6 Temmuz 2010

DİRENME HAKKI ÜZERİNE-1

DİRENME HAKKINDAN NE ANLAMALIYIZ.

Av. Ali Ersin GÜR

Toplumda yöneten ve yönetilen ayrımının doğmasıyla birlikte, yönetenin veya yönetenlerin haksız ve adaletsiz uygulamalarına karşı ayaklanmalar ve genel anlamda karşı çıkışlar, direnişler ve protestolar geliştirilmiştir.

Henüz adı konulmamış olduğu dönemlerde bile bu hakkın kullanıldığına tanık olmaktayız. Zulme ve haksızlığa karşı direnme hakkının pratik olarak kullanılması, insanlık tarihi kadar eskidir.
Ancak bu hakkın yazılı metinlere girmesi ve tanımlanması çok sonraki bir iştir. Yanı bu hakkın tanımı ve formulasyonu hiçbir yasada veya kitapta yok iken de haksızlığa ve zulme uğrayanlar tarafından pratik olarak bu hak kullanılmıştır. Roma’daki Spartaküs isyanı ile Anadolu’daki Şeyh Bedrettin ayaklanması ve Fransa’daki Paris Komünü bunun en bariz örnekleridir.
Bu tespit kanaatımca çok önemlidir.

Zira günümüzdeki bir çok tartışmaya da ışık tutacak mahiyettedir. Yazının ileri bölümlerinde, anayasa ve yasalarında bu hakkı tanımayan ülkelerde “Direnme Hakkının” kullanılıp kullanılmayacağı konusu tartışılırken bu konu yeniden ve ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Ancak; şimdiden şunu söylemek pek yanlış olmasa gerek: pozitif hukukta yer alsın almasın, direnme hakkı, tüm dünya halkları ve insanlık için vazgeçilmez ve devredilemez bir hak ve görev olarak kabul görmektedir.
Bir haktır, zira her bireyin insanlık onuruna yaraşır ortamda yaşamını sürdürme hakkı vardır.
Aynı zamanda bir görevdir, çünkü kişinin kendisine olduğu kadar, kendisi dışındakilerin haklarına da saygılı olma ve onlara imkanları dahilinde kullanılabilirlik kazandırma görevi vardır.
Oysa ki: susmak onaylamaktır.
Kendisine ve başkasına yapılan bir haksızlığa ve zulme karşı gelmeyen, suskun kalan ve başkaldırmayan kişi, zalime yardımcı olmuş, bu anlamda da insanlık görevini yerine getirmemiş demektir.
Kaldı ki, direnme hakkını kullanma sorumluluğu, sadece o ülkede yaşayan insanlara karşı duyulan bir sorumlulukla da sınırlı değildir. Zira dünyanın herhangi bir yerindeki olumsuz ve haksız uygulamalar, herkes için tehlikedir ve dünyanın başka yerlerinde de örnek alınabilir.
Özellikle dünya ölçeğindeki küreselleşmenin ulaştığı boyut, bu konudaki etkileşimleri daha hızlı ve güçlü kılmaktadır. Olumlu veya olumsuz pek çok uygulamanın, dünyanın her yerinde aynı tarihsel dilimde gerçekleştirilmesi veya gerçekleştirilmeye çalışılması tesadüf değildir. Elbette ki dünya ölçeğindeki bu etkileşim, sadece olumsuzluklar açısından değil, olumlu gelişmeler açısından da geçerlidir. Dünyanın herhangi bir noktasındaki insani kazanım, hızla tüm yeryüzünü az veya çok etkilemektedir. Ancak bu etkileşimin her ülkede, nesnel ve sübjektif koşullara göre farklılık göstereceği muhakkaktır.
Özetle diyebiliriz ki; “direnme hakkının” kullanılabilirliği, içeride iktidarı kullananların keyfi yönetimlerini sınırlarken, diğer yandan haksız yönetimi kendisine örnek alma hevesindeki başka güçleri de frenleme görevi görür.

Süreç içerisinde bu hakkın pratik kullanım biçimi ve kavramsal anlamı doğaldır ki ;değişime uğramıştır. Özellikle ilk dönemlerde bireysel başkaldırı ve bireye veya ona ait “şeylere” yönelme şeklinde kullanılan bu hak, zamanla daha kapsamlı ve kapsayıcı bir hal almıştır. Hakkı kullananlar, kişiler yerine, doğrudan haksız iktidarı veya haksız uygulamalara neden olan kurumları hedef almışlardır. Ayrıca hakkın kullanılmasında bireysel çıkışlar, yerini daha bilinçli ve kitlesel başkaldırıya bırakmıştır.

