Yıldırım Koç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yıldırım Koç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Mayıs 2010

Canan Koç-Yıldırım Koç KESK Tarihini Çarpıtıp Karalıyor

Canan Koç-
Yıldırım KOÇ,
KESK Tarihini Karalıyor


KESK Tarihi-I, Risk Alanlar, Yolu Açanlar, 1985–1995” adlı kitabı vitrinde gördüğümüz anda Türkiye demokrasi mücadelesinin en etkin güçlerinden biri olan KESK’in tarihinin yeniden yazılmış olmasının Türkiye demokrasi mücadelesine büyük bir katkı sunacağını düşünmüş, böylece başından beri içinde bulunup bir parçası olduğumuz kamu emekçileri sendikal hareketi tarihinin yeni kuşaklara olumlu mesajlar vereceğini ummuştuk. Ancak yazarlarının Yıldırım Koç ve Canan Koç olduğunu görünce kuruluşundan beri sürekli saldırılarıyla KESK’i bölmeye yıpratmaya engellemeye çalışanların yeni bir saldırısı olduğunu tahmin etmemiz güç olmadı. Kitabı okudukça onurlu bir mücadelenin nasıl tahrif edildiğini, nasıl en ağır hakaretlere muhatap edildiğini gördük. Okudukça Türkiye resmi tarihinin neden bu kadar çarpık olduğunu daha iyi kavradık.

Kitap gerçekten çok öğretici. Çünkü başta muhalefet olmak üzere toplumun her kesimini denetlemek ve yönlendirmek isteyen devletin, sendikal hareketi denetlemek için başından beri ne kadar çok çaba harcadığını ve bunun için kendi kadrolarını nasıl seferber ettiğini, kamu emekçileri mücadelesi boyunca yakından görüp yaşadık. Bu açıdan Yazarlar üzerine düşeni fazlasıyla yapmış ve son olarak da yazdıkları bu kitapla devlete olan bağlılıklarını bir kez daha kanıtlamışlardır...
Yazarların kaleminden Devletin kamu emekçileri hareketi hakkındaki düşüncelerini böylesine net açıklamış olması Kamu emekçilerinin mücadelesine önemli bir katkıdır.
Bize ve Kamu emekçilerine devletsel yaklaşımı en somut ifadelerle açıkladıkları için Yıldırım ve Canan Koç’a kamu emekçileri adına teşekkür ederiz.

YOLU AÇANLAR

Kitap çok doğru olarak “Yolu açanlar” ibaresini kullanarak başlamaktadır.

1985 -1990’lı yıllara döndüğümüzde dönem 12 Eylül darbeciliğinin tüm demokrasi güçlerini ve tüm demokratik kurumları kapatıp bastırdığı dönem sonrasıdır. 12 Eylül “kılıç artıkları” olarak tanımlandığımız, biz demokrasi güçlerinin yaşanan baskı ve sömürülere karşı yeni arayışların yeni buluşmaların başladığı bir dönemdir. Devrim ve sosyalizm gücümüzün kırıldığı ama umudumuzu yitirmediğimiz bir dönemdir.

12 Eylül öncesi demokratik emek hareketinden gelenler gerekse o dönemin öğrenci gençliğini temsil eden demokrat- sosyalist gençlik şimdi emek alanında birer kamu emekçisidir. Haklarını almak ülkenin kaderinde demokratik anlamda etkili olmak için bir çaba arayışındadır. Dönem bizler açısından bütün yolların 12 Eylül darbesi ile kapatıldığı için yeni ve devrimci-demokratik bir yol arayışının egemen olduğu bir dönemdir.

Kuşkusuz egemen devlet için de dönem yeni arayışları gerekli kılmaktadır. Sermayenin serbest dolaşımının ve liberal ekonominin (24 Ocak kararlarının) uygulanmasında gelişen tepkilerin önlenmesi için yapılan 12 Eylül darbesi, işlevini yerine getirmiş, muhalif güçleri bastırmıştır. İş tamamlanmış sıra neoliberal politikalara uygun devletsel konumlanmanın ve toplumun hazırlanmasına gelmiştir.

Katı merkeziyetçi devletçi anlayış, sermayenin dolaşımının önünde de engeller oluşturmaktadır. Darbe rejiminin bu haliyle varlığını daha fazla sürdürmesi olanaksızdır ve giderek dünyadaki konumu zayıflamaktadır. Hızla tecrit olmakta ve kendisini “normalleştirmesi” için uluslararası güçlerin baskılarıyla karşılaşmaktadır. Ayrıca bütün baskılara rağmen muhalefet yeniden arayışa girmiştir. Bu dönemde Türkiye Devletini derinden etkileyen Kürt özgürlük arayışları giderek güçlenmektedir ve muhalefetin Kürtlerle buluşması içten bile değildir. Bu nedenle de devlet giderek oluşmakta olan muhalefeti kendi çıkarlarına uygun konumlandırmak görevi ile karşı karşıyadır. Devlet muhalefete kendine uygun yeni bir yol açmakla yüz yüzedir.

Bir yandan devrimci demokratik yol arayışları diğer yandan devletin yeni yol açmaları birlikte sürece damgasını vurmaktadır.

Kamu emekçileri özellikle bahar eylemliliği sonrası iyice hareketlenmiş ama ne yapacağını nasıl örgütleneceğini kestirememektedir. Çoğu kesim, 12 Eylül’le dağıtılmış eski örgüt arkadaşlarıyla buluşma telaşındadır. Bir yanda düzeni aşan devrimci örgütlenme veya Töb-Der, Tüm-Der gibi birliktelik arayışları diğer yanda ise Kürt özgürlük hareketine sempati gelişmektedir. Hem devletin, hem kamu emekçilerinin emek alanına dönük düzenleme çalışmalarının geliştiği bir dönemde sendikalaşma gündeme düşürülmüştür.

Yıldırım Koç kitabında yolu açanın Alpaslan ışıklı olduğunu belirtiyor.” “Her şey 1985 yılı Kasım ayının son günlerinde bir akşam Yol-İş Sendikası’nın bir odasında başladı…” (sf.19). O akşam Alpaslan Işıklı, Yıldırım Koç’a: “Yıldırım Anayasada memurların sendikalaşmasını yasaklayan şu maddeyi bulsana; ben bir türlü bulamadım: eğer yoksa 14 yıl aradan sonra memurların yeniden sendikalaşması mümkün olabilir”( Sf.19) demiş ve memurun sendikal mücadelesi başlamış.

Öncelikle kamu emekçileri sendikalaşmasının Türk-İş’in, Yol- İş sendikasından başlatılması başlatanın da Alpaslan Işıklı ve Yıldırım koç olması, Yıldırım Koç’un sözünü ettiği yolun kimlerin açtığı yol olduğunu açıklamaktadır.

Yıldırım Koç ve Alpaslan Işıklı’nın Türk –İş’inin devlet sendikacılığının organizatörü olduğu sendikal mücadeleye uzaktan yakından bulaşmış herkesin malumudur. Bu nedenle de Türk-İş’i uzun uzun anlatmaya gerek yoktur.

Bu dönem itibariyle devletin kamu emekçilerine açtığı yol, kamu emekçilerinin savunma ve pazarlık gücünün olmadığı ve sistem tarafından kontrol edilebilir bir örgütlülük içine hapsetmektir. Hükümetin program ve açıklamaları oda tipi bir örgütlenmedir. Anavatan Partisi Hükümet sözcüsü ve Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol memurların “oda tipi” bir örgütlemede örgütlenmesinin doğru olacağını savunmaktadır. Odalar bilindiği gibi yarı resmi kurumlardır. Toplu sözleşme ve grev hakkı yoktur. Ve ayrıca mesleki örgütlenmelerdir.
Bu dönemde devletin elli yıllık sözcüsü Süleyman Demirel “memurların grevsiz toplu sözleşmesiz bir sendika kurmasını ve hakları için harekete geçmesini ancak bölücü Kürtlerden uzak durmasını tavsiye etmektedir.
Ana muhalefet lideri Erdal İnönü ve Refah Partisi sözcüsü Şener Battal da Demirel ile aynı düşüncededir. Görüldüğü gibi hükümet oda önerirken diğerleri de oda benzeri sendika önermişlerdir.

Ancak katılımcı Kamu emekçilerinin çoğunluğu grevli toplu sözleşmeli sendika talep etmişlerdir.

1988 Uluslararası Sendikal Haklar Kurultayı bu önerilerin sunulduğu bir kurultay olmuştur. Peki, Alpaslan Işıklı neyi savunmuştur? “Arabayı atın önüne koşmamak gerektiğini ve kırmızı ışıkta geçmemeyi önerip grevsiz toplu sözleşmesiz bir sendika olmasını gerektiğini” savunmuştur. Yıldırım Koç da hocasının izinden gitmiştir. Yıldırım Koç bu konudaki anlayışını kitabında açıklamaktadır. “KESK’i oluşturacak olan kamu çalışanları sendikaları bir saplantı halinde Toplu iş sözleşmelerine odaklandılar.aracı amaç haline getirdiler Halbuki toplu sözleşme tüm sorunlara çözüm getirecek sihirli bir değnek değildi.. araçları mutlaklaştırıp amaca dönüştürmek büyük hatadır. KESK’i kuracak kamu çalışanları sendikaları bu büyük hatayı yaptı” (Sf.240)

Toplu sözleşeme konusundaki görüşlerini öğrendiğimiz Yıldırım Koç grev konusunda ne düşünüyordu? “Kamu çalışanlarının bu dar bakışlılığı grev hakkına ilişkin talepte de görülmektedir.”Fiilen yasakların aşıldığı ve her türlü yasadışı meşru eylemin kolaylıkla yapıldığı bir dönemde “grev hakkı için grev yapmak” ve temel hedef olarak “grev hakkının alınmasını savunmak” yine bir aracın mutlaklaştırılması olurdu”(Sf.240–241)

Nitekim Yıldırım Koç ve Alparslan Işıklı’nın önerileriyle kurulan Eğitim–İş kuruluş tüzüğünde toplu sözleşme ve grev hakkı bulunmuyordu. Üyelerin ısrarıyla TİS ve grev hakkı tüzüğe konuldu. Koç’ların da kitaplarında vurguladığı gibi daha sonra tüzüğe alındı.

“14 Mart 1992 günü toplanan 1.Olağan Genel Kurulunda bu amaç maddesine bazı eklemeler yapıldı”…“f) Toplu sözleşmeli ve grevli sendikal yaşamı yaygınlaştırmaya, gerçekleştirip geliştirmeye, çağdaş sendikacılık ilkelerini yerleştirmeye ulusal ve uluslar arası sendikalar ailesinin onurlu ve saygın bir üyesi olmaya”(Sf.170)”

Kaldı ki bu sonradan eklenen madde bile Eğitim-İş’in grevli toplu sözleşmeli bir sendika olduğunu kabul eden bir madde değildir. Alpaslan Işıklı ve Eğitim-İş’in grev ve toplu sözleşmeden yana olmadığını Kamu emekçileri gerçekleştirdikleri ilk iş bırakma eylemlerinde de tanık olmuşlardır. 20 Aralık 1994 İş bırakma eylemi öncesinde devlet ve hükümet kamu emekçilerini cezalarla tehdit etmişlerdir. Alpaslan Işıklı eylem öncesi “Kamu emekçilerinin grev yapamayacağını bu eylemin Türk ceza yasasının 237. maddesi gereğince 1 yıl ile üç yıl arasında cezası olduğunu açıklamıştı.

Aynı eylem öncesi Eğitim–İş Ankara şubelerinin eyleme katılma kararlarına rağmen Eğitim –İş Genel Başkanı Niyazi Altunya “Öğretmenlerin öğrencilerini okulda tek başlarına bırakıp iş bırakmalarının öğrencilere haksızlık olduğunu ve eyleme katılmanın yanlış olacağını” açıklamıştır. Yine Koçların kitabında söz konusu eylem için Niyazi Altunya’nın şu görüşlerine yer verilmiştir. “20 Aralık 1994’te zamanki Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonlaşma Kurulu( KÇSKK)'nca kararlaştırılan ( vebu satırların yazarının karşı çıktığı) iş bırakma eylemi yüzde yüz haklı nedenlere dayanıyordu. Ancak kamuoyuna yapılan açıklamalarda kullanılan üslupun sendikal talepleri aşması yeterli hazırlığın ve birikimin yapılmaması ve ceza alanların sendikanın gücüyle korunması birçok üye de pişmanlık yaratmıştır”

Eğitim-İş Başkanı Niyazi Altunya kamu emekçilerinin bu en güçlü eyleminin pişmanlık yarattığını söylemesi Niyazi Altunya’nın greve üzeri örtülü de olsa yaklaşımını açıklamaktadır. Bu açıklamalar tüm kamu emekçileri tarafından bilinmektedir.

Görüldüğü gibi devlet iktidarı ve muhalefetiyle kamu emekçilerini grevsiz ve toplu sözleşmesiz oda tipi bir örgütlülüğe mahkûm etmeyi bir yol olarak benimsemiş ve kendi inisiyatifinde kamu çalışanlarına bir yol açmıştır. Gerek Alpaslan Işıklı ve gerekse Yıldırım Koç bu açılan yolun sendikalar alandaki öncüleridirler.

Kamu emekçilerinin de kendileri için bir yol arayışında oldukları açıktı. Bu yol devlet güdümlü bir yol değildi. Fiili ve meşru mücadeleyi esas alan bir yoldu. Sendikal mücadeleyi genel sınıf mücadelesinin bir parçası olarak, gören bir yoldu. Bu yol sendikal mücadelenin devrimci demokrat siyasetle bağlantısını gören, genel demokrasi mücadelesinden ayırmayan bir yoldu. Kamu çalışanları hareketinin öncülüğünü yapanlar, sendikal hareketi aynı zamanda devrimci ve demokrasi güçlerinin bir an önce yeniden toparlanması ve buluşturulması için bir zemin olarak da görmekteydiler.

Kamu emekçileri 12 Eylül faşizmini yaşayarak, devletin zulmünü yakından tanıyarak, sendikal taleplerini-konumlarını geleneksel devlet sendikacılığına karşı grevli ve toplu sözleşmeli bir sendika olarak belirlediler. Bunun sonucu olarak ta bu yolda sıkı bir mücadeleye girdiler. Sendikal alanda yaşanan tartışmalar ve verilen mücadeleler aynı zamanda devlet sendikacılığına karşı sınıf eksenli bir mücadeleydi. Bu mücadelede yapılan birçok yanlışa rağmen KESK’i yaratan sendikalar, devletin yaratmak istediği sendikalaşmaya karşı kendi sendikalarını kurmayı başardılar. Sendikal mücadelenin başından beri gerek “abece Dergisi”n de gerekse Eğit-Der içinde yaşanan tartışmalar ve ayrışmalar devlet sendikacılığının etkilerine karşı kamu emekçilerinin sınıf mücadelesi olarak yaşanmıştır.

Yazarların KESK tarihi olarak sunduğu kitap özü itibarıyla KESK’in devlet sendikacılığına karşı direnişine bir saldırı kitabıdır. Bu kitap bir KESK tarihi olmaktan çok devletin KESK değerlendirmesidir.

KESK Sistemden Yana Bir Konfederasyon Olarak Kurulmadı

Sendikaları düzenin bir parçası ve koruyucusu olarak gören Yıldırım Koç KESK’e saldırılarında haklıdır.

Bilindiği gibi sendikalar düzen sınırlarında kurulan ama düzenin emekçiler lehine değişimi için mücadele eden örgütlenmelerdir.

Sendikaların işlevi emekçileri düzene tabi kılmak değil, düzeni emekçiler lehine değişime zorlamak, hatta düzenin devrimci anlamda yıkılıp yerine emekten yana bir düzen kurulmasına yardımcı olmaktır. Özellikle emeğin her türlü hakkının gasp edildiği özgürce örgütlenmesinin yasaklandığı koşullarda sendikalar, yasaları da aşan bir noktada fiili meşru olarak (düzen-dışı) kurulup mücadelelerini sürdürebilirler. KESK’i yaratan kamu emekçileri de Türkiye’nin bu anti demokratik koşullarında düzen sendikacılığına karşı fiili ve meşru olarak örgütlenip sendikalarını düzen dışı kurup varlıklarını kabul ettirebilmişlerdir.

Yıldırım Koç, yolu açanların sendikalardan beklentisini şu sözlerle vurguluyor: “Sendikalaşma yolunu açan anlayışın temel amacı” düzen-içi” leşmekti…. Türkiye Bİrleşik Komünist Partisi’nin kendi “düzen-içi”leşme girişimi anlayışına uygun örgütlenmeler yaratma çabaları ve diğer bazı etmenler Eğitim-İş’i yarattı.( sf.94)

Diğer sendikaları kuranlar için ise şu açıklamayı yapmaktadır: “Düzen- dışı kurulan sendikalar için ikinci seçenek “düzen-dışı” kalmaktı. Ancak mevcut düzen buna izin vermiyordu.(Sf.94)

Öncelikle Yıldırım’ın bahsettiği “düzen içi’lik”, yasal olarak kabul edilebilirlik olarak anlaşılmaktadır. Gerek Eğitim- iş gerekse diğer sendikalar, egemenlerin grevsiz toplu sözleşmesiz bir sendika kurulmasına göz yumduğu ama iç yasaların düzenlenmediği koşullarda kurulmuşlardır. Yasal açıdan kurulan bütün sendikalar Eğitim-İş de dahil yasa dışı olarak kurulmuştur. Ve KESK’i kuran bütün sendikalar aynı zamanda grevli toplu sözleşmeli bir sendika yasası istediler. Yani kendi taleplerinin kabulü temelinde “düzen-içileşmek” yasallaşmak istediler.

Yıldırım Koç, Eğitim–İş dışındaki sendikaları kastederek bunlar “düzen-dışı” kalmak istiyordu açıklaması gerçeklerle örtüşmeyen bir çarpıtmadır.

Yazarların yazdığı kitap incelendiğinde EŞGÜDÜM anlayışını savunan kesimlerden ve yayınlarından bol bol alıntılar alınıyor ve bu kesimlerin sendikal anlayışlarını öve öve bitiremiyorlar… Yazarlar bu sendikal anlayışla ilgili şunları söylüyor: “Daha sonra Eğitim-İş’i kuracak olan kesim ise, siyasal tercihlerine bakılmaksızın tüm eğitim çalışmalarını örgütlemeyi amaçlıyor ve siyasal hareketlerin sendikaları dışardan yönetme girişimlerine karşı çıkıyordu.”(S:79) 

Resmi ideolojinin taşıyıcılarının etkili olduğu EŞGÜDÜMCÜLER “makul” olanı sendikal mücadelenin gereğini yerine getiren siyasal tercihlerine bakılmaksızın tüm çalışanlarının örgütlemesini hedeflediği ifade edilen bir sendikal anlayış olarak nitelenirken,

Fiili ve meşru mücadele anlayışı da sadece BEM-SEN ve SAĞLIK-SEN ile sınırlanıyor ve şu ifadeler kullanılıyor: “Eğitim-İş’in “düzen-içi” leşme çabasıyla açtığı yoldan kısa bir süre sonra geçen Kam-Sen, Bem-Sen ve Sağlık-Sen tümüyle faklı bir çizgideydi. Kam-Sen, Bem-Sen ve Sağlık-Sen, düzen dışı olmaya ve düzenin oyun kurallarıyla bağlı kalmaya çalıştı; bu sendikal ve siyasal anlayışı nedeniyle de büyük bedeller ödedi… ‘fiili ve meşru sendikacılık’ olarak nitelenen anlayış ve uygulamayı bu kadrolar geliştirdi.”(S:95) 

Kuşkusuz ki BEM-SEN ve SAĞLIK-SEN’in fedakârca-militanca yürüttükleri “fiili ve meşru mücadeleyi” kimse göz ardı edemez. Ancak fiili ve meşru mücadele sadece bu sendikalardan ibaret değildi. Söz konusu fiili ve meşru mücadeleyi hayata geçiren ana damarlar KESK’i kuranlar arasında da yer alıyordu. KESK içinde mücadeleyi sağa çeken anlayışların da bulunmuş olması gerçeği, KÇP’nin fiili ve meşru zeminde direnmediği sonucunu çıkarmıyor. BEM-SEN, SAĞLIK-SEN ve KAM-SEN’i kuranları da KESK içine çeken bu ortak fiili sendikal mücadele anlayışıydı. 

Kuşkusuz KESK ve KAM-SEN’i kuranlar emek karşıtı bu düzene karşıydı ve düzen ile kendilerini sınırlamıyorlardı. Düzeni emekten yana değiştirmek ve emekten yana bir düzen kurmaya yardımcı olmak için mücadele ediyorlardı. Bir yandan yasallaşmak bir yönü ile de yasaları demokratikleştirmek istiyorlardı. Bu sendikalar için “haklar yasalardan önce gelir” ilkesi esastı. Oysaki yazarların düzen- içileşmekten anladığı düzene yamanmak ve düzeni temsil etmek olduğu anlaşılmaktadır.

Yazarlar, sınıfın kendisi için kurduğu sendikaların sınıftan çok devletin korunmasına öncelik vermesi gerektiğini ileri sürmektedir. Koç’lar şunları ifade ediyorlar:  “İşçi sendikalarının tüzüklerinin hemen hemen hepsinin giriş bölümlerinde şu düzenleme yer alır: ‘Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması ve Atatürk ilkelerinin yaşatılması doğrultusunda, demokratik ilkelerden sapmadan…’ 8 Aralık 1995 tarihinde KESK’i oluşturan kamu çalışanları sendikalarının büyük bir çoğunluğunda ise bu konuda sendika tüzüklerinde ifade edilen bir duyarlılık yoktur”(S:99–100)

Koç’lar düzenin ve devletin sadık bir bekçisi anlayışındadırlar. Bu nedenle de devleti sınıflar üstü ve tarafsız bir kurum olarak görmek ve göstermektedirler.

“Çok kaba ve yüseysel bir Marksist devleti sadece hakim sınıfların baskı aracı görür… Ancak bir kaba Marksist bile sınıf mücadelesi içinde sermayedar sınıfla mücadele eder, devletle değil. Emperyalizm olgusu işin içine girdiğinde bir Marksistin karşısındaki güç öncelikle emperyalistler ve sermayedar sınıftır.”(Sf.379)

Doğrusu Yıldırımın Marksizm’i bilmesini zaten beklemiyorduk. Her konuyu olduğu gibi Marksizm’i de çarpıtacağını tahmin etmemiz zor değildi. Marksizm’in en bilinen devlet tanımı, devletin bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı ve tahakküm aracı olarak tanımlamasıdır. Yine Marksizm’e göre devlet, üretim araçlarını ellerinde bulunduran sınıfların zor aygıtıdır. Yani bir sınıf örgütüdür.

Yıldırım Koç, emperyalist bağımlılığın devletin dışında geliştiğini bu nedenle de emperyalizme karşı mücadele ederken devlete dokunulmamasını istemektedir. Oysa Türkiye Cumhuriyeti devleti, emperyalizm olmadan nefes dahi alamamaktadır. Emperyalizm ilişkilerini kimin üzerinden yapmaktadır? NATO’nun üyesi kimdir? Dünya bankası ve IMF’ye üye olan anlaşmalar yapan kim? Devlet değil mi? Yazarların devleti soyutlayarak “devlete değil sermayeye veya emperyalizme karşı mücadele edilmelidir” söylemi açıkça devlet savunuculuğunu göstermektedir. Kaldı ki, Türk devletinin devlet merkezli bürokratik bir ekonomik yapılanma olduğunu da gizlemektedir. Devlet sadece sermayenin bir devleti değil, aynı zaman da bürokratik sermayenin de bir devletidir. Daha özetle devlet bürokrasisinin kendiside sermayedardır ve sömürücü bir karakter taşımaktadır.

Yıldırımın sınıflar üstü devlet anlayışı Kamu emekçilerinin işvereninin devlet olduğu gerçeğini de anlamasına engel olmaktadır.Kamu emekçileri devleti düşman olarak gördü. Bunu da “işveren devlet” biçiminde maskelemeye çalıştı.”(Sf.35) Kamu emekçisi devlet kurumlarında çalışmakta ücretleri ve çalışma koşulları devlet tarafından belirlenmektedir. Bu durumda işveren devlet değil de kimdir?

Yazarlar, Türkiye Cumhuriyeti devlet gerçeğini gizlemeye çalışmaktadır. TC Devleti kendi denetimi dışındaki hiçbir örgüte veya düşünceye “dostça” yaklaşmamıştır. Bu gerçeklik sadece Kürler için geçerli değildir. Devlet güdümlü olmayan her hareket için geçerlidir. Bu güne kadar gelişen işçi sınıfının mücadelesine, köylülerin toprak talebine, Alevilerin hak arayışlarına, sosyalistlerin, devrimcilerin, Denizlerin, Mahirlerin ve İbrahimlerin direnişlerine nasıl yaklaştığı herkesçe biliniyor...

Koçların devleti korumaya alması anlaşılırdır. Çünkü devleti kamu emekçilerinin dostu ve onların haklarını karşılamaya eğilimli olduğunu iddia etmektedirler: “1995 ilk aylarında DYP,ANAPve SHP’li 301 millet vekilinin ortak tasarısıyla grevli toplu sözleşmeli sendikal hakları anayasa güvencesi altına alma noktasına gelmişti. Ancak sosyalist-komünist hareketlerin bu alanda etkili olanlarının Kürt milliyetçiliğine verdiği destek bu süreci tersine çevirdi TBMM Anayasa komisyonu bir anda bu olumlu tasarıyı iptal etti”(Sf.97)

“Türk Milliyetçiliğinin Türkiye Cumhuriyetinin temel düşmanı (Kürt emekçiler kastedilmektedir) kabul edildiği bu dönemde bu kesimle ittifak 301 Milletvekilinin girişimine karşın kamu çalışanlarının sendikal haklarının anayasal güvence altına alınmasına engel oldu” (Sf.422)

Yazarlar görüldüğü gibi devletin grev ve toplu sözleşmeyi tanımaya hazır olduğunu, bunu komünistlerin Kürt emekçileriyle ittifakının engellendiğini ileri sürüyor. Peki, Koç’lara sormak gerekmiyor mu? Devlet kamu emekçilerinin grevli toplu sözleşmeli sendikal haklarından bu kadar yanaydı da, bırakın sendikaları bütün demokratik kitle örgütlerini neden yasaklayıp yöneticilerini zindanlara doldurdu. Bu hakları verdi de emekçiler mi elinin tersiyle öteledi. El insaf tarih bu kadar çarpıtılır.

Yazarlar, kamu emekçilerinin Kürt milliyetçileri ile ittifakının bu kadar zararlı olduğunu kitabında anlatıp duruyorlar. Ama aynı yazarlar, gerçek olmadığı halde, Kürtlerin ayrı Kürt sendikalarını kurmaya çalıştığını ifade ediyorlar. Ve bunu da bir anlamda bölücülük ve hainlikle suçluyor. Yazarlara göre Kürt emekçileri hem Türk emekçilerle birlikte olmayacak hem de sendika kurmayacak. Yazarlar, Kürt emekçilerinin ne yapmasını istiyor? Yok, sayılmasını mı, inkâr edilmesini mi yoksa geleneksel yaklaşım olarak imha edilmesini mi istiyor!

Türk Emekçileri Kürt Emekçilerle birliği mi, ayrışmayı mı savunmalı?

Yıldırım ve Canan Koç KESK’i büyütenler fiili ve meşru mücadeleyi verenler, risk alanlar, yolu açanlar her türden bedeli ödeyenler “sosyalist ve komünistler” iken, “Kürt Milliyetçileri ise “ mücadeleyi küçülten zayıflatan hiçbir eyleme katılmadıkları halde sendikal zemini “pervazsıca” kullananlar olarak nitelendiriliyor. “KESK’in merkezi düzeyde aldığı sendikal eylem kararları ‘savaş koşulları’ bahane edilerek uygulanmazken, Kürt milliyetçiliğini temel alan eylemlerin ileri sürülen  ‘savaş koşullarına’ rağmen yapılabilmiş olması, KESK üyesi sendikaların bu illerdeki şubelerinin önceliklerini çok açık bir biçimde göstermektedir.”(Sf. 185–186)

Yazarlar “sınıfın birlikteliğini gerektiren eylemlere katılmadığı” iddiası kitabın 184–185. sayfalarında KESK Olağanüstü Koşulların Yaşandığı İller Komisyonu (KOKYİK) dönemin OHAL bölgesindeki gelişmeleri GYK’ya sunan Komisyon raporundan yapılan aktarmaya dayandırılıyor. Raporda şu ifadeler yer alıyor: “Bölgemizde savaş koşullarından dolayı merkezi düzeyde alınan eylemlilik kararları tam olarak uygulanmamıştır.” (S:185)

Bu ifadeden yola çıkan yazarlar aynı sayfanın bir sonraki paragrafında rahatlıkla kitabın ana iskeletini oluşturan şu yargıya varıyorlar:

“Raporda sendikal faaliyette bulunulmadığı belirtilirken Diyarbakır Demokrasi Platformu olarak yapılan çalışmaların bazıları şöyle sıralanmaktadır” denilerek KOKYİK raporundan bazı faaliyetler aktarılıyor. Oysaki KOKYİK raporunda vurgusu yapılan nokta “sendikal faaliyete bulunulmadığı” değil, savaş koşullarıdır. Savaş koşulları nedeniyle kararlaştırılan eylemliliklerin “tam olarak” uygulanamadığıdır.

17 bin insanın faili meçhul cinayetlere uğradığı, kirli savaşın bütün uygulamalarıyla sürdüğü bir bölgede sendikal faaliyetlerin engellendiğine dair yapılan vurgu ancak bu kadar açık bir şekilde çarpıtılabilir…Yazarların KOKYİK raporundan hesaplarına geldiği gibi seçtikleri ve çarpıttıkları alıntıların yanında, aynı raporda aktarmadıkları şu bilgilerde yer alıyordu: “Ocak-Haziran 1996 döneminde meydana gelen (Tespit edilen) olaylar” başlığı altında: Toplam ölü sayısı 691, Faili meçhul cinayetler 30, Gözaltında kayıplar: 62, Yakılan ve boşaltılan Köy sayısı:34 olarak verilmiştir. Yine aynı raporda sendikalar üzerindeki baskılardan söz edilerek şu somut bilgiler veriliyordu: Öldürülen sendika üyeleri: 38, sürgünler:121, idari soruşturmalar:304 Gözaltılar:222, açığa alınanların sayısı ise 29 kişi olarak veriliyordu… İşte bu gerçekler görülmeden sendikal faaliyetin yer yer neden aksadığı da anlaşılamaz…

Seçmece ve çarpıtma temelinde yapılan söz konusu alıntı dışında, yapılan bütün GYK toplantılarında KOKYİK Raporları okunmuş ve zorluklara rağmen yapılan sendikal faaliyetler aktarılmıştır. “18 Nisan 1996 tarihinde yapılan iş bırakma eyleminin de içinde yer aldığı Nisan eylemliği ile ilgili 05.05.1996 tarihinde yapılan 5. GYK toplantısında Gündem maddesine uygun olarak KOKYİK raporuyla ilgili Komisyon adına söz alan GYK üyesi: “…Nisan ayı eylemliliklerinin bölgede ve özellikle Diyarbakır’da büyük başarı ile gerçekleştiğini” belirtiyordu. (KESK 1. Dönem Çalışma Raporu S. 77) 

Bölgedeki sendikal faaliyetlerin bütün olumsuz koşullara ve tehditlere rağmen hayata geçirilmeye çalışıldığını KESK II. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporunun (Ağustos–96 Ağustos–98)  “İnsan Hakları ve Çevre Çalışmaları “başlığı altında 49–50–51–52 ve 53 sayfalarında görmek mümkün…  Biz sadece 52. sayfada yer alan şu ifadeleri aktarmakla yetinelim: “Konfederasyonumuzun aldığı bütün iş bırakma eylemlerine %100’e varan katılımlar sağlandı, birçok ilde vizite eylemleriyle üretimden gelen gücün kullanımı sağlandı. Sadece 11 Aralık 1997’de 8500’i Diyarbakır’da olmak üzere bölge düzeyinde 14.703 kamu emekçisi iş bıraktı.” 

Benzer bilgiler için KESK 3. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu’nun (25–28 Ocak 2001) 178–179–180 ve 181. sayfalarında “Olağanüstü Koşulların Yaşandığı İllerde Sendikal Hak İhlalleri” başlığı altında aktarılan rapora da bakılabilir... Raporda “bütün hak ihlallerine rağmen KESK’in iş bırakma ve diğer eylemlerine ‘yoğun’ ve… Bölge düzeyinde yüzde yüze yakın katılım” sağlandığı ifade ediliyor. 

Bölgede Kürt çalışanlarının eylemlere katılımıyla ilgili sadece KOKYİK’in raporları açıklık getirmiyor. Sendikaların çalışma raporları incelendiğinde aynı bilgilerin doğrulandığını görmek mümkündür.

KESK’ bağlı sendikalardan sadece Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikasının (BTS 3. Genel Kurulu 17–18–19 Temmuz 1998 tarihli) Çalışma Raporundaki gerçekleri teyit eden verileri aktaralım. Raporun 135–140 sayfaları arasında aktarılan “Eylem ve etkinliklerimiz” başlığı altındaki veriler incelendiğinde yazarların çarpıttığı gerçeklik görülecektir. KESK’in kararlaştırdığı ve hayata geçirdiği 11 Aralık 1997 tarihli iş bırakma eylemine yaklaşık 1 Milyon kamu çalışanı katılmıştı. Bu tarihteki iş bırakma eylemine BTS (11–12 Aralık tarihlerinde) ise iki günlük iş bırakma eylemiyle katılmıştı. BTS Çalışma Raporu Diyarbakır Şubesindeki iş bırakma eylemini de aktarıyor. Raporda “…Eyleme katılım %90 civarında” ifadesi kullanılıyor…  Yine 4 Mart Kızılay direnişinden sonra 5–6 Mart 1998 tarihlerinde bazı şubelerin iş bırakmamış olmasına rağmen Diyarbakır şubesinin iş bırakma eyleminin gerçekleştirildiği açıklanmaktadır.

Bu tür verileri KESK’e bağlı tüm sendikaların Çalışma Raporlarında ve belgelerinde bulmak mümkündür. Ama niyet Kürt çalışanları karalamak olunca yazarlar belgeleri bulamıyor ve görmek istemiyorlar... Ancak KESK’i oluşturan kadrolar, sendikal mücadelenin başından beri emek verenler, pratikleriyle tarih yazanlar çok şükür ki hayattadır ve kimin ne kadar çaba gösterdiğini çok iyi biliyorlar.

KESK’i kuran Kürt-Türk ve diğer farklılıklardan kamu emekçileri her dönem halkların kardeşliğini ve birlikte örgütlenip ortak mücadelesini savundu. Çünkü KESK’i kuran kamu emekçileri demokratik memur hareketinin bir devamıydı. TÖS, TÖB-DER, TÜM-DER Kürt gerçekliğini kabul etmiş ve halklar arasındaki eşitsiz uygulamalara son verilmesi ve demokratik Türkiye’ hedefine ulaşılması için yeterli olmasa da çabalar harcamıştı. Kamu emekçileri demokratik geleneği sürdürmekte kararlıydı.

Oysa Yıldırım ve Canan Koç, kamu emekçilerinin bu geleneksel yaklaşımını ret etmekte devletsel inkâr ve imha anlayışının KESK’ tarafından reddedilmiş olmasını içlerine sindirememişlerdir.

Yıldırım Koç, bir bütün olarak Kamu emekçileri sendikal hareketinin başarısız olduğunu ve bunun da temel nedeninin “ Kürt milliyetçileri” olarak tanımladığı Kürtlerle birlikte hareket etmek olduğunu tüm kitabı boyunca anlatmaktadır. Ama ilginçtir. Yazarlara göre kamu emekçileri hareketinde milliyetçi olmayan tek Kürt yoktur ve bu Kürtlerden hiç mi hiç bahsetmemektedir. Ayrıca Yazarlar kitabında bütün kurgusunu ve saldırısını Kürt emekçilere yöneltirken Kürt sorununun veya Kürt emekçilerinin sorunlarına dönük hiçbir açıklama ve öneride bulunmamakta onları yok saymaktadır. Bu tipik devlet tavrıdır. Ancak Kürtlerin özgürlük talepleri devleti söylem değişikliğine zorlamış olmasına rağmen yazarları etkileyememiştir. Devlet tarafından bile 1990’lardan sonra “Kürt realitesinin” tanınmış olmasına rağmen, yazarlar, Kürtleri tanımamakta devletten daha kararlı davranmaktadır.

Yazarların şiddetle karşı çıktığı, sendikal mücadeledeki katkılarını küçümsediği Kürtler mi milliyetçidir yoksa yazarlar mı milliyetçidir?

Kamuda çalışan Kürtler, kendilerinin Kürt olduklarını inkâr etmedikleri için mi milliyetçi oluyorlar? Kürtler üzerindeki baskıların kaldırılması gerektiğini, tüm dünya ulusları gibi kendi geleceklerini özgürce tayin etme haklarının tanınmasını, yaşanan şiddet ve çatışma ortamının (savaşın) bir an önce sonlandırılmasını ve barışçıl demokratik çözümün gerçekleşmesini istedikleri için mi milliyetçi oluyorlar?... Bunları açıklamış olmak-açıklamak milliyetçilik midir? Ama yazarlar bu en demokratik taleplere sahip çıkan emekçileri Kürt milliyetçisi olarak tanımlamaktadır.

25-26 Aralık 1993 “Demokratikleşmenin Neresindeyiz? Kürt Gerçeği ve Türkiye Mozayiği” kurultayı sonuç bildirgesini eleştiren yazarların milliyetçilikten ne anladığını görüyoruz.

“Bildirinin bazı bölümleri şöyleydi:” Her konuda yasaklara ve zora dayalı askeri çözümlere son verilmelidir… Toplumsal huzur ve barış ortamının yaratılabilmesi için ayırımsız bir GENEL AF çıkarılmalıdır… Sorunlarımızın en önemlilerinden olan Kürt sorunu inat ve zor politikalarıyla değil, halkların hak eşitliği ve özgürlüğü temelinde demokratik yöntemlerle çözülmelidir Akan kan derhal durdurulmalıdır. Bunun için ciddi ve kalıcı bir ateşkes süreci başlatılmalı, bu sürecin teminatı için de taraflar insani hukuk olarak Cenevre Savaş Hukuku kurallarına uymalıdır. Kurultay Ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkını evrensel ve temel bir hak olarak görür” Bu metnin altına imza atan kamu çalışanları sendikaları yöneticileri Kürt milliyetçilerinin taleplerini bir kez daha onaylamış oldu”(Sf.177–1778)

Yazarlara göre Kürt sorununda savaşa karşı çıkmak ve demokratik çözüm istemek Kürt milliyetçiliği yapmaktır.

Koçların milliyetçi olarak göstermeye çalıştığı Kürt emekçileri sendikaların kuruluş sürecinin başından beri Türk emekçileri ile birlikte olmuşlar ve ortak kaderi paylaşmışlardır. Sendikal mücadelenin sınıf (ideolojik-politik-ekonomik-demokratik) mücadelesinin bir parçası olduğu gerçeğiyle örgütlendiler. Sendikal mücadeleyi demokrasi mücadelesinden ayırmadılar. Sendika tüzüklerinde yer alan“anadilde eğitim”- “farklılıkların kendi geleceklerini özgürce belirlemeleri önündeki engellerin kaldırılmasını” ve “halkların kardeşliğini istemek” ve benzeri talepler sadece Kürt çalışanlarının talepleri olarak değerlendirilmemelidir. Çünkü bu talepler demokrasinin olmazsa olmaz talepleridir ve bu talepler Kürt talepleri kadar Türk demokratlarının da savunmaları gereken demokratik taleplerdir.

KESK’i yaratan kamu emekçileri bu demokratik taleplere bağlı kalmaya çalışmış, ancak Yıldırım Koç-Canan Koç gibi şovenizmden etkilenmiş kesimlerin saldırıları karşısında zaman zaman yetersiz kalmışlardır. Örneğin Yıldırım Koç ve çevrelerinin etkili olduğu Eğitim-İş, eğitim emekçileri alanında örgütlenmiş olmasına rağmen anadilde eğitim talebini kuruluş tüzüğüne alamamış ancak 14 Mart 1992 tarihli 1.Olağan Genel Kurulunda “Herkesin kendi anadilini kullanıp geliştirmesine saygı ve hoşgörünün yerleştirilmesine çalışır.” Maddesini eklemiştir. Bu da anadilde eğitim değildir. Bu yaklaşım Kürtlerin Kürtçe konuşmasına hoş görüyle bakmaktan öte gitmemiştir. Ama biz inanıyoruz ki, Koç’lara kalsa bu hoşgörü de gösterilmemeli ve konuşulan her Kürtçe kelime için Kürtler cezalandırılmalıdır.

Yazarlar, tüm kamu emekçisi Kürtleri milliyetçi olarak suçlamaktadır. Ben Kürdüm demenin ve eşit özgür bir şekilde birlikte mücadelenin milliyetçilik olduğunu düşünen Yıldırım Koç Kürdün ben Kürdüm demesinden rahatsızlık duymakta bunun sınıfı bölmek olduğunu ve devlet düşmanlığı olduğunu vurgulamaktadır. Hiç bir Kürt hiçbir Türk’e kendini Türk olarak tanımlarsan sınıfı bölmüş olursun dememektedir. Veya sen Türk haklarını savunamazsın dememektedir ama buna rağmen Kürt emekçiler milliyetçi ise Kürdün varlığına tahammül gösteremeyen Koç’lar nedir?

Yazarlar, Kürt emekçilerini ve Kürt halk hareketi gerçekliğini korkunç çarpıtmaktadır: “Kürt emekçileri kamu çalışanları sendikalarını daha etkili bir biçimde kullanabilmek amacıyla” Kürt sendikaları kurma kozunu etkili bir tehdit aracı olarak değerlendirdiler”(Sf.163)

Kürt emekçileri (Yurtsever emekçiler) en doğal hakları olmasına rağmen hiçbir dönem ayrı bir sendika kurmaya yönelmemiştir. Ama Koçlar gibi Kürt sorununda ırkçı ve şoven yaklaşımlardan etkilenmiş bazı emekçiler zaman zaman Kürtlerin sendikalardaki varlığını tıpkı Koç’lar gibi emek hareketi açısından bir tehdit olarak görmüş ve dışlanmalarını istemiştir. Buna rağmen 20 yıllık kamu emekçileri sendikal hareketinde Yurtsever emekçiler sürekli olarak birlikte olmayı savunmuştur. Ancak Kürt emekçilerinin bir tehdit olarak algılanmasına karşı Kürt emekçileri kendi sendikalarını da kura bileceklerini ama bunun emek hareketine katkı sağlamayacağını açıklamışlardır. Kürtler kendi kurdukları sendikalardan dışlandıklarında ne yapmalıdır? Sendikalaşmamalı mıdır?

Kamu emek hareketinde Yıldırım Koç’un alıntı yaptığı Eğit-Sen Genel Merkez Yönetim Kurulu üyesi Süleyman Danışman da dâhil hiçbir yurtsever emekçi dışlanmadıkça Kürt sendikası Kurmayı savunmamıştır.

Kitap Yurtsever emekçilerin nispi temsil sistemini savunduğunu iddia etmektedir.

“Kürt milliyetçileri kamu çalışanları sendikalarında sürekli olarak yönetimde bulunmak için Belirli gurupların Kürt milliyetçilerini dışlayan ittifaklara girmelerini istenmiyordu. Bu nedenle sendikalarda nispi temsil sistemini savundular”(Sf.167) Yazarlar nereden ve nasıl vuracaklarını düşünmeden davranmaktadır. Ne KESK ne de yurtsever emekçileri tanımaktadırlar.

Yurtsever emekçiler, başta Emek Partili kamu emekçileri olmak üzere önerilen nispi temsil sistemini ve bazı yurtseverlerce ifade edilen ulusal temsil hakkını elbette ki tartışmışlardır. Ama hiçbir zaman (sağlık iş kolu dışında) nispi temsili öneren olmamışlardır. Kitapta Öztürk Türkdoğan’dan yapılan “nispi temsil”e (Sf.168) ilişkin alıntı ve yine Mustafa Avcı tarafından ileri sürülen “ulusal temsil hakkı” (Sf.167) ise iç tartışmada yapılmış önerilerdir ve dikkat edilirse her iki isim de yurtsever emekçi olmalarına rağmen iki öneri bir birinden farklıdır. Bunu alıp genelleştirmek ve Kürtler her zaman nispi temsil sistemini veya ulusal temsil hakkını savundu demek Yazarlara yaraşır bir çarpıtmadır. Kuşkusuz gerek ulusal temsil hakkı, gerekse nispi temsil sistemi kamu emekçilerinin bu günde tartışması gereken önemli konulardır.

Kitap başından sonuna kadar Kürt yurtsever emekçilerini en büyük engel olarak göstermekte ve başarısızlıkların nedeni saymaktadır.

“Kürt milliyetçilerinin doğrudan veya Kürt milliyetçileriyle ittifakı temel alan bazı sosyalist-Komünist yöneticiler aracılığı ile dolaylı etkisi yukarılarda ele alındığı gibi bu örgütleri devletin ve hükümetlerin hedefi haline getirdi ve sendikal hakların anayasal güvenceye altına alınmasını engelledi”(Sf183)

“KESK’in oluşturulması kamu çalışanları sendikacılık hareketinde daha güçlenmeye, daha etkinleşmeye, memur ve sözleşmeli personelin yaşama ve çalışma koşullarını daha iyileştirmeye yönelik bir atılıma yol açmadı: yol açamazdı da. Bunun yaratılmasını iki unsur engelledi(1) Kürt milliyetçileri ile ittifak temelinde oluşturulan programlar ve atılan adımlar(2) Sosyalist-kominist örgütlenmelerin kamu çalışanları sendikacılık hareketini kullanma çabaları ve bunun yol açtığı anti- demokratik ve bazen tasfiyeci işleyiş(Sf.556”)

Kitap baştan sona Kürt emek hareketini ve bunlarla ittifak yapan sosyalistleri başarısızlığın kaynağı olarak göstermektedir. Bunu yaparken de Kürt demokratik hareketi gerçekliğini tahrif etmektedir.

Yazarlara göre Kürt emekçiler İslamcı kesimlerle ilişkileri nedeniyle laikliğin korunmasını engellemişmiş: “Kürt milliyetçilerinin bazı İslamcı kesimlerle ilişkileri nedeniyle laikliğin korunmasında sendikaların üslenmesi gereken görevler ihmal edildi”(Sf.578)

Öncelikle Türkiye’de gerçek anlamda bir laiklik hiçbir zaman olmadı. Ayrıca tüm kamu emekçilerinin de yakından bildiği gibi Yıldırım KOÇ’un da bir dönem uzmanlığını yaptığı Türk-İş’in alkışlayıp desteklediği, Ve Türk-İş Genel sekreteri Sadık Şide’nin de darbe yönetiminde yer aldığı 12 Eylül, Türkiye de Türk-İslam sentezini uygulamıştır.
Devletin kurup destek sunduğu Hizbullah’a (Hizbul-kontraya) karşı Kürtlerin verdiği mücadele ortadadır. Yine Kuran’dan ayetlerin askeri helikopterlerden Kürtlere nasıl dağıtıldığını İslamcı “Baran Dergisi” yazarı olan Yıldırım Koç herkesten iyi bilmektedir. Yazarlar en azından İslamcı Hizbul-kontranın katlettiği Yurtsever Kürt emekçilerine saygısızlık etmemelidir. Bu kadar çarpıtma da ancak Yıldırım Koç’a yakışır.

Yıldırım Koç’un Kürt karşıtlığı Yıldırım’ın gözlerini kör etmiştir. Bu nedenle de Kürde her açıdan vurmayı bir görev saymaktadır. “Kürt milliyetçileri Türkiye’nin bağımsızlığına karşıydı ve Kürt aşiret reisleri, toprak ağaları, şeyhleri ve sermayedarları kamu çalışanlarının sendikalarındaki Kürt milliyetçilerinin doğal müttefikiydi.”(Sf.578)

Yazarların saldırıda sınırı yok... Sormak gerekiyor? Kürt aşiretleri, şeyhler ve toprak ağaları kimin müttefikidir? Yazarlar, Kürt coğrafyasına gidip oradaki gerçekleri görmüş müdür? Görmemişse de göklere çıkardığı devletçi anlayışın bu aşiret reislerine, toprak ağalarına nasıl korucu olarak üniforma giydirip Kürt yurtseverlerinin üzerine salındığını her halde duymuştur.
Yazarlar, dönüp kime hizmet ittiklerini iyi anlamalıdır. Savaş ağalarının ekmeğine nasıl yağ sürdüklerini görmelidirler. Eğer göremiyorlarsa (Yıldırım Koç’un da üyesi bulunduğu parti genel başkanı Doğu Perinçek’in de içinde yer aldığı) Ergenekon dava tutanaklarını okumalıdırlar.

Yazarlar Kürt yurtsever emekçilerinin “milliyetçiliğinin” sınıf mücadelesini gerilettiğini ileri sürmektedir. Eğer bir sınıf, halkların hapishanesi durumuna düşürülmüş bir ülkede halkların özgürlüğünü ve eşitliğini savunmuyorsa orada işçi sınıfından değil, tıpkı İrlanda’nın sömürülmesinden nemalanan İngiliz işçi aristokrasisi türü bir sınıftan söz edilebilir. Son dönemlerde sistemin, emekçileri yanıltan en büyük psikolojik saldırılarından biri de ulusal baskılara karşı çıkmanın sınıf mücadelesini zayıflattığı yönlü propagandalarıdır. Böylece sınıfın toplumsal sorunlara duyarsız kalması teşvik edilmektedir. Ama Koçların kaygısı sınıf değildir. Onlar, emekçiler üzerinde bir baskı gücü olan kendi devletini düşünmektedir.

Yazarlar, KESK’in emperyalizme karşı mücadele etmediğini iddia etmektedir. KESK tarihi aynı zamanda emperyalizme karşı mücadele tarihidir. Bunun için örnekler sunmaya dahi gerek yoktur. Eğer Koçlar bir kez olsun masa başından kalkıp sokağa çıkıp emekçilerin arasına katılmış olsaydı bunu zaten görürdü. Kürt yurtseverlerinin emperyalizmle ittifakından söz eden Yıldırım, PKK lideri A.Öcalan’ın ABD ve NATO tarafından Türkiye’ye teslim edildiğini görmezden gelmektedir. Avrupa’nın ise kendi hukukunu da hiçe sayarak nasıl Kürt kurumlarına ve liderlerine baskınlar yaptığı ve TC’yi aratmadığı gün gibi ortadadır.

Yıldırım Koç ve Canan Koç Kürt emekçilerini karalamak için KESK tarihini çarpıtmaktan kaçınmıyor.
KESK’in 1995 yılı Genel Seçimlerindeki tutumu kitabın 179–180 sayfalarında açıkça çarpıtılıyor. O dönem EŞGÜDÜM’cü anlayışın yaptığı ve özeleştirisini verdiği bu çarpıtma ve gerçekleri tahrif etme tutumu bugün Canan KOÇ ve Yıldırım KOÇ tarafından yapılmaktadır. “Genel Seçimlerde Kürt Milliyetçiliğine Destek” başlığı altında yaşanan gerçekler şöyle tahrif ediliyor: “KESK’in kurulmasından kısa bir süre sonra 24 Aralık 1995 genel seçimleri yapıldı. Genel seçimler öncesinde HADEP’te örgütlü Kürt milliyetçileri ile Türkiye sosyalist-komünist hareketinin bazı kesimleri arasında bir ittifak kuruldu. Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) Birleşik Sosyalist Parti(BSP) Sosyalist İktidar Partisi(SİP) ve Demokrasi ve Değişim Partisi (DDP) Emek Barış ve Özgürlük Bloku’nu oluşturarak HADEP çatısı altına girdi. Genel seçimlerde Halkın Demokrasi Partisi (HADEP)  çatısı altındaki bu ittifak yüzde 4,2 oranında oy alabildi.

Genel seçimler öncesinde gazetelere verilen ilanda ‘barıştan yana olanların, emek güçlerine karşı yürütülen saldırılara karşı çıkanların, insan hakları savunucularının yeri EMEK BARIŞ ÖZGÜRLÜK BLOKU’nun saflarıdır; tüm ezilenleri, demokratları, ilericileri, aydınları, gençleri, kadınları, EMEK, BARIŞ, ÖZGÜRLÜK BLOKU’nu desteklemeye ve HADEP’e oy vermeye çağırıyoruz” deniyordu. “oylar HADEP’e” çağrısına imza atan kamu çalışanları sendikaları genel merkez yöneticileri şu kişilerdi: Faysal Özçift (KESK Genel Sekreteri), Hüseyin Tosun (KESK GYK üyesi) Günay Kubilay (KESK GYK üyesi), Mustafa Aksoy (KESK GYK üyesi), Mehmet Görgülü (KESK Genel Eğitim Sekreteri ve Tüm Banka Sen Genel Başkanı) Nurettin Aldemir (Eğitim Sen Genel Sekreteri), Tayfun İşçi(Eğitim Sen Genel Örgütlenme Sekreteri), Cemal Ünlü (Eğitim-Sen Genel Eğitim Sekreteri) Dursun Öztürk (Tüm Yargı-Sen Örgütlenme Sekreteri), Çağrıyı imzalayanlar arasında bazı şube yöneticileri de bulunuyordu. 

Dr. Niyazi Altunya, genel seçimlerden önceki bir uygulamayı şöyle anlatmaktadır. “KESK Genel Başkan adayı Siyami Erdem ve Genel Sekreter adayı Faysal Özçift’in imzalarıyla 28 Kasım 1995 günü sendikalara fakslanan (tarihsiz) genelgede 2–3 Aralık 1995 tarihlerinde 54 ilde bölge toplantıları yapılacağı belirtilmiş(ti)… Bu toplantıların üç gündem maddesinden birisi(aslında gerçek gündem maddesi) ’24 Aralık Seçimlerindeki Etkin tavrımız’dı. Ancak toplantıların tümden seçimlere özgülendiği ve seçimlerde Kürt vatandaşların ağırlıkta olduğu Halkın Demokrasi Partisi (HADEP)’nin destekleneceği vurgulanmıştır.” ( SF. 179–180)

Bu paragraflardan anlaşılan şey son derece açık ve nettir: Birinci İddia KESK’in HADEP’i desteklemiş olduğudur... İkinci iddia bu desteği sağlamak için il toplantıları düzenlendiğidir. Üçüncü iddia ise bu faaliyetler yapılırken adeta yangından mal kaçırılmıştır. Henüz “aday” oldukları halde (Genel Başkan ve Genel Sekreter sıfatlarını taşımadıkları halde) Siyami Erdem ve Faysal Özçift’in 28 Kasım 95 tarihinde sendikalara tarihsiz bir genelge gönderdikleri, 54 ilde il toplantıları düzenlettikleri ve bu toplantılarda çıkan sonucun “HADEP’in destekleneceği” şeklinde olduğudur.  

Ancak bu bilgilerin hiç biri doğru değildir... Neden doğru bilgi olmadığını aktaracağımız belgelerle kanıtlayacağız.  

İddiaların yanıtlarına sondan yani üçüncü iddiadan başlayalım. Bilindiği üzere 11–12 Kasım 1995 tarihlerinde Konfederasyon Tüzük ve Kuruluş Kurultayı yapılmış, tüzüğe son şekli verilmiş ve tüzük gereği 11 kişiden oluşan Merkez Yürütme Kurulu (MYK) ve karar organı olan Genel Yönetim Kurulu GYK’dan oluşan 91 yöneticisini seçmiştir. 30 Sendika başkanı ve 11 MYK üyesi GYK’da doğal olarak yer alırken 61 üye de sendikaların üye sayısına göre nispi temsil esasına göre seçilmişti.

1. Dönem Çalışma Raporunun 31. ve 106. sayfalarında 17 Kasım 1995 tarihinde KESK MYK’sının ilk toplantısını yaptığını ve bu toplantıda görev dağılımını gerçekleştirdiği bilgisi mevcuttur... 18–19 Kasım tarihlerinde ise KESK karar organı olan Genel Yönetim Kurulunun (GYK) 1. toplantısı gerçekleştirmiştir. Yani sendikalara seçimlerle ilgili yazıyı gönderen dönemin Genel Başkanı Siyami Erdem ve Genel Sekreteri Faysal Özçift iddi edildiği gibi “aday” değillerdi. Seçilmişlerdi.. KESK adına yazı gönderebilecek yetkiye de sahiplerdi.

Yazarların çarpıttığı, okuru yanlış bilgilendirdiği diğer hususlar 24 Aralık seçimlerindeki KESK’in duruşu ve 2–3 Aralık 1995 tarihinde düzenlenen il toplantılarının içeriğidir.

İl toplantıları 18–19 Kasım Tarihlerinde toplanan 1. GYK da kararlaştırıldı. Ve il toplantıları GYK’nın 10 maddelik gündeminden sadece birisiydi…   

İl toplantılarının en önemli gündemi ise sadece 24 Aralık seçimleri de değildi. İllerdeki mücadeleyi organize eden KESK Şubeler Platformunun işleyişinin tartışılması ve önerilerin derlenmesi de bir o kadar önemliydi. Yine Aralık ayında (daha önce KÇSKK tarafından önerilen) eylemlilik takviminin görüşüleceği toplantılar olması dolayısıyla da il toplantıları önemliydi…

Şu yanlışı da düzeltmek gerekiyor. KESK’in tüzel kişilik olarak EMEK, BARIŞ, ÖZGÜRLÜK BLOKU’nu desteklediği doğru bir bilgi değildir. Bloku destekleyenler, imzası bulunan şahsiyetler ve onları destekleyen sendikal anlayışlardır.  

Bu Bloku oluşturan siyasi güçlerin dışında da emek barış ve özgürlükten yana olan güçlerin söz konusu olduğu imzaların bileşiminden de belli değil mi? Yönetim kurulu sadece imza atan şahsiyetlerden mi oluşuyordu? Yenidenci çevrenin veya o dönemdeki Emek Partili taraftarların imzasının olmayışı tesadüf müydü?

Doğru olmayan bilgileri Niyazi Altunya’yı kaynak göstererek aktaran ve cumhuriyet gazetesinde yayınlanan ilana dayandırarak açıklayan yazarlar acaba neden yukarıda ifade ettiğimiz tahrifatları yapma lüzumunu hissettiler? Bu KESK’in karalanması değil midir? Bu gerçeklerin ters yüz edilmesi değil midir? (Yazarlar kitaplarının 183. Sayfasında “KESK’in Kuruluş Sürecinde Kürt Milliyetçilerinin Etkileri” başlığı altında KESK tüzüğü gereği kurulan KOKYİK komisyonunun eleştirisini yaptıklarında KESK 1. Olağan Genel Kurulu Çalışma Raporundan alıntılar aktarıyorlar. Dolayısıyla bu Çalışma Raporunu okumuş olmalılar…) 

Sormak gerekiyor? Söz konusu Çalışma Raporunda İl toplantılarının içeriği ve MYK görev dağılımı ile ilgili olarak son derece açık ve net bilgilere ulaşma imkânı varken, neden Niyazi Altunya’nın yazıları referans alınıyor? Neden bilgi kirliliği yaratılıyor?

Niyazi Altunya’nın yazdıklarını esas alarak aktarılan paragrafta dönemin KESK Başkanı Siyami Erdem’in ve Genel Sekreter Faysal Özçift nasıl oluyor da “aday” olarak ilan ediliyor?. İl toplantılarının içeriği nasıl oluyor da sadece seçimlerden ibaretmiş gibi gösteriliyor?

17 Kasım 1995 tarihinde yapılan görev dağılımından sonra Dönemin Genel Başkanı Siyami Erdem ve Genel Sekreteri Faysal Özçift’in imzalarıyla 28 Kasım tarihinde sendikalara genelge gönderilmesini, hangi hukuksal anlayışla ‘aday’ olduklarından söz ederek aktarılıyor?

Yazarlar ya iyi bir okuyucu-araştırmacı değildir. Yani bu görev dağılımından haberleri yoktur! Ya da KESK’in İstanbul valiliğine yaptığı kuruluş başvurusu olan 8 Aralık öncesinde bu genelgenin sendikalara gönderilmesi yadırganıyor? Koçlar, KESK’in kurumlaşmasını, karar organlarını, hukukunu, kuruluş amacını ve felsefesini hiçe sayarak devlet güdümlü bir anlayışla sendikal faaliyeti açıklamaktır…  

Konuyla ligli Çalışma Raporunda yer alan ifadeleri uzun olsa da (hem yazarların yaptığı biliçli çarpıtmaları açığa çıkarmak hem de bu raporu elinde bulundurmayan okurlara kaynak oluşturması açısından) okurun sabrına sığınarak aktarmakta fayda var.

Raporda şu bilgiler yer alıyor: “Gündemin 6. maddesinde 24 Aralık seçimleri ve KÇSKK’nın Aralık ayı içinde almış olduğu eylem takvimi nin değerlendirilmesi ve il toplantılarının düzenlenmesinin değerlendirmesine geçildi. Konuşmacıların tümü Grevli-Toplu sözleşmeli sendikal mücadelemizi tanımayan EMEK, BARIŞ, DEMOKRASİ ve ÖZGÜRLÜK düşmanlarına karşı çıkılmasını sermaye partilerinin ve savaş yanlılarının teşhir edilmesini ve oy verilmemesini belirttiler. Emekçilerin 24 Aralık seçimlerinde EMEK, BARIŞ, DEMOKRASİ ve ÖZGÜRLÜK’ten yana tavır koymaları için çağrı çıkarması karar altına alındı.” (S:36 1. Dönem Çalışma raporu)

9–10 Aralık 1995 tarihlerinde yapılan 2. GYK toplantısına sunulan MYK faaliyet raporunda şu ifadeler yer alıyor:“GYK’nın 1. toplantısında en çok görüşülen gündem maddelerinden biri de il örgütlenmelerinin görev ve yetkileri konusuydu. Bu konuda çeşitli görüşler sunulmuştu. Bu görüşlerin netleşmesi 24 Aralık seçimlerine ilişkin KESK’in tavrının açıklanabilmesi ve güncellenebilmesi için sendikalar aracılığıyla il toplantılarının düzenlenmesi karalaştırılmıştı. Zamanın yetersizliğinden dolayı yer yer aksayan bir organizasyon olmasına rağmen 2–3 Aralık 1995 tarihlerinde 54 ilde 58 il örgütünün katıldığı il toplantıları gerçekleştirilmiştir.” ( Rapor S:37)

Konuyla ilgili 2. GYK toplantısında görüşülen 7-maddelik gündem içerisinde yer alan “il toplantılarının değerlendirilmesi ve sonuçlandırılması” ile ilgili sonuç bildirgesinde ise şu değerlendirmeler yapılıyor:  “Daha sonra gündemin üçüncü maddesine geçildi. İl toplantılarına katılan GYK üyeleri derledikleri raporu GYK’ ya sunarak hem il toplantıları sonuçlarını, hem de kendi gözlemlerini aktardılar. İl toplantılarında görüşülen gündem maddelerinden Şubeler Platformunun işleyişi ve 24 Aralık genel seçimlerine ilişkin değerlendirmeler en çok görüşülen konuları oluşturdu. Şubeler Platformunun İşleyişi hakkında ilk GYK toplantısında saptanan ve sendikaların kendi birimlerinden görüş alarak, bu görüşleri, genelge taslağı haline getirilip oluşturulan komisyona sunmaları gerektiği halde sendikalardan doğru böylesi bir hazırlığın yapılıp, GYK’ ya sunulmadığı görüldü. Bunun önemli bir eksiklik olduğu saptandı. Ancak 2–3 Aralık 1995 tarihlerinde GYK’nın istemi doğrultusunda sendikalarca düzenlenen il toplantılarında ifade edilen düşünceler, raporlardaki öneriler değerlendirilerek il Şubeler Platformunun işleyişine ilişkin bir genelgenin çıkarılmasının zorunlu olduğu düşüncesinden hareketle ilgili komisyona ikinci günde görüşülmek üzere taslak bir metin hazırlamaları görevi verildi… 

KÇSKK’ca kararlaştırılan ve Aralık ayında yapılması öngörülen eylemlerin kesinleşmiş eylem kararları olmadığı sadece öngörü niteliğinde olduğu tüzel kişiliklerce bir önceki GYK toplantısında ifade edildi. 2–3 Aralık 1995 tarihlerinde yapılan il toplantılarındaki rapor sonuçlarından da seçim sürecinin yaşandığı ortamda eylemlerin sonuç alıcı olmayacağını, ancak Grevli-Toplu sözleşmeli sendikal hak ve özgürlükler için Barış, Demokrasi mücadelesi için KESK’in önümüzdeki dönemde sonuç alıcı eylemleri hazırlaması gerektiği kararlaştırıldı... Ayrıca GENEL SAĞLIK-İŞ’in 24 Aralık seçimlerine ilişkin kendi şubelerine gönderdiği yazının KESK’in tavrını çarpıttığı ve üyelerini yanlış bilgilendirdiğini ifade edilerek, öz eleştiri yapması istendi. GENEL SAĞLIK İŞ Genel Başkanı Kazım Yıldırım’da söz alarak KESK’in seçimlere ilişkin tavrında aydınlandığını ve Şubelere gönderilen yazıdaki yanlışlığı düzelterek kendi üyelerine yeni bir yazı ile duyuracağını ifade etmiştir” (Rapor S:41–42)

Bundan 15 yıl önce konuyla ilgili yaptığı yanlışlık konusunda “aydınlanan” ve özeleştiri veren Kazım Yıldırım, hiç olmazsa özeleştiri verme dürüstlüğünü göstermişti. Umarız ki kitabın yazarları da yaptıkları bu yanlışlıkla ilgili aynı yalınlıkta “aydınlanır” ve hiç olmazsa bu konuda öz eleştiri verirler.

Görüldüğü gibi, Koçların Kitabı KESK’in tarihini anlatan bir kitap değildir. KESK’e hakaret eden KESK tarihini tahrif eden bir kitaptır.

Yazarların Kürt sorununa nasıl yaklaştıklarını gösteren aşağıdaki paragrafları da okuyucuların dikkatine sunuyoruz. Devletlerini sollayan bir bakış açısıyla karşı karşıyayız:

KÇSKK’nın da içinde bulunduğu Demokrasi Platformunun yayınladığı 1 Mayıs bildirisi aktarıldıktan sonra yazarlar şöyle yorum yapıyor. “Bu bildiride, bağımsızlığın vurgulanması ve başka anlamlara çekilebilecek “barış” kavramı yerine “toplumsal barış” kullanılması önemlidir. Demokrasi Platformu, işçi sınıfını ve halkı etnik kökene veya mezhebe göre bölme girişimlerine karşı tavır aldı ve sınıf kimliği temelinde bütünlüğü savundu. Bu arada demokrasi talep etti ve insan hakları ihlallerine karşı çıktı. Demokrasi talebini etnik kimliği öne çıkaran bir perspektifle değil, sınıf perspektifiyle ele aldı. Demokrasi Platformunun 17 Nisan 1995 tarihli 1 Mayıs çağrısı bu açıdan güzel bir örnektir. Bazı çevrelerin engelleme çabalarına karşın, 1 Mayıs “işçi sınıfının uluslar arası birlik, mücadele ve dayanışma günü” olarak ifade edildi;1 Mayıs’a “ezilen halklar” gibi bir içerik ekleme girişimlerine olanak tanımadı.” (S:410–411)

“Demokrasi Platformunun hiçbir metninde “Türkiye halkları ifadesi; KİT’lerin halka ve emekçilere devredilmesi talebi yoktur. Demokrasi Platformu’nun hiçbir açıklamasında veya belgesinde, bırakın “Kürt sorununun çözümü için öngörülen askeri çözümden derhal vazgeçilmelidir” gibi ifadeleri, Kürt sözcüğü bile bulunmaz” denildikten sonra aynı sayfanın dipnotunda övünerek şu sözler ekleniyor: “Bu kitabın yazarlarından Yıldırım KOÇ, Çalışanların Ortak Sesi Demokrasi Platformu’nun tüm metinlerinin (kararlar, açıklamalar, bildiriler) hazırlandığı sekretaryada Türk-İş’i temsil etti.” (S: 416)

Devam edelim… Koç’lar farklı düşüncelere sahip Çalışanların Ortak sesi Demokrasi Platformu içinde yer alan KÇSKK’ın 1995 1 Mayısı İle ilgili “Çalışanların Ortak Sesi Demokrasi platformu” içindeki anlayışını açıklarken Kürtlerden bahsettiği için bildirisini büyük bir sahtekârlık olarak nitelemektedir: “KCSKK Yöneticileri bu bildiride önemli bir sahtekârlık yaptı”(SF.415.)

Oysa bu bildirinin altında sadece KÇSKK’nın imzası vardır. Ve bildiri kesinlikle ÇOSDP’ imzasını taşımamaktadır. Buna rağmen KÇSKK Yıldırım Koç tarafından sahtekârlıkla suçlanmaktadır. Oysa KÇSKK, ÇOSDP’ etkinliklerinde bu görüşünü gizlememişti. ÇSODP düzenlediği Demokrasi ve Anayasa Forumu’nda KÇSKK sözcüsü Yıldırım Kaya Platformun önüne koyacağı görevleri sayarken Kürt sorununa yaklaşımını açıkça belirtmektedir. KESK böylesine ağır bir hakareti hak etmemiştir. “Emek cephesini yaratmak: Demokrasi Platformunu eylem ve mücadele mantığı ile geliştirmek ….Anayasa çalışmalarına buradan başlamak… Kürt sorununun çözümünde savaş değil barışı savunmak Sendikalar olarak yaşadığımız sorunlar karşısında genel grevi örgütlemek”(Sf.452)

Koç’ların KESK’e dönük hakaretleri bitmiyor.“KESK’i kuran kamu çalışanları sendikalarında yaygın olan bu anlayış” tabanın söz ve karar sahibi olması” ve “sendika içi demokrasi “konusundaki söylemin tümüyle dayanaksız ve samimiyetsiz olduğunu göstermektedir”(Sf.109) KESK’te demokratik anlamda bazı yanlışların veya eksikliklerin yaşanmış ve yaşanmakta olduğu bir gerçektir. Ama KESK’in demokrasi konusunda samimiyetsiz olduğunu söylemek Komünizmi telin mitingleri düzenlemiş. Türkiye’de yapılmış bütün darbeleri desteklemiş Türk- İş uzmanının haddi değildir.

Kendini çok beğenmiş ve her önüne geleni küçümseyen Yıldırım Koç gerçekten de devlet katında saygın bir yere sahiptir. Ve bunca devlet savunusundan sonrada öyle de olmalıdır.
Ancak Türkiye demokrasi mücadelesine büyük katkılarda bulunmuş KESK ve KESK’i yaratan kamu emekçileri Yıldırım Koç gibilerini çok iyi tanımaktadırlar. İşte bu nedenledir Koç’ların bütün bölücü dışlayıcı çabalarına rağmen Kürt, Türk farklı kültürlerden kamu emekçileri KESK’te omuz omuza ve birlikte olmaya devam etmektedirler.

KESK öncesi (SYK, KÇP, KÇSP, KÇSKK) ve sonrası pratik ortadır. Kürtler KESK’i zorlamıştır. Ancak yazarların ifade ettiği, tarzda olumsuz değil, olumlu anlamda zorlamıştır. Kürt çalışanlar fiili ve meşru mücadeleyi geliştiren, hayata geçiren en temel güçlerden biri olmuştur. KESK’i KESK yapan güçlerin arasında direnişçi geleneğin oluşmasında etkin bir rol üstlenmişlerdir. Kürt çalışanlarının rolünü göremeyenler, KESK tarihini ancak böyle yazarlar... Yazarlarsa da böylesine komik duruma düşerler...

Faysal Özçift; KESK Kurucu Genel Sekreteri

Tayfun İşçi; KESK Eski MYK Üyesi

http://www.devrimcisendikaldayanisma.org/

8 Mayıs 2010

Tanıdık geldi!



28 Aralık 2009 Pazartesi

Hiç kimse, KESK’te cisimleşen, Türkiyeli kamu emekçilerinin yarattıkları mücadele değerlerinin kolayca, masa başında oturarak, ağır bedeller ödemeden gerçekleştiğini söyleyemez. Bu birikim, tarihin belli dönemlerindeki toplumsal/siyasal köşe taşlarıyla çizgileri çizilebilecek, ancak birbirinden kesin sınırlarla ayırmanın mümkün olmadığı evrelerden geçerek bugüne gelmiştir ve geleceğe de ışık tutabilecek derinliktedir. Bu derinliğin, ilgilenen herkes tarafından doğru biçimde kavranabilmesi için KESK tarihinin yazılması, pek çok kişi ve çevre tarafından dile getirilen bir ihtiyaç halini aldığı gibi tarafımızdan da bir süredir farklı platformlarda ifade edilmektedir. Nitekim bu konuda hazırlayageldiğimiz, kısa süre içinde tamamlayacağımız bir çalışma bulunmaktadır ancak bu çalışma henüz tamamlanmadan, giriş niteliğinde bir yazı yazmak da zorunlu hale gelmiştir. Zorunluluğun nedeni, tahmin edilebileceği üzere, Canan Koç ve Yıldırım Koç’un bir süre önce piyasaya sürdükleri ve KESK çevrelerinde tepkilere yol açan “KESK Tarihi 1 – Risk Alanlar, Yolu Açanlar” kitabıdır.

Koçların yazdığı kitabın tepki toplamasının nedeni, KESK içindeki dinamiklere yönelik dostça sayılamayacak bir dil kullanması ve kitabın ardından Yıldırım Koç’un yürüttüğü tartışmalarda iddia ettiğinin aksine, çalışmanın bir tarih çalışmasından çok, olayların kronolojisine serbest vezin eklenen bağlantısız politik yorumlardan ibaret bir metin olmasıdır. Tarih, çeşitli toplumsal aktörlerin mücadele alanıdır ve bu nedenle de kuşkusuz herkes kendi tarihini yazar. Hele ki söz konusu olan KESK gibi, henüz tarih içindeki yolculuğuna devam eden bir örgüt ise, tarafsız bir tarih yazmak mümkün değildir. Ancak en azından çalışmanın yönteme ve içeriğe ilişkin asgari bir iç tutarlılığa sahip olması, okurları tarafından ona atfedilecek değeri önemli ölçüde etkiler. Yani, nasılsa tarafsız tarih olmazmış diyerek, herkes aklına ilk geleni yazıp, tarih diye yutturmaya kalkarsa da yapılan işin bir değeri olmaz.

Yazarların yöntem ve içeriğin tutarlılığı konusunda pek titiz davranmadıklarını söylemek yersiz olmayacaktır. KESK ile ilgili politik değerlendirmeler olarak piyasaya sürülse, üzerinde pek konuşulması gerekmeyen, önümüze sıkça gelen devletçi/milliyetçi bir metin olarak es geçebileceğimiz bu kitap, KESK tarihi olma iddiası taşıdığı oranda bizden de bir itirazı hak ediyor. Nitekim kitapta anlatılan olayların ve olaylarla ilgili yorumların yersiz olma ihtimali yayınevi tarafından da, sunuş yazısında utangaçça itiraf ediliyor. Yayınevinin “gerçeğin travmatik etkisi” dediği şey, aslında gerçeğin travmatik okunuşundan kaynaklanan ‘çarpıtma hakkı’nın kullanılması olabilir ancak. Yayınevi, kitapla birlikte Koçların çarpıtma haklarını kullandıklarını görüyor olmalı ki uyarıyor: “… Gerçekten de kitapta anlatılan herhangi bir olay kitabın naklettiği belgedeki gibi ‘cereyan etmemiş’ olabilir. Ama, gerçek hayatta konuşulmuş olan ‘sözlerden’ neredeyse hiçbiri hatırlanmıyor… Sıkıysa kanıtla!...”(s.15). “… Gerçek, her zaman ‘olduğu ve yaşandığı’ haliyle değil, belgedeki ‘kanıtlar’ nezdinde kabul görüyor…”(s.16). Yayınevinin, son kertede ahlaki sayılabilecek bu uyarısının anlamı şudur: Bu kitapla ilgili tartışma açıp, tarihi başka türlü yazmazsanız, burada söylenenler son söz olarak kalır ve KESK tarihi buradaki biçimiyle son halini almış olur. Siz istediğiniz kadar sözlü itiraz yapın, zaman içindeki etkisi düşünüldüğünde yazının hükmü sözün üstündedir. Eğer hiç kimse “bu KESK tarihine” itiraz etmezse, örgütün tarihi Koçların söylediği gibi olur.

Biz de, kitabın satışlarını artırma riskini göze alarak, Koçların KESK tarihine ilişkin itirazlarımızı tartışma gereği duyduk. Neyse ki KESK sahipsiz değildir, yoksa son sözü Koçlar söylemiş olacaktı. Gerçeğin travmatik etkisi! diyerek hiç kimse bu işten kolayca kurtulamaz. Meramımızı yaygın bir deyişle ifade edecek olursak, “ortalık o kadar da boş değil”.

Bayram Değil, Seyran Değil!

Koçların yazdıkları kitap basitçe bir araştırma/inceleme merakının, sendikal mücadeleye duyulan ilginin ya da kitap satıp para kazanma hevesinin bir sonucu olarak görülmemelidir. Bunların hepsi geçerli olabilir ancak asıl önemli olan kitabın yazıldığı tarihsel kesittir. Kitap hangi tarihsel, toplumsal, politik koşullarda yazılmıştır ve bu koşullar içindeki anlamı nedir? Bu soruya yanıt vermek, yani kitabı gerçek bağlamına oturtmak, yapacağımız eleştirileri de hangi zeminde yaptığımızın çerçevesini çizecektir.

12 Eylül sonrası kamu emekçileri mücadelesinin tarihsel gelişimini dört evrede tartışmak mümkündür.

Birincisi, çeşitli düzeylerdeki öğretmen örgütlenmelerinin yaptığı tartışmalar ve çalışmalarla başlayan, önce sendikal örgütlenme ihtiyacının açığa çıkarılması ve sonrasında örgütsel/politik zeminin hazırlanması sürecidir. Bu evre, çok farklı örgütsel formlar aracılığıyla öğretmenlerin ve ardından da diğer işkollarındaki kamu emekçilerinin sendika kurma fikrini olgunlaştırdıkları ve kitlesel/direngen bir mücadele sürecinin ilk adımlarının atıldığı başlangıç dönemi olarak kabul edilebilir.

İkinci evre, diğer örgütsel araçların sendikalara doğru evriltildiği, sendikaların fiilen kurulduğu ve toplumsal mücadele sahnesine çıktıkları dönem olarak görülebilir. Bu aşamada önce çeşitli anlayışlar etrafında çok sayıda sendika kurulmuş ve süreç içinde bu sendikalar işkollarında örgütlü birleşik sendikalara doğru ilerlemiştir. Bu evre aynı zamanda, KESK tarihinin gözle görünür en yoğun çatışmalı dönemidir de.

Üçüncü evre, 4688 sayılı yasanın çıkışı ile tanımlanabilir. Bu yasanın kamu emekçileri mücadelesinde, niteliği önemli oranda olumlu ve olumsuz biçimlerde etkileyen bir etken olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.

Dördüncü evrenin başlangıç tarihi ise 2004 yılında Eğitim Sen’e karşı açılan kapatma davasıdır. Bu dava, daha sonradan ayrıntılı biçimde tartışacağımız üzere, kamu emekçileri mücadelesine yönelik devletçi/milliyetçi (kimileri ulusalcı da diyebilir) bir müdahale sürecinin başlangıcı olması nedeniyle önemlidir. Bu süreçte KESK, önce Eğitim Sen içinden bölünme yoluyla yeni bir sendika çıkartarak, ardından da diğer işkollarında aynı süreç işletilerek yeni bir konfederasyon kurma çabasına girişilerek ve bu arada da içeriden müdahaleler yaparak ‘makas değiştirmeye’ zorlanmıştır. Bu müdahale süreci KESK’in kurucu dinamiklerinin direnişiyle boşa çıkartılmıştır ancak halen çeşitli biçimlerde devam etmekte ve gündeme göre değişen oranlarda mücadeleye etkide bulunmaktadır.

Koçların kitabı, kamu emekçileri mücadelesinin dördüncü evresi olarak adlandırdığımız, devletçi/milliyetçi müdahale ve KESK içindeki devrimci dinamiklerin buna karşı direnişi ile tanımladığımız döneminin bir ürünüdür. 2004’te Eğitim Sen’e açılan anadilde eğitim konulu kapatma davası, 2005 KESK kongresinde yaşanan çalkalanmalar ve ardından geliştirilen ‘makas değiştirme’ söylemi, KESK içinden ayrı bir konfederasyon çıkarma çabaları ve yaşanan ayrılma ve en son KESK’e yapılan jandarma baskını, gözaltılar bu müdahale döneminin önemli olaylarıdır. Bu dönemle ilgili değerlendirmelerimizi ve buna karşı duruşumuzu çeşitli zeminlerde dile getirdik. Bir kez daha özetlemek gerekirse, bu olaylar daha sonradan Ergenekon davasına da konu olan, tüm toplumsal kesimleri hizaya sokma girişimlerinin kamu emekçileri hareketine düşen payı oldu. Kamu emekçileri hareketi, çeşitli biçimlerde gerçekleştirilen müdahalelerle devletçi/milliyetçi bir çizgiye çekilmek istendi ancak buna karşı direndi ve direnişi halen devam ediyor. Koçların kitabı, kamu emekçileri mücadelesi ile ilgili bir tarih çalışmasından çok, bu devletçi/milliyetçi müdahaleye tarihsel bir arkaplan kurma, KESK üzerinde yürütülen hegemonya mücadelesinde, bu müdahaleye tarihsel zemin oluşturma çabası olarak okunmalıdır.

Diğer taraftan, burada bizim kitaba yönelttiğimiz eleştiriler de, kamu emekçilerinin bu devletçi/milliyetçi müdahaleye nasıl karşı koyabileceğine, eşitlikçi ve özgürlükçü bağımsız mücadele hattını nasıl koruyup geliştirebileceğine işaret eden bir teorik/politik zeminden hareket etmektedir. Nitekim bu teorik/politik zemin, bizim “mücadele tarihimize” bakışımızın da temel referans çerçevesini oluşturmaktadır. Bir tarafa Koçların KESK tarihini, bir tarafa da bizim mücadele tarihimizi koyduğunuzda, karşınıza kamu emekçileri mücadelesinin dördüncü evresini tanımlayan müdahale ve karşı duruşun somut göstergeleri çıkacaktır.

Devletçi/milliyetçi müdahalenin tarih tezlerini ele alırken yaptığımız eleştirilerin üzerimize yüklediği misyonun farkındayız. Çalışmamızı bir an önce bitirmemiz gerekiyor. Ama bitirmeden de şu notu tarihe düşebiliriz: Başka bir KESK tarihi vardır ve bu büyük mücadelenin koşullarını, heyecanını, yarattığı duyguları ve dayandığı inancı daha doğru bir zeminde ifade etmektedir.

Yaşasın Sınıf: Kürt Sorunundan Saklanmanın En Kısa Yolu

Uzunca bir süredir Türkiye’nin en yakıcı sorunu olagelen ve son dönemlerde yeni biçimler alarak gündemdeki hâkimiyetini korumaya devam eden Kürt sorunu, Koçların KESK tarihinde de merkezi bir yere sahip. Yazarların KESK ile ilgili temel tezlerini Kürt sorununa yaklaşımları ekseninde kurmuş olmaları, kitabın, kamu emekçileri hareketine yönelik devletçi/milliyetçi müdahalenin bir parçası olmasının en açık göstergelerinden biri. Yazarların iddiası odur ki kamu emekçileri hareketi “Kürt milliyetçilerinin” içinde yer alması ve onlarla ittifak yapan grupların, kendilerinin beceremedikleri silahlı mücadeleyi kitlesel şekilde yürüten PKK’ye sempati ve dostlukla yaklaşmaları (s.31) nedeniyle etnik kimliği öne çıkararak işçi sınıfını bölen bir pozisyona düşmüştür. Hareketi kuran ve yürütenlerin sosyalist-komünist kadrolar olduğunu sıkça belirten yazarlar, bu kadroların “Kürt milliyetçileri” ile ittifakı temel aldıkları için emperyalizme karşı çıkmayı ihmal ettiklerini, toprak ağaları ve şeyhlerin halk üzerindeki baskı ve sömürüsüne ses çıkarmadıklarını belirtmektedir (s.176). Bu nedenlerle bölücü damgası yiyen, geniş memur kesiminin tepkisine neden olan ve memur sendikalarının siyasal olarak bölünmesine neden olarak sınıf bilincinin gelişmesini engelleyen KESK’in (s.36), Türkiye işçi sınıfı tarihine çok önemli sayfalar olarak geçen büyük, coşkulu kitle eylemlerine karşın net aylıklarını milli gelirdeki artış kadar yükseltemediği (s.32), çalışma süresi, yıllık ücretli izin, çeşitli izinler, disiplin hükümleri, yemek, servis, lojman ve aylıklar konusunda önemli başarılar elde edemediği yazarların temel tezlerindendir (s.35).

KESK ve bağlı sendikaların çalışanların özlük haklarıyla hiç ilgilenmediği iddiası, KESK’in Kürt sorununda barışçı çözüm önerilerini bölücü bulan çevrelerin ve tabiî ki devletçi/milliyetçi müdahalenin de temel argümanlarından biridir. Oysa ki KESK çalışma raporlarına bakılırsa, bu iddianın doğru olmadığı görülebilir. Yine de KESK’in kamu çalışanlarının bütün özlük sorunlarını çözebildiğini söylemek abartı olacaktır. Ancak kamu çalışanlarının ekonomik ve sosyal durumlarının olumsuz gelişmesinin nedeni de herhalde KESK değildir. Yani hırsızın hiç mi suçu yok?

Bu gerçekliğe rağmen KESK’in sürekli ve sadece Kürt sorunuyla ilgilendiği tezi safsatadan ibarettir. Gerçeğin, özel olarak seçilmiş bir kısmını aktarmak da çoğu zaman etkin bir çarpıtma tekniğidir ve ülkemizde her dönemde karşılaştığımız özel bir kontra taktiktir. Buna karşın KESK, her dönemde Kürt sorununda barışçı bir çözümden yana olmuştur, silahlara dayanan çözüm önerilerine karşı çıkmıştır ve bu tutumunu her fırsatta ortaya koymuştur. KESK’in bu tutumuyla ilgili belgeler, eğer gerçekten titiz bir tarih çalışması yapılacaksa, arayan herkes tarafından kolaylıkla bulunabilir. Miting meydanlarında yerlerde kalan bildirilerde bile, isterseniz KESK’in bu tutumunu görebilirsiniz. Hal böyleyken Koçların da katıldığı, KESK’i “Kürtçülük”le suçlama kervanının tek çıkış noktası “Türkçülük” olabilir. Ancak sol çevrelere hitaben konuşuyorsanız (yani misyonunuz bu çevrelere yönelik ise), basitçe ortaya çıkıp, konu Kürt sorunu olduğunda “Türklük damarının” kabardığını söylemek geçer akçe olmadığından, kendinizi başka bir kisve altında sunmanız gerekir. Günümüzde sola doğru konuşan milliyetçilerin bu sorunu aşmak için sığındıkları sahte bir liman bulunmuştur: Sınıf!

Kültür/kimlik sorunları, öyle ya da böyle, çağımızın en yakıcı çatışma alanı halini almıştır. Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde bu çelişki ve çatışmalar hayatı şekillendiren bir hal almaktadır. Türkiye’de de Kürt sorunu, sıcak çatışma durumunun devam etmesi ile insanların hayatlarını her açıdan etkileyen çok önemli bir noktada durmaktadır. Bu nasıl bir sınıf temelli yaklaşımdır ki hayatın canlı akışını görmezden gelmemize neden olsun! Sınıf perspektifi, dünyayı anlamak ve değiştirmek için kullandığımız bir referans çerçevesi sunduğu için bize göre anlamlıdır. Burada kritik kavramlar anlamak ve değiştirmektir. Bu sorunu görmezden gelen bir yaklaşımın, dünyada ne olup bittiğini anlamak yerine, “bana ne, bana ne” diyen bir çocuk ısrarcılığı içinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Sınıf çatışmaları ve kültür/kimlik çatışmaları günümüzde birbirinden kolayca ayırt edilebilen sorun alanları olmaktan çıkmıştır. Bu sorunlara bakışımız “sınıf temelli” olabilir ancak bunun anlamı sorunları “sınıfın içine tıkıştırmak” olmamalıdır. Tüm dünyada sol, kültür/kimlik sorunlarını emek mücadeleleriyle birleştirecek yeni bir dil ve bakış açısı üretmeye çalışıyor. Çünkü sol (ve tabiî ki sınıfsal) yaklaşım etrafımızda akıp giden toplumsal yaşamı çepeçevre kuşatan çarpıcı sorunları görmezden gelmenin bir bahanesi olamaz.

“PKK, Marxist-Leninist değil ki!”, “orada aslında toprak reformu yapılması lazım”, “etnik mücadele sınıfı böler”, “emperyalizmin oyunu bunlar” ve benzeri kodlarla ifade edilen günümüz milliyetçi sol pozisyonları, sınıfı, hayatı anlamak ve değiştirmek için kullanılan tarihsel/toplumsal bir kavramsal çerçeve olmaktan çıkartıp, gizli ya da açık devletçi/statükocu çizgilerinin meşrulaştırıcı mekanizması haline getirmektedir. PKK, Marxist-Leninist değildir de ama sen öyle misin? Kürt illerindeki feodal ilişki biçimlerinin en çok son Kürt isyanı döneminde çözüldüğünün farkında değil misin? Türkiye’nin en yoksullarının Kürtler olması etnik sorunlarla sınıf meselelerinin iç içe geçmişliği hakkında seni hiç düşünmeye sevk etmiyor mu? Emperyalizmin, kültür/kimlik sorunlarını “kaşımaması” için bu sorunların iç dinamiklerle çözülmesi gerektiğini fark etmen için daha kaç yıl geçmesi gerekiyor? Aslında, sınıfın arkasına saklanan Türklük duygularının ortaya salıverilmesi olan bu söylemlerin hiçbir geçerliliği yoktur. Türkiye’nin güncel gerçeği şudur: Devlet seven, Kürtleri sevmez ve buna da sınıfı bahane eder.

Koçlar da benzeri bakış açısına sahip olduklarından, kitaplarında sıklıkla bu argümanlara dayanan söylemlere başvurmaktadır:
“…‘Halkların kardeşliği’ adı altında Kürt milliyetçiliğine destek verenler, sınıf kimliği ile temelden çelişen etnik kimliği öne çıkararak, sınıf hareketine büyük darbe indirmektedir...”(s.123)
“… bazı kamu çalışanları sendikaları Kürt milliyetçiliğinin yedeğine düştü, bu hareketin destekçisi oldukça da sınıf kimliğinin ve bilincinin gelişmesini engelledi, geniş memur kitlesinden koptu, (aşağıda ele alınacağı gibi) sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçasını oluşturan anti-emperyalist mücadeleyi, aşiret reisleri, toprak ağaları ve şeyhlerle mücadeleyi ihmal etti.”(s.174)

Sınıf ve kültür/kimlik sorunlarını kolayca birbirinden ayırıveren statik/dogmatik sınıfçı bakış açısının, feodal kalıntılara karşı mücadeleyi sınıf mücadelelerinin ayrılmaz parçası kabul etmesi aslında teorik olarak zordur. Sınıf mücadelelerini ya da bu mücadelelerin gerçekleştiği dinamik alan olarak toplumu, işçi sınıfının bir tarafta, burjuvazinin diğer tarafta toplanarak cenk ettikleri bir meydan muharebesi yalınlığında gören bir zihniyetin başka türlü bir yorum yapması da beklenemez zaten. Ancak Koçlar bu zorluğu bir kalemde aşmış görünüyor.

Benzeri teorik zorlamalara kitabın pek çok yerinde rastlamak mümkündür. Yazarlar, çalışanların haklarındaki gerilemeleri sermaye politikalarına değil de KESK ve bağlı sendikaların Kürt sorunundaki duyarlılığına bağlamakla kalmayıp (s.35-36), kamu hizmetlerindeki niteliksizliği de KESK’in içinde Kürtlerin varlığına dayandırabilecek kadar savruk bir anlayıştan yorum yapmaktadırlar (s.182). Yani devlet aslında nitelikli kamu hizmeti verecekti ama Kürt öğretmenler, Kürt vergi dairesi çalışanları, Kürt belediye görevlileri, Kürt nüfus memurları, Kürt mühendisler, Kürt hekim ve hemşireler buna engel oldular. Ah şu Kürtler! KESK tarihini hallettikten sonra yazarlardan, küresel ısınma ile Kürtler arasındaki ilişkiyi inceleyen bir çalışma bekliyoruz. Eksik konu kalmasın.

Misyon gereği olsa gerek, yazarların, içi boş ama kaplaması çok renkli sınıf süslemeleriyle gizlemeye çalıştıkları dipten gelen Türklük duyguları, KESK değerlendirmelerinde temel belirleyen olmuş görünüyor. Biz, emek mücadeleleri ile kültür/kimlik mücadelelerinin neden birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılamayacağını yukarıda özetlemeye çalıştık. Ancak konuyu yerli yerine oturtmak açısından bir tespit daha yapmakta fayda var. KESK tarihi, Kürt hareketinden ve içindeki Kürt unsurlardan ibaret olmadığı gibi onlardan bağımsız da ele alınamaz. Yurtsever emekçiler, kendi politik duruşları ve sendikal perspektifleriyle kamu emekçileri hareketi içinde yer almaktadırlar. Onları destekleyebilirsiniz ya da eleştirebilirsiniz; ancak KESK’e ilişkin eleştirinizi yurtsever emekçilere ilişkin eleştirinizle eş tutarsanız, en hafif deyişle yanılırsınız. Aslına bakarsanız KESK, kültür/kimlik mücadeleleri ile emek mücadelelerini birleştirme sorununa, kendi kulvarında fena sayılamayacak yanıtlar üretmiştir. Tabiî ki bu sorunu KESK’in tek başına çözmesi mümkün değildir. Ancak KESK bu yolda doğru bir duruş sergilemiş ve olumlu katkı sunmuştur. Bize göre Türkiye’nin bütünlüğünün temel harcı, KESK’in bugün her şeye rağmen savunmaya devam ettiği onurlu birliktelikten geçmektedir. Bu anlamda KESK, bölücü olmayı bir kenara bırakın, tam aksine, sahip olduğu bakış açıcı ve Türkiye’nin her yanına yayabildiği ortak mücadele anlayışıyla Türkiye’nin bütünlüğünün nasıl sağlanacağına da ışık tutmaktadır.

Bugün artık devlet bile kendi planlarını yaparken Kürt sorununu göz ardı edemez hale gelmişken, “sınıf temelli” olma iddiası taşıyanların bu gerçeklikten kaçmaya çalışmaları anlaşılmaz bir tutumdur. Kamu çalışanları hareketi dönem dönem Kürt sorunu ekseninde devlet kaynaklı zorlamalara maruz kalmıştır. “Bölücülük” suçlaması sürekli yapılmıştır. Sendikaların PKK’ye mali destek verdikleri bile söylenmiştir. Bunların hepsi KESK’e yönelik devlet kaynaklı ideolojik söylemlerdir. KESK’in toplumsal mücadeleler tarihindeki öneminin bir boyutu da budur: KESK, bu saldırılara asla teslim olmamıştır. Kürt sorunu, KESK’in ele aldığı, taleplerini dile getirdiği, kendisini şekillendirdiği tek sorun olmadığı gibi, hiçbir zaman da es geçtiği bir sorun olmamıştır. KESK, her zaman Kürt sorununun Türkiye’nin demokratikleşmesindeki yerini kavrayarak, bütünlük perspektifi ile hareket etmiştir ve bu tutumun ne kadar doğru olduğu bugün artık daha geniş çevrelerce anlaşılmaktadır.

Sevgili Devlet: Solda Devletseverlik Duygularının Yeniden Kabarması

“Maaş artışları ve sendikal hak ve özgürlükler konusunda siyasal partilerin ve hatta hükümetlerin büyük kitle eylemleriyle ‘ikna edildiği’ durumlarda bile, bazı güçler devreye girdi ve Kürt milliyetçiliğinin taleplerine böylesine sahip çıkan örgütlenmelerin daha da güçlenmesine yol açacak hakların verilmesini önledi.”(s.35)
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti açısından bakıldığında … bu hareket içinde Kürt milliyetçiliğine verilen destek bir sorundu. ... Bu durum, Türkiye’de kamu çalışanlarının çok önemli eylemlere ve büyük mücadelelere karşın sendikal haklara kavuşmada yaşadıkları başarısızlığın en önemli, belki de ana nedenidir.”(s.97)

KESK tarihinin kimi dönemlerinde grevli toplu sözleşmeli sendika yasasına ilişkin, hükümette olan kimi siyasi partilerin vaatleri olmuştur. Hatta hemen hemen bütün siyasi partilerin programlarında buna dair göndermeler bulunmaktadır. Ancak bu konudaki girişimler hep gündem dışı bırakılmıştır. Yazarlar bu durumu da KESK’in Kürt sorunu ile ilgilenmesine bağlamaktadır. Koçlara göre aslında kamu çalışanlarının haklarındaki bu gelişmeyi siyasi partilerin ötesinde devlet de istemektedir. Kamu çalışanlarının kitle eylemleri devleti “ikna etmiş” olmasına rağmen, KESK’in Kürt sorunundaki statüko karşıtı duruşu nedeniyle devlet, kamu çalışanlarının haklarını üzülerek verememiştir. Herhalde bu büyük sırrı yazarlar “içeriden” almış olmalılar. Nasıl oldu acaba? Belki de biri gelip yazarlara dedi ki: “Verecektik ama Kürtler var”. Koçların kitabının temel tezlerinden biri olan bu yorum hakkında lafı fazla uzatmaya gerek yok. “Sınıf temelli ama devletsever” perspektifin varacağı yer burasıdır. Elimizde Türk bayraklarıyla eylem yapsaydık; Batı Trakya, Kerkük ve Uygur Türklerine uygulanan baskılardan başkasını görmezden gelseydik; ara sıra “Ne mutlu Türküm diyene” diye bağırıp, sendika üyeliği için nüfus kütüğü koşulları koysaydık haklarımızı alırdık herhalde. “Türk” tarihçilerin devleti pek tanımadıkları anlaşılıyor.

“Sınıf temelli” bakış açısından çok sevdikleri devletlerini aklamaya çalışan yazarlar, bu amaçlarını gerçekleştirmek için ayaküstü bir de devlet kuramı uyduruveriyorlar:
“Çok kaba ve yüzeysel bir Marksist, devleti sadece ‘hâkim sınıfların baskı aracı’ olarak görür. Ancak hayat çok daha karmaşıktır. Özellikle emperyalizm döneminde devletin niteliği ve işlevi çok daha karmaşıklaşmıştır. … Ancak bir kaba Marksist bile sınıf mücadelesi içinde sermayedar sınıfla mücadele eder; devletle değil. Emperyalizm olgusu işin içine girdiğinde, bir Marksistin karşısındaki güç, öncelikle emperyalistler ve sermayedar sınıftır. Devletin durumu ve devletle ilişkiler, emperyalistlerle ve sermayedar sınıfla olan asıl mücadeleye bağlıdır. … Kamu çalışanları sendikacılık hareketindeki sosyalist-komünist kadroların çoğu … devletin ‘işveren’ olduğunu, devletle ilişkilerin emek-sermaye çelişkisinin bir ürünü olduğunu ileri sürdüler…. ”(s.37)

Yazarların devlet tahayyülleri, daha önceden değindiğimiz ilginç toplum anlayışlarına dayanıyor besbelli: Bir tarafta emperyalizm ve sermayedarlar, diğer tarafta emekçiler. Ancak bu sefer devlet bu iki güçten de ayrı, arada bir yerde, ikisine de eşit mesafede duruyor. Bir mendil kapmaca oyunu düşünün; iki taraf yerlerini almış, ortada duran devlete doğru koşuyorlar. Önce kim varırsa devlet ondan olacak. O devletin, emperyalizm ve sermayedarlarla hiçbir doğal ilişkisi yok; vaziyeti mendilin kapılması sürecindeki tavırlarına bağlı. İyi de olabilir, kötü de! Devlet eskiden sadece hâkim sınıfların baskı aracıysa, sonradan emperyalizm döneminde niteliği ve işlevi karmaşıklaşarak sınıf mücadelesinde emeğin karşısındaki pozisyonundan çıktığına göre, devleti tarafsızlaştırarak bize doğru yaklaştıran olgu emperyalizm olmalı. Devleti aklayacağım derken iş nerelere vardı bak! Yazarların, eskiden okumuş oldukları Marxist metinlerden akıllarında eksik kalmış olan kavramları biz yerlerine oturtalım. Koçların bahsetmek istedikleri, ancak yanlış hatırladıkları kavram “görece özerklik”tir. Ancak görece özerklik ile bağımsızlık arasında çok büyük farklar vardır ve görece özerk olan devlet, “son kertede sermayenin devleti”dir. Yani devlet sınıflar mücadelesinde bağımsız bir yerde durmaz; mendil kapmaca oyunundan devam edersek, emekçilerin ortadaki mendili alabilmelerinin tek yolu, rakip oyuncuların ve ortada mendili tutanın birlikte sürdürdükleri oyunu kökünden bozmaktır. Bu anlamda devletle ilişkiler, zorunlu olarak emek-sermaye çelişkisinin bir ürünüdür.

Kuşkusuz, bu zorlama devlet kuramı, sadece yanlış hatırlamalardan kaynaklanmamaktadır. Konu Kürt sorunu olduğunda Marxizm-Leninizm’den ve sınıf bakış açısından dem vuran bir aklın, sınıfsız bir devletten bahsetmesi ve devletle emperyalizm arasına kalın teorik çizgiler çekmeye çalışması manidardır. Koçların yaptıkları şey, öteden beri sol içindeki milliyetçi tezlere kaynaklık eden bu aklın sendikal mücadeleye tercüme edilme çabasıdır.

“Tarihçi” Dev Aynasında: Narsizmin Politik Arkaplanı

Kamu emekçilerinin örgütlenmesi ile ilgili çok sayıda insanın katkıları oldu. Bu katkılar örgütlenmeye ilişkin teorik ve pratik katkılar olduğu gibi hukuki durumla ilgili, kamu çalışanlarının örgütlenme haklarının yasal dayanaklarıyla ilgili de oldu. Koçların da kitaplarında belirttiği pek çok isim kamu çalışanları mücadelesine verdikleri katkılardan dolayı anılmayı hak ediyorlar. Biz de bu kısmı kendi çalışmamıza saklıyoruz. Ancak bu katkıların ifade edilmesinde bir de, yazımızın başında belirttiğimiz, yayınevinin “gerçeğin travmatik etkisi” dediği, daha basit ifadeyle “yazdım, oldu” biçiminde anlaşılabilecek bir durum söz konusu olabilir. Kamu emekçileri mücadelesine katkı sunanları vefa adına anarken, kitabın yazarlarından Yıldırım Koç, kendisine biraz fazla misyon biçmiş görünüyor. Alpaslan Işıklı’nın kamu çalışanlarının sendikalaşmasına ilişkin ortaya attığı hukuki önermeden, herhalde kendine pay çıkarmak istiyor olmalı ki kitabın sunuşunda kendi tarihi rolünün altını çiziyor: “Her şey 1985 yılı Kasım ayının son günlerinde bir akşam Yol-İş Sendikası’nın bir odasında başladı…”(s.19). O akşam Alpaslan Işıklı, Yıldırım Koç’tan Anayasa kitabından ilgili maddeyi bulmasını istemiş. Yani Alpaslan Işıklı’nın kamu çalışanlarının örgütlenmesinin yolunu açtığı o “evreka” anında, yazarlarımızdan Yıldırım Koç da oradaymış. Bu KESK tarihi açısından gerçekten çok önemli bir bilgi.

“İnsan haddini bilmeyince tarihi kendisiyle başlatır.” Bu haklı ifade, yazarımız Yıldırım Koç’a ait. Türk-İş içindeki etkinliklerinden, çeşitli yayın organlarındaki yazılarından (Aydınlık Dergisi, Türk Solu Dergisi, Baran (*) – Ya Bizdensin Ya Onlardan – Dergisi vb.) ve sendikacılık alanındaki faaliyetlerinden tanıdığımız Koç, bu sözü, kitabının ardından gelen eleştirilere yanıt verirken kullanmış. Çok da haklı söylemiş. İnsanın kendini ve yaptığı işi önemsemesi ruh sağlığı açısından dengeleyicidir ancak bunu abartırsanız denge bozulabilir.

“12 Eylül Darbesi’nden sonra öğretmenlerin yeniden örgütlenmesine yönelik ilk çalışmalar Ankara’da 1984-1985 yıllarında başladı…”(s.68). Hangisine inanacağız bilemedik. Yazarlarımız, çok değil, 49 sayfa sonra, Yıldırım Koç’un o “ilk” anda, kitabı Alpaslan Işıklı’ya uzatarak yaptığı katkının kurucu önemini unutarak, daha önceki örgütlenme çalışmalarına atıfta bulunmuşlar. Yoksa her şey 1985 yılı Kasım ayında başlamamış mıydı? Daha öncesi de var mıydı? Ya da o öğretmen örgütlenmesine yönelik çalışmaları yapanlar sendika değil de tiyatro toplulukları biçiminde mi örgütlenmeyi tartışıyorlardı? Oysa ki eğitim emekçileri mücadelesinin gerçek tarihinin yazdığına göre öğretmenlerin sendika ile örgütlenme ve mücadele etme fikri hep vardı; 8 Temmuz 1965 tarihinden itibaren TÖS’te cisimleşti. Aradaki 12 Mart müdahalesiyle kesintiye uğradı; TÖB DER, her döneminde sendika şiarıyla hareket etti. 12 Eylül, aynı zamanda öğretmen mücadelesine de bir darbeydi ancak öğretmenlerin sendikal mücadele fikrini öldüremedi. Bu işin gerçekten içinde olan herkes bunu bilir.

Belli ki kitabın ikinci cildi de piyasaya sürülecek. Yazarlar tavsiyemizi kabul ederlerse, en azından orada böyle büyük ifadeler kullanmazlar. Şöyle deseler bizce daha doğru olurdu: 'Alpaslan Işıklı’nın, kamu çalışanlarının sendikalaşmasına ilişkin hukuki zemini dile getirdiğini ben de duymuştum.'

“Kamu çalışanları sendikacılık hareketinin gelişimine büyük mücadelelerle ve büyük özveriyle öncülük etmiş olan KESK’in ve bağlı sendikaların bu zayıflamasını anlamanın yolu, 1985 yılı Aralık ayında başlayan süreci öğrenmekten geçmektedir.”(s.26). İşte bu! Yazarlarımız, Yıldırım Koç’un 1985 yılında anayasa kitabını uzatarak yaptığı kurucu katkının ardından, 24 yıl sonra bu kez de KESK’i düştüğü kötü durumdan kurtarmak için harekete geçmişler. Kurtuluş yolunu da bulmuşlar: Kitabımızı okuyun ve bizi anlayın! Bizi anlayın ki KESK’i kurtarın! Hem kurucu hem kurtarıcı rolündeki yazarlarımızdan Yıldırım Koç, çeşitli zeminlerde içinde yer aldığını iddia ettiği 12 Eylül sonrası öğretmen örgütlenmesi çalışmalarının gerçek kurucu katkısını hiçe sayarak, miladı, uzattığı anayasa kitabına sabitlemekte kararlı gibi. Bazı psikoloji yaklaşımları buna “kendini gerçekleştiren kehanet” diyor. Halk arasında “40 kere söylersen gerçek olur” anlamındaki kimi sözler de aynı durumu anlatır. Yıldırım Koç biraz daha ısrar ve tekrar ederse, bizi bile inandıracak.

Şunu da eklememiz gerekir ki buradaki narsistik tarih anlatımını basitçe bir psikolojik problem olarak görmüyoruz. Bu yaklaşım yazarların, yazının başında çerçevesini çizdiğimiz bağlam içinde üstlendikleri misyonu yerine getirebilecek kadar önemli kişiler olduklarını dile getirme çabasının sonucudur. Yazarların, içinden konuştukları politik duruş, KESK’e “çeki düzen vermek”, olmazsa da etkisizleştirmek için çeşitli girişimlerde bulunmaktadır. KESK’i hizaya sokmak için büyük büyük laflar ettiğinizde, birilerinin ortaya çıkıp size dur diyeceği de aşikârdır. Bu nedenle konuşan kişilerin konuştukları konuya ne kadar hâkim olduklarını, konuşulan konu tarih ise tarihin içindeki çok önemli yerlerini belirtmeleri ellerini güçlendirir. Örneğin, KESK hakkında, konfederasyon binasının bulunduğu mahalledeki taksicinin söylediklerinin etkisiyle, Alpaslan Işıklı’nın o kış akşamında anayasa kitabını uzatmasını istediği kişinin söylediklerinin etkisi arasında çok büyük farklar olduğunu bizim de teslim etmemiz gerekiyor. Herkesin hakkını verelim. Bize göre ikincisinin daha fazla etkili olduğu tartışılmaz.

Yeri gelmişken yazarların ve yayınevinin bir vurgusuna daha değinmek gerekiyor. Kamu emekçileri mücadelesini yaratan, bedel ödeyen ve kitabın “risk alanlar, yolu açanlar” olarak tanımladığı insanların bir kısmının emekli olduğu ya da yaşamını yitirdiği için bugün bu mücadelenin içinde olmadığı doğrudur. Ancak KESK’i bir mücadele ruhu olarak tanımlayacak olursak, bu ruhun yaratıcıları halen KESK’in içindedir ve kavganın başındadır. Bugün KESK mücadelesini şekillendirenler birden bire ortaya çıkmamışlardır; kavganın ilk başladığı andan itibaren ön saflarda bedel ödeyerek bugünlere gelmişlerdir. KESK tarihi yazarken başka bir örgütsel duruşa işaret etme çabası içindeki Koçların kitabın çeşitli bölümlerinde ima ettikleri gibi, kavgayı yaratan insanlar devre dışı bırakılmamışlardır. KESK, Türkiye’de eşitlikçi ve özgürlükçü kamu emekçileri hareketinin halen tek adresidir.

Yukarıdaki başlıklarda Koçların KESK tarihinin temel iddialarına değinmeye çalıştık. Son olarak KESK’in “Kürt milliyetçileri” nedeniyle anti-emperyalist tutum takınmaktan çekindiği iddiasını değerlendirelim. Devletsever yazarlarımız, Türkiye’nin bağımsız bir ülke olduğunu, birilerinin de gelip bu bağımsızlığı gelip elimizden almaya çalıştığını zannettiği için, eline bayrak alıp “yaşasın devlet” diye bağırmayanların emperyalizme karşı olmadığını düşünüyorlar. Daha uzun bir tartışma olanağına bırakmak doğru olacaktır ama şimdilik şunu söyleyelim, KESK’in emeğin haklarını savunmak için attığı her adım aslında anti-emperyalisttir. KESK, tüzüğünde yer alan emperyalizme karşı bağımsızlık maddesinin gereğini savaş karşıtı eylemlerde, 1 Mart tezkeresine karşı aldığı tutumda ve benzeri mücadele süreçlerinde defalarca göstermiştir. Ama demek istediğiniz, örneğin, “Ergenekon davası emperyalizmin bir oyunudur, buna karşı çıkmak gerekir” gibi bir tutumsa, KESK bunu yutmaz.

Sonuç: Tekrar Dene, Daha İyi Dene!

Bir örgütün tarihi, içeriden ya da dışarıdan yazılabilir. İki halin de farklı özellikleri olur. Herkes istediği hale istediği değeri yükleyebilir. Ancak bize göre miting alanlarından bildiri toplayarak yazılan tarihle, o bildirileri yazan ya da o bildirilerin hangi tartışmalar sonucunda yazıldığını bilenlerin yazdığı tarih arasında nitelik bakımından bir farklılık da vardır. Biri salt yazarının niyetini diğeri ise aynı zamanda mücadelenin ruhunu taşır. Aynı olay, iki bakış açısından iki farklı biçimde nakledilebilir. Örneğin, biri “nötr” bir yaklaşım olduğunu düşünerek “sendikaların mühürlenmesi”nden bahsederken (s.213) diğeri taşıdığı mücadele ruhunu yansıtarak, aynı olayı “mühürlerin kırılması” olarak görür. İkisinin arasındaki farkı değerlendirmek de okuyucunun bakış açısına kalmıştır.

Tarihi anlamak, geleceğe bakışın şekillendiği ilk adımdır; tarihe “makas değiştirtmek” de geleceğe makas değiştirtmenin... KESK, zaman zaman bu tip müdahalelerle rotasından çıkartılmak istendi. Bu kitapla birlikte şimdi bunun yeni bir biçimiyle karşılaşıyoruz. KESK’e tarih uyduruluyor. Kamu emekçileri mücadelesi nasıl ki bundan öncekilerle baş etmeyi bildiyse, bununla da baş etmesini bilir.

Bir de yazarlara son sözümüz var. Belli ki KESK’le ilgili bir misyon üstlenmeye girişmişsiniz. Ama olmamış. Herhalde bu kitabın ikinci cildini de piyasaya sürmeye niyetiniz var. İyi de olur. Aslında bir taraftan KESK’e yönelik devletçi/milliyetçi müdahalenin de tarihini yazıyorsunuz. Lütfen eleştirilerimiz nedeniyle tarihçilik sevdanızdan vazgeçmeyin. Tekrar deneyin ama bu sefer daha iyi deneyin.


(*) “Baran – Ya Bizdensin Ya Onlardan – Dergisi” yanılmıyorsak “Taraf – Taraf Olmayan Bertaraf Olur – Dergisi”nin devamında bir siyasal çizgiye sahip. Ama Yıldırım Koç da yazmaya başlayınca orada taraflar biraz karışmış gibi görünüyor.

Yazar:Erhan Bağcı-Turnusol