Vatan tehlikedeyse, bu ülkenin kaymağını yiyenlerin çocuklarının, vatanlarına sahip çıkmaları için savaşmaları gerekmiyor mu?
ONUR ÖZGEN
Siyasi gündemimizin başlıca meselesi olan ‘demokratik açılım’ ile ilgili tartışmalar sürüyor. Tartışmalar sürdükçe de, ne yazık ki insanlık adına utanç verici kelâmlar ediliyor. Bunlardan en ibret vericisi, hiç kuşkusuz, geçtiğimiz hafta demokratik açılım için genel görüşme önergesinin Meclis’te yapılan ön görüşmeleri sırasında, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in sözleriydi. Sözlerine görüşmelerin 10 Kasım’da başlaması üzerinden, ucuz ve son derece klişe bir Atatürk demagojisi yaparak başlayan Öymen’in meclis kürsüsünden saçtığı nefret duyguları ise şöyleydi:
“Atatürk, Şeyh Sait’le müzakere mi etti? Dersim isyanını yapanlarla müzakere mi etti? Onların sözcüleriyle, temsilcileriyle masaya mı oturdu? Bunların hiçbirini yapmadı arkadaşlar. Değerli arkadaşlarım ‘Analar ağlamasın’ diyorlar. Maalesef, bu ülkenin anaları çok ağladı. Çok şehit verdik. Tarihimiz boyunca çok şehit verdik. Çanakkale Savaşı’nda 200 bin şehidimiz var. Hepsinin anası ağladı. Bir kişi çıkıp da, ‘Analar ağlamasın. Biz bu savaştan vazgeçelim’ demedi. Kurtuluş Savaşı’nda analar ağlamadı mı? Kimse çıkıp da ‘Analar ağlamasın. Biz şu Yunanlılarla anlaşalım’ dedi mi? Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı? Dersim isyanında analar ağlamadı mı? Kıbrıs’ta analar ağlamadı mı? Bir tek kişi Türkiye’de çıkıp da ‘Analar ağlamasın diye, bu mücadeleyi durduralım’ dedi mi?”
Kendi anaları bir kere dahi ağlamamış olanlar, başkalarının analarının gözyaşları hakkında atıp tutmaya kalkınca, işte böyle saçmalayabiliyorlar. Ve hatta ne acı ki, bu toprakların görmüş olduğu en kanlı katliamlardan biri olan, çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek demeden binlerce insanın katledildiği Dersim Katliamı’nın tekrarlanmasını, Kürt sorununun bir çözümü olarak mecliste açıklayabilecek kadar da insanlıktan çıkabiliyorlar. Bilesin ki, bu topraklar kana doymuştur Bay Öymen! Sizin şovenist politikalarınız ve savaş çığırtkanlıklarınız yüzünden, bu ülkenin yoksul halkının binlerce evladı, yıllardır dağlarda birbirini öldürmüştür. Hâlâ çok meraklıysanız ölmeye ve öldürmeye, hâlâ doyamadıysanız kana, işte Gabar, işte Cudi! Buyurun işadamı oğlunuz Burak Öymen’i gönderiniz dağlara. Biraz da siz ağlayın, eşiniz ağlasın, sizin analarınız ağlasın, bakalım nasıl oluyormuş?
Bakalım ondan sonra hükümeti, “Sizden önceki hükümetler 32 defa sınır ötesi operasyon yaptılar. Siz yedi yılda bir tek kere, o da yedi günlük sınır ötesi kara harekâtı yapabildiniz” diye savaş tamtamlarını çalarak eleştirebilecek misiniz? Brecht sizin gibiler için kaleme aldığı bir şiirinde ne güzel demiş:
“Tankınız ne güçlü generalim siler süpürür bir ormanı
Yüz insanı ezer geçer ama bir kusurcuğu var: İster bir sürücü.”
Ne dersiniz Bay Öymen? Brecht’in bahsettiği tankın sürücüsü, senin oğlun olabilir mi? Savaş isteyip duran milletvekillerinin oğulları sürse ya bir kere de o tankları, olmaz mı? Gönderir misiniz oğullarınızı, o çok sık tekrarladığınız ‘vatan’ uğruna dağlara? Sizin oğullarınız geri gelse, bayrak üstüne sarılı bir tabutta askerden? ‘Vatan sağ olsun!’ diyebilir misiniz o zaman da, şimdiki gibi gür sesle? Oğullarınızı, damatlarınızı, akrabalarınızı yurtdışında çalışıyor gibi gösterip, dövizli askerlik yapmalarını sağlayan sizler, yıllardır gariban halkın oğullarını, ‘vatan uğruna’ deyip, dağlara sürdünüz. ‘Bu ülkenin binlerce gencini’, birbirine kırdırdınız. Hepinizin ‘savaş suçlusu’ olarak mahkemelere çıkarılmanız gerekirken, hâlâ utanmadan, daha fazla kan, daha fazla gözyaşı, daha fazla savaş istiyorsunuz. Ama üzgünüz, bu ülkenin insanları artık eskisi gibi sizin yurtsever palavralarınıza itibar etmiyorlar. Şehit anaları, babaları artık körü körüne, ‘Vatan sağ olsun!’ demiyorlar. Bakınız Siirt’te 1 yıl önce bir çatışmada oğlunu kaybeden Mehmet Gülseren neler diyor: “Hakkımı helal etmiyorum, kirli politikalarınıza kurban ettiğiniz çocuğum da, hiç kimsenin şehidi falan değil, bundan böyle de askere gönderecek, kurbanlık çocuğumuz yok, vicdani retçi olup ceza evinde yatsınlar daha iyi. Kirli savaşın sürmesini isteyen, bu işten rant elde edenlerin çocuklarını, savaş alanlarında göremiyoruz ve her nedense kurşun, bomba, mayınlar bunlara ulaşamıyor.” Ve şehit babası Gülseren, zat-i âlilerinize şu soruyu soruyor Bay Öymen: “Eğer vatan tehlikedeyse, bu ülkenin kaymağını yiyenlerin çocuklarının, vatanlarına sahip çıkmaları için savaşmaları gerekmiyor mu, bu işte bir terslik yok mu?”
Brecht’in aynı şiirinin devamında söylediği gibi:
“İnsan dediğin nice işler görür, generalim
Bilir uçurmasını, öldürmesini, insan dediğin
Ama bir kusurcuğu var: Bilir düşünmesini de.”
Onur Öymen kimdir*
İsterseniz bir de, ismiyle yoğun bir tezatlık oluşturan Onur Öymen Beyefendi’nin kim olduğuna bakalım. Google’a Onur Öymen yazdığınızda, kendisinin siyasi yaşantısı hakkında şu bilgileri görüyoruz:
»1966-1968 yılları arasında NATO Dairesi’nde İkinci katiplik
»1968’de Avrupa Konseyi Daimi Temsilciliği’nde İkinci katiplik, daha sonra da başkatiplik
»Ankara’da Siyaset Planlama ve Avrupa Konseyi, daha sonra da Kıbrıs Dairelerinde Şube Müdürlüğü yaptıktan sonra 1974 yılında (ne tesadüftür ki) Lefkoşa Büyükelçiliği Müsteşarı
»1997’de NATO Daimi Temsilciliği
Nasıl ama? Mecliste yaptığı Kemalist demagojilere bakınca, sanırsınız ki Onur Öymen, Mustafa Kemal’in sürekli vurguladığı, ‘tam bağımsızlık’, ‘antiemperyalizm’ gibi ilkelere sıkı sıkıya bağlı biri. Öyle ya! Avrupa Konseylerinde Türkiye’nin tam bağımsızlığını, NATO dairelerinde de antiemperyalizmi savunuyor olsa gerek kendileri.
Öymen’i daha yakından tanımaya devam edersek, kendisinin Galatasaray Lisesi ve Mülkiye mezunluğu gibi parlak bir eğitim kariyeri; 4 yabancı dil bilecek kadar da, birikimli biri olduğunu görüyoruz. Ayrıca çok da iyi dans ediyormuş söylendiğine göre. Fakat tüm bunlar neye yarar ki Mon Cher Öymen? Goebbels de iyi bir aile babasıydı, gayet beyefendi ve nazik bir görüntüsü vardı. Çok da zeki, birikimli bir adamdı. Fakat sonuçta, insanlığın yüz karalarından olan bir Nazi’ydi, Nazi Almanya’sının Propaganda Bakanıydı.
Evet, vicdansızlığının bir sonucudur, hiç yıkılmayacağını zannettiğin o kutsal devletinin bekası için; kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden insanların katledilmesini doğru bir şeymiş gibi göstermen. Fakat şunu iyi bil ki; insanoğlu devleti, kendi huzur, refah ve mutluluğu için kurmuştur. Ve gün gelecek, yine kendi huzur, refah ve mutluluğu için gerekirse yıkacaktır da.
21 Kasım 2009
KLASİK BİR TRAJEDİ: ONUR ÖYMEN
12 Kasım 2009
Bu, son isyan olsun!
*Can Dündar*Bu, son isyan olsun!
Can Dündar Ada
can.dundar@e-kolay.net
Türkiye tarihi, biraz da Kürt isyanları ve ardından gelen baskı dönemlerinin tarihidir.
İlk büyük ayaklanma, 1925’teki Şeyh Sait isyanıydı.
İstiklal harbindeki ortaklık, ilk darbeyi orada yedi.
Sert bastırıldı. Çok kan aktı.
Kürtlerde Ankara’ya, Ankara’da Kürtlere karşı güvensizliğin tohumlarını attı.
O yıl “savunma refleksi”yle “Şark Islahat Planı” hazırlandı.
Planın özü, “Doğu’nun Türkleştirilmesi”ydi.
5. maddesine göre, “Ermenilerden kalan arazilere Türk (Laz, Gürcü vs) göçmenler yerleştirilecek”ti.
11. maddesine göre, “Şark’ta 2. derece memurluklara bile Kürt memur atanmayacak”tı.
14. maddesine göre, “okulda, bürokraside, çarşı pazarda Türkçeden başka dil kullananlar cezalandırılacak”tı.
15. maddesine göre, “yatılı bölge ve kız okulları açılarak yöre çocukları eğitim yoluyla eritilecek”ti.
18 ve 19. maddelerine göre, “görkemli hükümet binaları, jandarma karakolları ile askeri sevkiyata uygun yollar yapılacak”tı. (Tam metni için bkz: “Şark Islahat Planı”, Mehmet Bayrak, Özge Y. 2009)
Plan, isyana tepkiydi tabii; uygulanamadı da, ama işi askere havale edişin miladı oldu.
* * *
Sorun çözüldü mü?
Hayır.
Şeyh Sait’i, Siirt, Nusaybin, Ağrı, Silvan, Hakkâri, Bitlis, Eruh, Van, Hınıs, Bitlis, Dersim’deki isyanlar izledi.
27 Mayıs 1960’da askerler bu kez bir “Doğu Raporu” hazırlattılar.
Bulu-nan çare, yine “asi-milas-yon”du. “Böl-genin, Kürtler lehindeki nüfus yapısını Türk lehine çevirmek için Kara-deniz’deki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri bu bölgeye yerleş-tirmeyi, Kürtleri ise bölge dışına, hicrete teşvik etmeyi” düşündüler.
Ansiklopedilerden “Kürt”leri kazıyıp, “Onlar Turani kavimlere dayanan dağlı Türklerdir” densin istediler.
“Bölge okulları kurup kız ve erkek misyonerler yetiştirelim”, “Radyoyla, tiyatroyla, müzikle Türklük propagandası yapalım” “Dünyaya Kürt meselesi diye bir şey olmadığını anlatalım” dediler.
Bu rapor da sonuç vermedi, ama iktidardaki zihniyetin niyetini ortaya koydu.
* * *
Sorun çözüldü mü?
Hayır.
“Türkçülük” baskısı, “Kürtçülük” bilincini tetikledi.
1970’lerde Kürt örgütleri kurulup palazlandı.
12 Eylül, “Kürtçe dil yasağı, Diyarbakır cezaevi işkenceleri” ile geldi.
Peşinden, bölgede sıkıyönetimi, yakılan köyleri, göç baskısını sürükledi.
PKK’nın silahlı mücadelesi de bundan sonra başladı.
85 yılda peş peşe gelen isyanlar ve darbeler, sorunu büyüttükçe büyüttü.
Hangisi sebep, hangisi sonuçtu, isyanlar mı baskıya tepkiydi, baskılar mı isyanlara yol açmıştı; artık önemi yok. Önemli olan şu:
Her isyan daha sert bir baskı, her baskı daha büyük bir isyan getirdi.
Şimdi “son isyan”dan sonra ilk kez Türkiye, sivil bir çözümü konuşuyor.
Kavga dövüş içinde gözden kaçırılmaması gereken bu...
Paket eksik, süreç kötü yönetildi, Meclis’e yanlış günde geldi, doğru; ama bunlar, işin özünü zedelememeli...
Sonunda bulacağımız çözüm, bizi ha bire dibe çeken isyanları da, darbeleri de bitirebilir; ışığa çıkmamızı sağlayabilir.
http://www.milliyet.com.tr/Yazar.