Bu hakkın kısa bir tanımını yapmak gerekirse; Direnme Hakkı, meşruluğunu yitirmiş iktidarlara karşı son çare olarak ve gerekirse zor kullanmak da dahil her türlü meşru vasıtalarla halkın direnerek o yönetimi değiştirme/devirme hakkı olarak tanımlanabilir. Burada “meşruluk yitimi” kavramının içeriği ve bir iktidarın meşruluğunu yitirdiğine kimin karar vereceği sorunu tabii ki tartışmaya açık ve farklı yorumlanabilecek ucu açık bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira birileri için meşru olmayan yönetimler, bir başkaları açısından farklı saiklerle meşru olarak kabul edilebilir.
Doğaldır ki en azından toplumun bir parçası olan yönetenler ve çevresindekiler ile yönetime yakın olmaları nedeniyle iktidarın bir takım nimmetlerinden yararlananlar için durum böyledir. Bu yüzdendir ki bu sorunun cevabı bağımsız bir bölüm olarak tartışılacak ve bazı kriterler ve kıstaslar ışığında değerlendirmeye tabi tutulacaktır.

Kimi kaynaklarda direnme hakkı,

“Anayasa ve hukuka aykırı tutum ve davranışlarıyla yasallığını yitiren bir iktidara karşı koyma hakkı” olarak (1)

tanımlanmaktadır ki bu noksan ve dar bir tanımlama olmanın ötesinde ciddi yanlışlar da içeren bir değerlendirmedir. Benzer bir değerlendirmenin, Direnme ve Devrim isimli çalışmasında Yavuz ABADAN tarafından da dillendirildiğini görüyoruz. Sayın Abadan’a Göre;

“...O halde çalışmalarımızın başından bu yana söylediklerimi bir yargı olarak Türkiye’ye uygularsak, anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarla meşruluk çizgisi dışına çıkan siyasal iktidarlara ve anayasamızın tam olarak uygulanması için direnme ve devrim yoluna başvurmak anayasamızın kendi gereklerindendir. Böyle bir direnme söz konusu olursa, bunun kuramsal yönü de, gene anayasanın ışığı altında, ekonomik ve toplumsal koşullar gereğince belirecektir...”(2)

İktidarlar, sadece Anayasa ve hukuka aykırılık” kavramlarıyla meşruluğunu yitirmezler. Hatta anayasa ve özellikle pozitif hukuk kurallarının kimi zaman anti-demokratik içerikte oldukları göz önünde bulundurulduğunda, konunun vahameti daha bir anlaşılır olmaktadır. Hatta böylesi durumlarda, yasa ve anayasaya uygun davranışların bizzat kendisi bile meşruluk yitimine neden olabilir. Doğru-dürüst bir yönetimin ilk görevi, anayasa ve yasalardaki anti- demokratik hükümleri ayıklamak ve bunların yerine insanlığın doğasına uygun, onun gelişiminin önünü açıcı yasalar yapmak olmalıdır.
Bu da yetmez, yapılan tüm yasaların, eşitsizlikleri önleyici olması ve özgürlükler lehine yorumlanarak uygulanması da şarttır. Bu nedenlerledir ki “iktidarın meşruluğu” kavramı pek çok etmene ve koşula bağlı bir nitelik arz eder. Ancak belirleyici özelliği ise iktidarın, insan haklarına saygılı çağdaş bir sosyal hukuk devleti olma anlayışını kendisine rehber edinerek halkın büyük çoğunluğunun rızasını almaktır. Bu kriterlere aykırı olarak doğan veya sonradan bu ilkelerden sapan her iktidarın meşruluğu tartışmalıdır. Yani iktidarı zorbalıkla ele geçirenler kadar, meşru yollarla iktidar olmuş ancak sonraki uygulamaları ile haktan ve “hukuktan” sapmış her iktidara karşı yönetilenlerin başkaldırı hakkı vardır. Munci Kapani de bu hakkı;

“...Doktrin çoğunlukla, fertlere baskı ve zulüm karşısında hürriyetlerini korumak için son çare olarak direnme-ki bu gerektiğinde zor ve kuvvet kullanmayı da içine alır-yoluna başvurma hakkını tanımaktadır...” (3)

diyerek bizim yukarıdaki tanımlamamıza paralel bir açıklık getirmektedir. Buradaki yönetim kavramı geniş anlamda kullanılmakta olup, söz konusu olan ulusal yönetim olabileceği gibi, işgalci bir yönetim de olabilir.
Güney Afrika Cumhuriyetindeki “Beyaz Azınlık” hükümetince yürütülen Apartheid politikalarına karşı siyah çoğunluğun Mandella liderliğindeki karşı çıkışı veya Latin Amerike Diktatörlüklerine karşı halkın on yıllarca süren direniş mücadeleleri, birinci guruba örnek olarak verilebilir.
Öte yandan Anadolu halkının 1900’lü yılların başında, işgalci güçlere karşı, Cezayir Halkının Fransızlara, Vietnamlıların keza Fransa ve ABD’ye, Filistinlilerin ise işgalci İsrail Siyonizmine karşı yürüttükleri direniş savaşları aslında bu hakkın işgalci güçlere karşı kullanılmasına birkaç tipik örnektir. Ancak hiçbir koşulda bu hak, insanlara birileri tarafından verilmez. Kişinin, doğuştan insan olarak sahip olduğu bir hak olup, bunu kullanmak isteyip istememesi ise kişinin kendisine bağlıdır.

Ülkemizde, direnme hakkı konusunu inceleyenlerden biri de Doç. Dr. Muammer AKSOY’dır. Sayın Aksoy “”Milletlerin “İsyan ve İhtilal Hakkı”na Dair””başlıklı makalesinde şu düşünceleri dile getirmektedir.

“...Yazımıza son vermeden önce bir gereği daha belirtmek isteriz: Milletleri isyan ve ihtilallere sürükleyen, hukuk ve sosyoloji kitaplarında fikir adamlarının mukavemet (direnme) hakkı hususunda müsbet hükme varmış olmaları değil, muayyen bir cemiyetteki fert guruplarının ve kitlelerin, - mevcut şartlar altında – kendilerini, “bizzat kendi hak duyguları”na göre kuvvete baş vurmağa haklı görmeleridir. Yüz yıllardan beri, hele zamanımızda milletler, artık iktidarda bulunanları, keyfi harekete dahi mezun “kadiri mutlak efendiler” değil, fertlerin hak ve hürriyetlerini kurumak ve menfaatlerini savunmakla vazifeli “hizmetkarlar” telakki etmektedirler. Hakikat ta bundan ibarettir. Eğer milletin sadece kahyası mevkiinde olup meşruiyet ve yetkileri şarta bağlı bulunan iktidarlar, vazife ve mevkilerini unutup, milletin efendisi ve kadiri mutlak olmak hevesine kapılırlarsa, (milletin hakimiyet hakkını ve fertlerin siyasi hürriyetlerini hiçe sayarak, onları adım adım köleleştirmeğe kalkışırlarsa) er geç yuvarlanmağa mahkumdurlar. İktidarların değişmelerinin normal yolu olan hakiki bir seçim ve – hukuk dışı hareketleri önleyecek – hukuk devleti müesseseleri de yok edildiyse, millet iki kötü yoldan birini seçmeye zorlanmış demektir. Ya iç barış adına, ne zaman sona ereceği kestirilmeyen bir kölelik durumuna katlanıp, bir derviş sabır tevekkülü ile her şeyi “zamanınmucizevi şifa kudreti”ne terketmek: yahut “sonu gelmeyen bir dehşet içinde yaşamaktansa, müthiş bir son”u ehveni şer sayıp, - boyunduruğu kıracak bir baş kaldırmanın acılarına katlanarak – hürriyet ve hukuka tekrar kavuşmak!

Onun içindir ki, isyan ve ihtilallerin, toplumun ve bizzat iktidardakilerin bedeninde derin, yaralar açmasına engel olmanın biricik emin çaresi, ”hürriyet ve hukuk yolu”ndan şaşmamaktadır. Ne garip bir tecellidir ki müstebitler tarihten ders çıkaramamakta ve hatta bizzat kendi başlarına gelen yumrukları bile, faydalı surette değerlendirememektedirler: Hürriyetsizlik ve müsamahasızlıktan bunalan aydınlar, ilgisizlikten hayat sıkıntısı içinde kıvranan halk tabakaları, kalplerinin ve midelerinin dayanılmaz sesine uyarak en tabii bazı davranışlarda bulundukça, müstebitler biraz daha haşinleşmek, biraz daha insafsızlaşmak gibi feci bir gaflet yoluna sapmaktadırlar

Böyle bir ters tutumun sonunda nereye götüreceği hususunda ise şüphe edilemez: Bir küheylanın sırtındaki süvari, dizginleri durmadan çeker ve ona serbestçe baş oynatma imkanı bırakmazsa, asil bir atın yapacağı, dizginleri zorlamaktır. Süvari o gafil süvari, buna karşı dizginleri durmadan biraz daha ve biraz daha çekmeye devam ederse atın şaha kalkıp sırtındakini baş aşağı yuvarlaması mukadderdir. Müstebitlerde, çok kere aynen böyle hareket ederek, halkın ve aydınların haklı tepkisi karşısında hak ve hürriyet yoluna dönecek yerde, tarafsızları ve muhalefeti susturmak, gazetecileri hapishanelerde çürütmek, gazeteleri kapatmak, kendi partisi içinde bile tenkidi boğmak gibi felaket tohumlarına baş vurmaktadırlar...” (4)

Sayın AKSOY’dan yapmış olduğumuz bu uzun alıntı konuyu çok açık bir şekilde özetlemektedir. Aslolan bu hakkın kullanılmasını gerektirecek koşullara sebep olmamaktır. Yanı iktidarın, kendi kendisini sınırlayarak yönetilenlere karşı zülüm ve haksızlık yoluna başvurmaması gerekir. Aynı zamanda, toplumsal muhalefetin ve aydınların yada farklı düşünenlerin sesine de kulak kapatmamak gerekir. Sürekli şiddet ve teröre başvurarak iktidarda kalmak mümkün değildir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Demek ki bir ülkede yönetilenlerin iktidara karşı ayaklanmasını önleyecek asıl faktör, iktidarın zor ve baskı kullanması değil, onun adil, demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi bir anlayışla ülkeyi yönetmesidir. Yasaları ve anayasalarını bu mantıkla hazırlayıp, uygulamaları da bu yönden geliştirmeleri gerekir. Yanı hem hukuk sistemi demokratik ve insan haklarına saygılı bir içerikte olmalı, hem de konulmuş olan bu kurallara yönetimin mutlaka uyması gerekir. Kendi kendisini sınırlamayan ve koymuş olduğu kurala kendisi uymayan yönetimin, başkasından bu kurallara uymasını beklemesi ham hayal olur.

İsviçre Ansiklopedisinde yer alan ve ünlü kamu hukukçusu Werner Kaegi tarafından kaleme alınmış olan demokrasi konusundaki makalede direnme hakkı konusunda şu görüşlere yer verilmiştir.

“Ana hak ve hürriyetlerin olmadığı yerde demokrasi yoktur. Hürriyet hakları teminat altına alınmış serbest bir muhalefetin bulunmadığı yerde, demokrasinin dejenere olup mutlakiyete inkılap etmesi tehlikesi daima mevcuttur. Demokrasi, ancak anayasaya riayet edilen ve hukuk devleti prensiplerinin gerçekleştirildiği bir yerde devamlı olarak emniyet altında bulunabilir. Hukuka aykırı, zalim bir iktidara karşı mukavemet hakkı, demokrasinin temellerinden birini teşkil eder.” (5)

Burada direnme hakkının, demokrasinin bir güvencesi olarak değerlendirilmesi bizce de doğru bir değerlendirmedir. Ancak hukuk devleti kavramının içeriğinin iyi doldurulması ve doğru tanımlanması gerektiği inancındayız. Bize göre, hukuk da diğer tüm toplumsal müesseseler gibi insanlığa hizmet ettiği oranda değer kazanır. Bu yüzdendir ki konulan her kurala uymak, bir iktidarı ve yönetimi hukuk devleti olarak tanımlamaya yetmez. Yönetenlerin, konulmuş olan kurallara uyması önemlidir ancak bu kuralların, insan haklarına saygılı, temel hak ve özgürlükleri koruyan ve emekten yana bir öze sahip olması da oldukça önemlidir. İşte ancak bu iki koşulun birlikte varlığı halinde bir ülkede hukuk devletinden bahsedebiliriz. Böylesi bir sistemi geliştirmek ise o ülkede yaşayan tüm kesimlerin görevidir. Böylesine büyük ve önemli bir görevi ne tek başına yönetimin ve ne de yönetilenlerin yerine getirmesi mümkün değildir.
Toplumu oluşturan bireyler ne kadar bilinçli olur, temel hak ve özgürlüklere sahip çıkarsa, yöneten ve yönetilenler arasındaki karşılıklı etkileşim ve birlikte iş yapma kabiliyeti ne kadar güçlü olursa bu hususta ideala yaklaşmaları da o kadar güçlü olur.

Bununla birlikte yine de , bir ülkede huzur, refah ve düzenin sağlanmasında asıl görev iktidara düşmektedir. Bu durum elbette ki yönetilenleri bir takım sorumluluk ve yükümlülüklerden kurtarmaz. İktidarın, yönetilenlere karşı kendi kendisini sınırlayarak adil, demokratik, insan haklarına saygılı ve eşitlikçi davranmasına karşılık, yönetilenlerin de mevcut iktidarı sürekli denetleyerek ve tespit ettiği yanlış, sapma ve haksızlıklara karşı onu uyarma görev ve sorumluluğu vardır. Yönetilenler bu görevlerini değişik araç ve yöntemlerle değişik biçimlerde yerine getirebilir. Demokratik toplumlarda bu durum karşılıklı diyalog ve toplumsal yaşama demokratik katılım yolu ile sağlanmaktadır.

Aslında burada iktidar kısmen de olsa paylaşılarak yaygınlaşmaktadır. Dilekçe hakkının engelsiz kullanılması ve talebin reddi halinde uyamazlığın yargı organları önüne götürülmesi şeklindeki kontrol ve uyarılar da önemli ve yaygın bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca halkın sesine kulak vermek, zaman zaman önemli konularda referandum ve halk oylaması yapmak genel eğilimin belirlenmesi ve demokratik tartışma ile demokratik katılım açısından önemlidir. Bunun sağlanamadığı noktada ise demokratik tepkisel eylemler gündeme gelir. Miting, basın açıklaması, radyo ve televizyon programları, panel, form, boykut, ilan, vb. Ve bütün bu yollardan sonuç alınmadığı taktirde, tabiiki direnme hakkının kullanılması veya devrimci itaatsizlik ülkenin gündeminde ilk sırayı işgal edecektir.

İktidarın, farklı seslere kulak vermesi, onları da karar alma sürecine katması ve kararın alınmasında onların düşüncelerinin de karara yedirilmesi anlamına gelir. Yoksa herkesi dinleyip sonuçta bildiğini okuyan bir iktidarın, samimiyetsizliği, toplumun gözünden kaçmayacaktır. Böylesi bir durum, yönetime karşı toplumda güvensizlik yaratacağından, hem ilişkilerin yozlaşarak bozulmasına ve hem de eğer varsa diyalog yolunun kapanmasına neden olur. Bu durum ise kolayca çözülebilecek pek çok sorunun büyümesine ve çözümün güçleşmesine yol açar.

Demokratik katılım, elbette ki taraflara sorumluluklar da yükler. En önemlisi de ortak kararın hayata geçirilmesindeki sorumluluktur. Böylece yük sadece yönetenlerin omuzlarına binmez, tüm toplumsal güçler tarafından paylaşılmış olur. Demek ki karar alma sürecindeki ortaklık, kararın yaşama geçirilmesi aşamasında da devam eder. Nasıl ki tabana danışılmadan, tepede alınan kararları topluma mal etmek zor ve yanlış bir yöntem ise, karar alma sürecine katılan tabanın, uygulama aşamasında kenara çekilerek yönetimi yalnız bırakması da bir o kadar yanlıştır.

Demokratik katılım ve diyalog yolu ile sorunların çözümü, toplumsal enerjinin ülkedeki olumlu gelişim ve dönüşüm için seferber edileceği için hem toplumsal refahın, adaletin, eşitliğin ve özgürlüğün gelişimine katkı sunar hem de toplumsal enerjinin birikerek patlamalara yol açmasının ve toplumsal alt-üst oluşların önüne geçilmiş olur. Zira böylesi bir yönetim anlayışı ile idare edilen ülkelerde, yöneten-yönetilen ayırımı da hızla aşınmaya uğrayacaktır ki bu oldukça olumlu ve önemli bir gelişmedir. Yanı tam da istenilen sonuçtur. Toplumsal adaletsizliklerin ve eşitsizliklerin varolmadığı toplumlarda, direnme hakkının ve devrimci itaatsizliğin kullanılmasının objektif koşulları da olmayacaktır. Böylesi bir durumda, olsa olsa sivil itaatsizlik eylemlerine rastlanabilir, hepsi o kadar. Ancak ne yazık ki günümüz dünyasında, bizim anladığımız ve savunduğumuz anlamda bir demokratik katılım örneği sunan ülke henüz yoktur.
Olsa olsa ilk nüvelerine rastlanabilir.

Av. Ali Ersin GÜR


Hiç yorum yok: