yurtsever emekçiler, kendi politik duruşları ve sendikal perspektifleriyle kamu emekçileri hareketi içinde yer almaktadırlar. Onları destekleyebilirsiniz ya da eleştirebilirsiniz; ancak KESK’e ilişkin eleştirinizi yurtsever emekçilere ilişkin eleştirinizle eş tutarsanız, en hafif deyişle yanılırsınız. Aslına bakarsanız KESK, kültür/kimlik mücadeleleri ile emek mücadelelerini birleştirme sorununa, kendi kulvarında fena sayılamayacak yanıtlar üretmiştir. Tabiî ki bu sorunu KESK’in tek başına çözmesi mümkün değildir. Ancak KESK bu yolda doğru bir duruş sergilemiş ve olumlu katkı sunmuştur. Bize göre Türkiye’nin bütünlüğünün temel harcı, KESK’in bugün her şeye rağmen savunmaya devam ettiği onurlu birliktelikten geçmektedir. Bu anlamda KESK, bölücü olmayı bir kenara bırakın, tam aksine, sahip olduğu bakış açıcı ve Türkiye’nin her yanına yayabildiği ortak mücadele anlayışıyla Türkiye’nin bütünlüğünün nasıl sağlanacağına da ışık tutmaktadır.

Bugün artık devlet bile kendi planlarını yaparken Kürt sorununu göz ardı edemez hale gelmişken, “sınıf temelli” olma iddiası taşıyanların bu gerçeklikten kaçmaya çalışmaları anlaşılmaz bir tutumdur. Kamu çalışanları hareketi dönem dönem Kürt sorunu ekseninde devlet kaynaklı zorlamalara maruz kalmıştır. “Bölücülük” suçlaması sürekli yapılmıştır. Sendikaların PKK’ye mali destek verdikleri bile söylenmiştir. Bunların hepsi KESK’e yönelik devlet kaynaklı ideolojik söylemlerdir. KESK’in toplumsal mücadeleler tarihindeki öneminin bir boyutu da budur: KESK, bu saldırılara asla teslim olmamıştır. Kürt sorunu, KESK’in ele aldığı, taleplerini dile getirdiği, kendisini şekillendirdiği tek sorun olmadığı gibi, hiçbir zaman da es geçtiği bir sorun olmamıştır. KESK, her zaman Kürt sorununun Türkiye’nin demokratikleşmesindeki yerini kavrayarak, bütünlük perspektifi ile hareket etmiştir ve bu tutumun ne kadar doğru olduğu bugün artık daha geniş çevrelerce anlaşılmaktadır.

Sevgili Devlet: Solda Devletseverlik Duygularının Yeniden Kabarması

“Maaş artışları ve sendikal hak ve özgürlükler konusunda siyasal partilerin ve hatta hükümetlerin büyük kitle eylemleriyle ‘ikna edildiği’ durumlarda bile, bazı güçler devreye girdi ve Kürt milliyetçiliğinin taleplerine böylesine sahip çıkan örgütlenmelerin daha da güçlenmesine yol açacak hakların verilmesini önledi.”(s.35)
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti açısından bakıldığında … bu hareket içinde Kürt milliyetçiliğine verilen destek bir sorundu. ... Bu durum, Türkiye’de kamu çalışanlarının çok önemli eylemlere ve büyük mücadelelere karşın sendikal haklara kavuşmada yaşadıkları başarısızlığın en önemli, belki de ana nedenidir.”(s.97)

KESK tarihinin kimi dönemlerinde grevli toplu sözleşmeli sendika yasasına ilişkin, hükümette olan kimi siyasi partilerin vaatleri olmuştur. Hatta hemen hemen bütün siyasi partilerin programlarında buna dair göndermeler bulunmaktadır. Ancak bu konudaki girişimler hep gündem dışı bırakılmıştır. Yazarlar bu durumu da KESK’in Kürt sorunu ile ilgilenmesine bağlamaktadır. Koçlara göre aslında kamu çalışanlarının haklarındaki bu gelişmeyi siyasi partilerin ötesinde devlet de istemektedir. Kamu çalışanlarının kitle eylemleri devleti “ikna etmiş” olmasına rağmen, KESK’in Kürt sorunundaki statüko karşıtı duruşu nedeniyle devlet, kamu çalışanlarının haklarını üzülerek verememiştir. Herhalde bu büyük sırrı yazarlar “içeriden” almış olmalılar. Nasıl oldu acaba? Belki de biri gelip yazarlara dedi ki: “Verecektik ama Kürtler var”. Koçların kitabının temel tezlerinden biri olan bu yorum hakkında lafı fazla uzatmaya gerek yok. “Sınıf temelli ama devletsever” perspektifin varacağı yer burasıdır. Elimizde Türk bayraklarıyla eylem yapsaydık; Batı Trakya, Kerkük ve Uygur Türklerine uygulanan baskılardan başkasını görmezden gelseydik; ara sıra “Ne mutlu Türküm diyene” diye bağırıp, sendika üyeliği için nüfus kütüğü koşulları koysaydık haklarımızı alırdık herhalde. “Türk” tarihçilerin devleti pek tanımadıkları anlaşılıyor.

“Sınıf temelli” bakış açısından çok sevdikleri devletlerini aklamaya çalışan yazarlar, bu amaçlarını gerçekleştirmek için ayaküstü bir de devlet kuramı uyduruveriyorlar:
“Çok kaba ve yüzeysel bir Marksist, devleti sadece ‘hâkim sınıfların baskı aracı’ olarak görür. Ancak hayat çok daha karmaşıktır. Özellikle emperyalizm döneminde devletin niteliği ve işlevi çok daha karmaşıklaşmıştır. … Ancak bir kaba Marksist bile sınıf mücadelesi içinde sermayedar sınıfla mücadele eder; devletle değil. Emperyalizm olgusu işin içine girdiğinde, bir Marksistin karşısındaki güç, öncelikle emperyalistler ve sermayedar sınıftır. Devletin durumu ve devletle ilişkiler, emperyalistlerle ve sermayedar sınıfla olan asıl mücadeleye bağlıdır. … Kamu çalışanları sendikacılık hareketindeki sosyalist-komünist kadroların çoğu … devletin ‘işveren’ olduğunu, devletle ilişkilerin emek-sermaye çelişkisinin bir ürünü olduğunu ileri sürdüler…. ”(s.37)

Yazarların devlet tahayyülleri, daha önceden değindiğimiz ilginç toplum anlayışlarına dayanıyor besbelli: Bir tarafta emperyalizm ve sermayedarlar, diğer tarafta emekçiler. Ancak bu sefer devlet bu iki güçten de ayrı, arada bir yerde, ikisine de eşit mesafede duruyor. Bir mendil kapmaca oyunu düşünün; iki taraf yerlerini almış, ortada duran devlete doğru koşuyorlar. Önce kim varırsa devlet ondan olacak. O devletin, emperyalizm ve sermayedarlarla hiçbir doğal ilişkisi yok; vaziyeti mendilin kapılması sürecindeki tavırlarına bağlı. İyi de olabilir, kötü de! Devlet eskiden sadece hâkim sınıfların baskı aracıysa, sonradan emperyalizm döneminde niteliği ve işlevi karmaşıklaşarak sınıf mücadelesinde emeğin karşısındaki pozisyonundan çıktığına göre, devleti tarafsızlaştırarak bize doğru yaklaştıran olgu emperyalizm olmalı. Devleti aklayacağım derken iş nerelere vardı bak! Yazarların, eskiden okumuş oldukları Marxist metinlerden akıllarında eksik kalmış olan kavramları biz yerlerine oturtalım. Koçların bahsetmek istedikleri, ancak yanlış hatırladıkları kavram “görece özerklik”tir. Ancak görece özerklik ile bağımsızlık arasında çok büyük farklar vardır ve görece özerk olan devlet, “son kertede sermayenin devleti”dir. Yani devlet sınıflar mücadelesinde bağımsız bir yerde durmaz; mendil kapmaca oyunundan devam edersek, emekçilerin ortadaki mendili alabilmelerinin tek yolu, rakip oyuncuların ve ortada mendili tutanın birlikte sürdürdükleri oyunu kökünden bozmaktır. Bu anlamda devletle ilişkiler, zorunlu olarak emek-sermaye çelişkisinin bir ürünüdür.

Kuşkusuz, bu zorlama devlet kuramı, sadece yanlış hatırlamalardan kaynaklanmamaktadır. Konu Kürt sorunu olduğunda Marxizm-Leninizm’den ve sınıf bakış açısından dem vuran bir aklın, sınıfsız bir devletten bahsetmesi ve devletle emperyalizm arasına kalın teorik çizgiler çekmeye çalışması manidardır. Koçların yaptıkları şey, öteden beri sol içindeki milliyetçi tezlere kaynaklık eden bu aklın sendikal mücadeleye tercüme edilme çabasıdır.

“Tarihçi” Dev Aynasında: Narsizmin Politik Arkaplanı

Kamu emekçilerinin örgütlenmesi ile ilgili çok sayıda insanın katkıları oldu. Bu katkılar örgütlenmeye ilişkin teorik ve pratik katkılar olduğu gibi hukuki durumla ilgili, kamu çalışanlarının örgütlenme haklarının yasal dayanaklarıyla ilgili de oldu. Koçların da kitaplarında belirttiği pek çok isim kamu çalışanları mücadelesine verdikleri katkılardan dolayı anılmayı hak ediyorlar. Biz de bu kısmı kendi çalışmamıza saklıyoruz. Ancak bu katkıların ifade edilmesinde bir de, yazımızın başında belirttiğimiz, yayınevinin “gerçeğin travmatik etkisi” dediği, daha basit ifadeyle “yazdım, oldu” biçiminde anlaşılabilecek bir durum söz konusu olabilir. Kamu emekçileri mücadelesine katkı sunanları vefa adına anarken, kitabın yazarlarından Yıldırım Koç, kendisine biraz fazla misyon biçmiş görünüyor. Alpaslan Işıklı’nın kamu çalışanlarının sendikalaşmasına ilişkin ortaya attığı hukuki önermeden, herhalde kendine pay çıkarmak istiyor olmalı ki kitabın sunuşunda kendi tarihi rolünün altını çiziyor: “Her şey 1985 yılı Kasım ayının son günlerinde bir akşam Yol-İş Sendikası’nın bir odasında başladı…”(s.19). O akşam Alpaslan Işıklı, Yıldırım Koç’tan Anayasa kitabından ilgili maddeyi bulmasını istemiş. Yani Alpaslan Işıklı’nın kamu çalışanlarının örgütlenmesinin yolunu açtığı o “evreka” anında, yazarlarımızdan Yıldırım Koç da oradaymış. Bu KESK tarihi açısından gerçekten çok önemli bir bilgi.

“İnsan haddini bilmeyince tarihi kendisiyle başlatır.” Bu haklı ifade, yazarımız Yıldırım Koç’a ait. Türk-İş içindeki etkinliklerinden, çeşitli yayın organlarındaki yazılarından (Aydınlık Dergisi, Türk Solu Dergisi, Baran (*) – Ya Bizdensin Ya Onlardan – Dergisi vb.) ve sendikacılık alanındaki faaliyetlerinden tanıdığımız Koç, bu sözü, kitabının ardından gelen eleştirilere yanıt verirken kullanmış. Çok da haklı söylemiş. İnsanın kendini ve yaptığı işi önemsemesi ruh sağlığı açısından dengeleyicidir ancak bunu abartırsanız denge bozulabilir.

“12 Eylül Darbesi’nden sonra öğretmenlerin yeniden örgütlenmesine yönelik ilk çalışmalar Ankara’da 1984-1985 yıllarında başladı…”(s.68). Hangisine inanacağız bilemedik. Yazarlarımız, çok değil, 49 sayfa sonra, Yıldırım Koç’un o “ilk” anda, kitabı Alpaslan Işıklı’ya uzatarak yaptığı katkının kurucu önemini unutarak, daha önceki örgütlenme çalışmalarına atıfta bulunmuşlar. Yoksa her şey 1985 yılı Kasım ayında başlamamış mıydı? Daha öncesi de var mıydı? Ya da o öğretmen örgütlenmesine yönelik çalışmaları yapanlar sendika değil de tiyatro toplulukları biçiminde mi örgütlenmeyi tartışıyorlardı? Oysa ki eğitim emekçileri mücadelesinin gerçek tarihinin yazdığına göre öğretmenlerin sendika ile örgütlenme ve mücadele etme fikri hep vardı; 8 Temmuz 1965 tarihinden itibaren TÖS’te cisimleşti. Aradaki 12 Mart müdahalesiyle kesintiye uğradı; TÖB DER, her döneminde sendika şiarıyla hareket etti. 12 Eylül, aynı zamanda öğretmen mücadelesine de bir darbeydi ancak öğretmenlerin sendikal mücadele fikrini öldüremedi. Bu işin gerçekten içinde olan herkes bunu bilir.

Belli ki kitabın ikinci cildi de piyasaya sürülecek. Yazarlar tavsiyemizi kabul ederlerse, en azından orada böyle büyük ifadeler kullanmazlar. Şöyle deseler bizce daha doğru olurdu: 'Alpaslan Işıklı’nın, kamu çalışanlarının sendikalaşmasına ilişkin hukuki zemini dile getirdiğini ben de duymuştum.'

“Kamu çalışanları sendikacılık hareketinin gelişimine büyük mücadelelerle ve büyük özveriyle öncülük etmiş olan KESK’in ve bağlı sendikaların bu zayıflamasını anlamanın yolu, 1985 yılı Aralık ayında başlayan süreci öğrenmekten geçmektedir.”(s.26). İşte bu! Yazarlarımız, Yıldırım Koç’un 1985 yılında anayasa kitabını uzatarak yaptığı kurucu katkının ardından, 24 yıl sonra bu kez de KESK’i düştüğü kötü durumdan kurtarmak için harekete geçmişler. Kurtuluş yolunu da bulmuşlar: Kitabımızı okuyun ve bizi anlayın! Bizi anlayın ki KESK’i kurtarın! Hem kurucu hem kurtarıcı rolündeki yazarlarımızdan Yıldırım Koç, çeşitli zeminlerde içinde yer aldığını iddia ettiği 12 Eylül sonrası öğretmen örgütlenmesi çalışmalarının gerçek kurucu katkısını hiçe sayarak, miladı, uzattığı anayasa kitabına sabitlemekte kararlı gibi. Bazı psikoloji yaklaşımları buna “kendini gerçekleştiren kehanet” diyor. Halk arasında “40 kere söylersen gerçek olur” anlamındaki kimi sözler de aynı durumu anlatır. Yıldırım Koç biraz daha ısrar ve tekrar ederse, bizi bile inandıracak.

Şunu da eklememiz gerekir ki buradaki narsistik tarih anlatımını basitçe bir psikolojik problem olarak görmüyoruz. Bu yaklaşım yazarların, yazının başında çerçevesini çizdiğimiz bağlam içinde üstlendikleri misyonu yerine getirebilecek kadar önemli kişiler olduklarını dile getirme çabasının sonucudur. Yazarların, içinden konuştukları politik duruş, KESK’e “çeki düzen vermek”, olmazsa da etkisizleştirmek için çeşitli girişimlerde bulunmaktadır. KESK’i hizaya sokmak için büyük büyük laflar ettiğinizde, birilerinin ortaya çıkıp size dur diyeceği de aşikârdır. Bu nedenle konuşan kişilerin konuştukları konuya ne kadar hâkim olduklarını, konuşulan konu tarih ise tarihin içindeki çok önemli yerlerini belirtmeleri ellerini güçlendirir. Örneğin, KESK hakkında, konfederasyon binasının bulunduğu mahalledeki taksicinin söylediklerinin etkisiyle, Alpaslan Işıklı’nın o kış akşamında anayasa kitabını uzatmasını istediği kişinin söylediklerinin etkisi arasında çok büyük farklar olduğunu bizim de teslim etmemiz gerekiyor. Herkesin hakkını verelim. Bize göre ikincisinin daha fazla etkili olduğu tartışılmaz.

Yeri gelmişken yazarların ve yayınevinin bir vurgusuna daha değinmek gerekiyor. Kamu emekçileri mücadelesini yaratan, bedel ödeyen ve kitabın “risk alanlar, yolu açanlar” olarak tanımladığı insanların bir kısmının emekli olduğu ya da yaşamını yitirdiği için bugün bu mücadelenin içinde olmadığı doğrudur. Ancak KESK’i bir mücadele ruhu olarak tanımlayacak olursak, bu ruhun yaratıcıları halen KESK’in içindedir ve kavganın başındadır. Bugün KESK mücadelesini şekillendirenler birden bire ortaya çıkmamışlardır; kavganın ilk başladığı andan itibaren ön saflarda bedel ödeyerek bugünlere gelmişlerdir. KESK tarihi yazarken başka bir örgütsel duruşa işaret etme çabası içindeki Koçların kitabın çeşitli bölümlerinde ima ettikleri gibi, kavgayı yaratan insanlar devre dışı bırakılmamışlardır. KESK, Türkiye’de eşitlikçi ve özgürlükçü kamu emekçileri hareketinin halen tek adresidir.

Yukarıdaki başlıklarda Koçların KESK tarihinin temel iddialarına değinmeye çalıştık. Son olarak KESK’in “Kürt milliyetçileri” nedeniyle anti-emperyalist tutum takınmaktan çekindiği iddiasını değerlendirelim. Devletsever yazarlarımız, Türkiye’nin bağımsız bir ülke olduğunu, birilerinin de gelip bu bağımsızlığı gelip elimizden almaya çalıştığını zannettiği için, eline bayrak alıp “yaşasın devlet” diye bağırmayanların emperyalizme karşı olmadığını düşünüyorlar. Daha uzun bir tartışma olanağına bırakmak doğru olacaktır ama şimdilik şunu söyleyelim, KESK’in emeğin haklarını savunmak için attığı her adım aslında anti-emperyalisttir. KESK, tüzüğünde yer alan emperyalizme karşı bağımsızlık maddesinin gereğini savaş karşıtı eylemlerde, 1 Mart tezkeresine karşı aldığı tutumda ve benzeri mücadele süreçlerinde defalarca göstermiştir. Ama demek istediğiniz, örneğin, “Ergenekon davası emperyalizmin bir oyunudur, buna karşı çıkmak gerekir” gibi bir tutumsa, KESK bunu yutmaz.

Sonuç: Tekrar Dene, Daha İyi Dene!

Bir örgütün tarihi, içeriden ya da dışarıdan yazılabilir. İki halin de farklı özellikleri olur. Herkes istediği hale istediği değeri yükleyebilir. Ancak bize göre miting alanlarından bildiri toplayarak yazılan tarihle, o bildirileri yazan ya da o bildirilerin hangi tartışmalar sonucunda yazıldığını bilenlerin yazdığı tarih arasında nitelik bakımından bir farklılık da vardır. Biri salt yazarının niyetini diğeri ise aynı zamanda mücadelenin ruhunu taşır. Aynı olay, iki bakış açısından iki farklı biçimde nakledilebilir. Örneğin, biri “nötr” bir yaklaşım olduğunu düşünerek “sendikaların mühürlenmesi”nden bahsederken (s.213) diğeri taşıdığı mücadele ruhunu yansıtarak, aynı olayı “mühürlerin kırılması” olarak görür. İkisinin arasındaki farkı değerlendirmek de okuyucunun bakış açısına kalmıştır.

Tarihi anlamak, geleceğe bakışın şekillendiği ilk adımdır; tarihe “makas değiştirtmek” de geleceğe makas değiştirtmenin... KESK, zaman zaman bu tip müdahalelerle rotasından çıkartılmak istendi. Bu kitapla birlikte şimdi bunun yeni bir biçimiyle karşılaşıyoruz. KESK’e tarih uyduruluyor. Kamu emekçileri mücadelesi nasıl ki bundan öncekilerle baş etmeyi bildiyse, bununla da baş etmesini bilir.

Bir de yazarlara son sözümüz var. Belli ki KESK’le ilgili bir misyon üstlenmeye girişmişsiniz. Ama olmamış. Herhalde bu kitabın ikinci cildini de piyasaya sürmeye niyetiniz var. İyi de olur. Aslında bir taraftan KESK’e yönelik devletçi/milliyetçi müdahalenin de tarihini yazıyorsunuz. Lütfen eleştirilerimiz nedeniyle tarihçilik sevdanızdan vazgeçmeyin. Tekrar deneyin ama bu sefer daha iyi deneyin.


(*) “Baran – Ya Bizdensin Ya Onlardan – Dergisi” yanılmıyorsak “Taraf – Taraf Olmayan Bertaraf Olur – Dergisi”nin devamında bir siyasal çizgiye sahip. Ama Yıldırım Koç da yazmaya başlayınca orada taraflar biraz karışmış gibi görünüyor.

Yazar:Erhan Bağcı-Turnusol

Hiç yorum yok: