Ali Ersin Gür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ali Ersin Gür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ekim 2010

BİZ KİMİZ? NE YAPMAK İSTİYORUZ


BİZ KİMİZ? NE YAPMAK İSTİYORUZ

Biz, verili duruma itirazı olanlar, zulme, haksızlığa, baskıya ve sömürüye karşı başkaldıranlarız. Emekçiyiz, emekliyiz, kadınız, kürdüz, aleviyiz, çingeneyiz, köylüyüz, işsiziz, sokakta yaşıyanlarız…Biz, vicdan sahibi sıradan insanlarız…Sorunların çözümünü devrim sonrasına ertelemeyip, yarını bugünden kurmak için çaba sarfedenleriz…Yöneten-yönetilen ayırımını reddederek, kendi yaşamımız hakkında karar verme hakkımızı hiç kimseye devretmeyenleriz. Biz, sıradan olan günlük yaşamı dönüştürmeyi hedefleyen devrimcileriz…Şeyh Bedrettin’iz, Pir Sultan’ız, Deniz, Mahir, İbrahim’iz… Türkiyeliyiz, Ortadoğuluyuz, Dünyalıyız…

Başka bir dünyanın mümkün olduğunun ve bunun bugünkü koşullarda adının sosyalizm olduğunun bilincinde olan hayalperestleriz. Bir yandan ütopyamızın peşinde koşarken, bugünü yaşamayı da ihmal etmeyenleriz. Kısacası biz, halkız…

NE YAPMAK İSTİYORUZ?

İnsanı ezen, aşağılayan, sömüren ve nesneleştiren sisteme karşı, insan onuruna yaraşır bir yaşam biçimini kurmaya çalışıyoruz.

Bunu başarmak için güç olmak gerektiğinin bilincinde olarak nicel ve nitel olarak kendimizi geliştirmeye ve büyütmeye çabalıyoruz. Kendimizle birlikte her şeyi değiştirip dönüştürmenin peşindeyiz.

Daha adil, eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir ülke ile dünya yaratmak istiyoruz. Bunun için de bizimle aynı yöne bakan herkesle omuz omuza ve dayanışma içinde olmak, birlikte üretip, birlikte tüketmek istiyoruz. Herkesin yetenekleri oranında üretime katıldığı ve ihtiyacı kadarını tükettiği bir dünyadır tasarladığımız…

NASIL YAPACAĞIZ?

Hayatın provası olmadığı gibi hazır bir reçetesi de yoktur. 20.yüzyılda soğuk savaş koşullarında edindiğimiz teorinin bugünü açıklamaya yetmediği ortadadır. Bugün için yeni bir yol açmak zorundayız. Zapatist lider Marcos ile yapılan bir röportajda “…Bizim kendimize göre bir tarzımız var; önce pratiği yapıyoruz, sonra teori geliyor…” demişti. Öyle görünüyor ki bizim de bugün yapmamız gereken tam da budur.

Yürüyerek öğreneceğiz. Yürürken de hem birbirimize ve hem de bizim gibi sistemin mağdurları olanlara sorarak ve söylenenleri dinleyerek ilerleyeceğiz.

Mevcut olan Türkiye solunun, yaşamdan ve halktan kopukluğu nedeniyle üzerine düşen görevleri yerine getirmesi mümkün olmadığı gibi bunca parçalı haliyle bünyesinde ciddi zaaflar da barındırmaktadırlar. Varolan yapıları bir araya toplayarak etkin, yaygın ve kitlesel bir sol oluşum yaratmak mümkün değildir. Geçmişte ve yakın zamanda bu uğurda atılan adımların başarısızlıklarına tanık olduk. Öyleyse bizim başka bir şey yapmamız, Ortak Metinlerimizde dile getirilen değerler üzerine oturmuş yeni bir sol hareket inşa etmemiz gerekmektedir. Soldaki asıl yeniliğin ise pratiğimiz ve aramızdaki dostane ilişkiler alanında olacağını düşünüyorum


Av.Ali Ersin GÜR

21.10.2010

23 Temmuz 2010

"REFERANDUM" NEDEN BOYKOT EDİLMELİ


"REFERANDUM" NEDEN BOYKOT EDİLMELİ..!


EvcioğluHaber-
Anayasa değişikliği ilie ilgili; aşağıda okuyacağınız, sadece bir Evet yada Hayır seçeneği değildir.. Aynı zamanda, evrensel hukukta yer alan ve bizim anayasamaızda da yer alarak bu ülkede yaşayan her yurtdaş için vazgeçilmez bir hak olan Yurttaşlık hakkını içine alan bir Anayasa için olması gerekli İnsan hakları anlatımıdır. Ya gerçekten bir hak vardır, veya varmış gibi olmaz..! Yoktur...
Sn; Av. Ali Ersin Gür ve Özgür Martin tarafından kaleme alınan ve neden evet yada hayır diyeceğiz; yada katılmayarak boykot edeceğiz..

İşte bu yazıda ...

23.07.2010


NEDEN BOYKOT?

Halen yürürlükte olan 82 Anayasası, gerek hazırlanışı ve halk oyuna sunuluşu, gerekse de içerik ve üslubuyla daha ilk günden itibaren devrimci, demokrat ve yurtseverlerin eleştirilerine maruz kalmıştır. 82 Anayasasını eleştiren güçlerin, zayıf, cılız ve dağınıklığı nedeniyle ne yazık ki ülkemiz 28 yıldır bu darbe anayasası ile yönetilmekte ve hukuk sistemimiz de doğal olarak buna göre biçimlendirilmektedir.

Darbe anayasası 28 yılda 16 kez değişikliğe uğramış olsa de darbeci ruhunu muhafaza etmeye devam etmektedir. Son zamanlarda toplumun büyük çoğunluğunca; mevcut anayasa yerine yeni bir sivil ve demokratik anayasa hazırlanması talebi dillendirilmekte ve bunun için toplumsal baskı yükselme eğilimindeyken, AKP hükümeti bir manevra ile mevcut anayasada kısmi değişiklikler yapma yoluna gitmiştir.

Değişikliğin hazırlanışındaki antidemokratik yöntemi bir kenara bırakırsak; AKP bu manevrasıyla bir taşla iki kuş birden vurmayı planlamaktadır.

Birincisi, toplumun yeni bir sivil ve demokratik anayasa talebini zayıflatarak ertelemek ve darbe anayasasının ömrünü biraz daha uzatarak halk karşıtı saltanatlarına devam etmek.

İkincisi ise AKP Hükümeti bu değişiklikleri yaparken öylesine kurnazca ve sinsi davranmıştır ki yarattığı illüzyonik atmosferle kendi iktidarını pekiştirme amaçlı düzenlemeleri bile halk yararınaymış gibi göstermeyi becermiş ve bir çok “aydın ve solcu” insanımız tuzağa düşerek bu oyuna gelmişlerdir.

A-USULE İLİŞKİN İTİRAZLARIMIZ:

1-Öncelikle şunu belirtelim ki AKP Hükümeti, bu anayasa değişikliği paketini hazırlarken; Meclisteki çoğunluğuna güvenerek kendi dışındaki siyasi partiler, üniversiteler, yerel yönetimler, sendika ve dernekler vs. gibi kurumların düşüncelerine başvurmayı aklından bile geçirmemiştir. Böylece AKP Hükümeti kendi anayasa paketini hazırlamış ve parmak çoğunluğuyla da meclisten geçirmiştir.

2-Anayasada yer almasına gerek olmadan da devletin görevleri arasında olan birtakım hususların (çocukların, yaşlıların, özörlülerin vs. korunması gibi) göz boyamak amaçlı olarak pakette yer almasının hiçbir pratik yararı yoktur.

3-Daha önce uluslar arası sözleşmeler ve AİHM kararları gereğince zaten hukukumuza girmiş ve epey zamandır fiilen uygulanmakta olan kimi hususların Anayasa Paketinde yer alması da yeni bir kazanımmış gibi gösterilerek halk aldatılmaya çalışılmaktadır. Uyarı ve kınama cezalarına karşı yargı yoluna gidilmesi gibi vs.

4-Toplumun asıl ihtiyaç duyduğu şey, darbe anayasasını yamalayarak ömrünü uzatmak değil; tamamen yeni, insan haklarına saygılı, eşitlikçi, özgürlükçü, sivil ve demokratik bir anayasa hazırlamaktır. AKP Hükümeti halkın bu haklı talebini “külleme” yoluna gitmiştir.

B-ESASE İLİŞKİN İTİRAZLARIMIZ

1-Bize göre doğru olanı, darbe anayasası yerine yukarıda da belirttiğimiz gibi tamamen yeni bir sivil ve demokratik anayasa hazırlama olmalıdır. Şayet kısmi değişiklikler yapılacaksa öncelikle ilk günden beri toplumun büyük bir kesiminin itirazlarına maruz kalan maddelerin kaldırılması veya değiştirilmesi gerekir. Örneğin 1982 Anayasası ile oluşturulan bazı kurumların YÖK, (m.131) MGK (m.118), Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (m.159), Din eğitiminin zorunlu olması (m.24), Diyanet işleri Başkanlığı m.(136) vs. gibi maddelerin kaldırılması ve bu kurumların feshi gerekirken bunlara dokunulmamıştır. Bu durumun demokratik bir hukuk devleti anlayışına ters düştüğü inancındayız.

Öte yandan yasa ile düzenlenmesi gereken kimi hususların anayasa ile düzenlenmesi de doğru bir yöntem değildir. Ör. Yakalama ve tutuklama sebepleri, gözaltı süreleri (m.19), süreli ve süresiz yayının toplatılması (m.28), sporun geliştirilmesi (m.59), mal bildirimi (m.71) gibi. Bu maddelerin de tamamen kaldırılması gerekirken bunlara da dokunulmamıştır.

2-Bir hukuk devletinde idarenin her türlü işleminin yargı denetimine tabi olması gerekirken, ufak makyajlarla konu geçiştirilmiştir. Örneğin HSYK ve YAŞ kararlarının tamamına karşı yargı yoluna gitme yolu açılmamıştır.

3-Askeri yargı –genel yargı ikilemi varlığını sürdürmektedir. Oysaki tüm vatandaşların yasa önünde eşit olduğunu savunuyorsak askeri yargı-sivil yargı ikilemine son vererek herkesin aynı koşullarda normal mahkemelerde yargılanmalarının önü açılması gerekirken bu da yapılmamıştır.

4-Her ikisi de darbe ürünü olan HSYK ile Anayasa Mahkemesi’ni kaldırmak yerine üye sayısında artışa gitme yolu ile bu kurumları “demokratikleştirdikleri” aldatmacasını halka yutturmaya çalışmaktadırlar.

5-AKP Hükümeti, YÖK’te sağladığı hakimiyetinin benzerini yargı üzerinde de kurmaya çalışarak kendi iktidarını pekiştirmeye çalışmaktadır. YÖK vasıtasıyla, 31 oy alan kişi yerine, kendisinden başka sadece 1 kişinin oyunu alan bir zatı muhteremi üniversiteye rektör olarak atadıklarını hepimiz biliyoruz. Bu zihniyetin benzer uygulamaları hukuk alanında da yaşama geçirdiğini düşünebiliyor musunuz?

6-Darbe sonrası koşullarda hazırlanmış olan 12 Eylül Anayasasının en önemli özelliklerinden biri de güçler ayrılığının yürütme lehine bozulacak şekilde düzenlemesidir. AKP Hükümeti bu son anayasa değişikliği paketi ile bu olumsuz durumu daha da ağırlaştırmaktadır.

7-Türkiye koşullarına daha uygun olan “Anayasal vatandaşlık” yerine ulus temelli vatandaşlık muhafaza edilerek somut verili durum ve bazı gerçekler yok sa

C-NEDEN BOYKOT?

Bugün egemen bloğun kendi içinde ikiye bölünerek aralarında bir iktidar kavgasına giriştiklerini politik öngörü ve sezişe sahip herkes tarafından görülmektedir.
Bu bloğun bir kanadını “ılımlı İslam” diğer kanadını ise “Ergenekon” oluşturmaktadır. Mevcut anayasa paketi, bu iki güç arasında devam etmekte olan rekabettin ürünüdür. Bu rekabette hangi taraf baskın gelirse gelsin her iki durumda da sosyalistler ve emekçiler ile yoksul halk yığınları her halükarda kaybeden olacaktır.

Böylesi bir durumda sosyalistler, emekçiler ve yoksul halk kesimleri bu taraflardan birisinin peşine takılmak yerine, kendi seçeneğini oluşturmalı ve kendisine “yeni bir yol” açmalıdır. Bu yüzden de ılımlı islama da ergenekona da hayır deyip kendi talebini dillendirmelidir.

Darbe ürünü 82 Anayasasına karşı AKP değişikliğine “evet” diyerek ılımlı islamla birlikte yürümek ne kadar yanlışsa, bu değişikliği reddederek “hayır” deyip 82 anayasasını savunup Ergenekoncuların safında yer almak da bir o kadar yanlıştır.
Doğru tavır, egemen bloğun her iki kanadını reddederek “boykot” seçeneği ile birlikte bu süreci YENİ VE SİVİL BİR ANAYASA TALEBİ için kampanyaya dönüştürmek olmalıdır.

Özgür MARTİN-İZMİR........................... Av.Ali Ersin GÜR-ANKARA


11 Temmuz 2010

DİRENME HAKKININ ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERDE VE ANAYASALARDA YERALMASI SÜRECİ

DİRENME HAKKININ ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERDE VE ANAYASALARDA YERALMASI SÜRECİ
Av. Ali Ersin GÜR


Herhangi bir yerde haksızlık yapılıyorsa; her yerde adalet tehlikede demektir.”
Martin Luther King

(Bermıngham Cezaevi’nden Mektup 1963)

Yazının önceki bölümlerinde kısaca özetlemeye çalıştığımız direnme hakkının ilk defa resmen kabul edilerek açıklanması, 4 temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ile gerçekleşmiştir.
Thomas Jefferson önderliğinde yazılmış olan bu bildiri, yukarıda direnme hakkı konusundaki düşüncelerini aktardığımız ünlü İngiliz filozof John Locke’nin
“Hükümet Üzerine İki Deneme” adlı kitabından esinlenerek hazırlandığı bilinmektedir.
Buna göre;

“Hükümetler, bireylerin yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişmek gibi doğal ve devredilmez haklarını sağlamak için kurulmuştur; eğer bir yönetim, bu kuruluş amacını yıkıcı bir yön tutacak olursa, halk onu değiştirmek ve devirmek hakkına sahiptir.”

Daha sonra aynı prensip, bağımsızlığını yeni elde eden konfederasyon üyesi Amerikan devletleri tarafından anayasalarına ve kuruluş bildirilerine konulmuştur.

Bununla birlikte direnme hakkının en geniş ve en net şekilde düzenlenmiş halini Fransız İhtilalinin metinlerinde görüyoruz. 1789 İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi 2.maddesinde;

“Her siyasal topluluğun amacı, insanın tabii ve zamanaşımıyla kaybolmaz haklarının korunmasıdır. Bu haklar, hürriyet, güvenlik ve zulme karşı direnmedir.”

Diyerek, direnme hakkının tabii ve zamanaşımına uğramaz bir hak olduğunu savunmaktadır. Yine bu ihtilalın bir ürünü olan 1793 Haklar Bildirisi’nin dili çok daha açık ve net olduğu kadar, bir o kadar da keskindir. Bu bildiride;

“ Herhangi bir kimseye karşı, kanunun tespit ettiği durum ve şekiller haricinde ika edilen her türlü fiil, keyfi ve müstebitçe demektir. Kendisine karşı şiddet kullanılarak böyle bir fiil ika edilmek istenen kimsenin, bu fiili kuvvet kullanarak önlemeye hakkı vardır.” Denildikten sonra 35.maddede “Hükümet, halkın haklarını çiğnediği zaman, isyan etmek, halkın her sınıfı için hakların en kutsalı ve ödevlerin en gereklisidir.” Demektedir. 34.maddede; “Toplumun tek bir üyesine zülüm yapıldığı zaman, bütün topluma zülüm yapılmış demektir. Topluma zülüm yapıldığı zaman da, onun her üyesine zülüm yapılmış sayılır.” der. Ve 27. maddede ise müstebitlerin katlini emretmektedir. “Hükümranlığı gasp eden her fert, hür insanlar tarafından derhal öldürülmelidir.”

Denilebilir ki, direnme hakkını en açık ve en net şekilde formüle eden resmi metin bu bildiridir. Bundan sonra da pek çok bildiride ve anayasada yer alsa da konuya ilişkin düzenlemeler, çoğunlukla daha muğlak ve üstü kapalı bir üslup kullanılması yoluna gidilmiştir.

İkinci Dünya Savaşından sonra, dünyayı cehenneme çevirmiş olan faşizmin zulmüne karşı direnme hakkı yeniden güncellik kazanmış ve bir kısım anayasalarla uluslar arası sözleşmelerde bu hak savunulmuştur. 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisi hazırlanırken, Küba delegasyonu tarafından verilen bir önergede, direnme hakkının insan hakları listesine eklenmesi savunulmuş ancak karşı görüşteki diğer delegeler tarafından bu görüşün kabulü engellenmiştir. Bunun üzerine direnme hakkı, bildirinin başlangıç metninde;

“İnsanın zülüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunması temel bir zorunluluk olduğuna göre...” şeklinde yer almıştır.

2.Dünya Savaşından sonra hazırlanan pek çok anayasada direnme hakkına yer verildiğini yukarıda belirtmiştik Bunlardan 19 Nisan 1946 tarihli Fransa Anayasa tasarısı , 1793 bildirisine paralel bir düzenleme getirmiş ise de yapılan referandumda halk tarafından reddedildiği için yürürlüğe girmemiştir. Halen yürürlükte olan 1958 Fransız Anayasası, temel haklar bakımında 1789 Bildirisine gönderme yaparak da olsa direnme hakkını kabul etmiştir.

1961 Anayasamızın başlangıç metninde de:

“ Anaysa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti...” diyerek bu hakkın varlığı kabul edilmiştir.

Direnme hakkını tanıyan anayasalardan biri de Meksika anayasasıdır. Bu anayasanın 39.maddesinde:

“Ulusal egemenlik, aslında ve temel olarak ulusundur. Tüm siyasi güç halktan kaynaklanmaktadır ve amacı halka hizmet etmektir. İnsanların, tüm zamanlar boyunca, hükümetlerini değiştirme veya değişiklik yapmak gibi vazgeçilmez hakları olmuştur. “

Meksika anayasasındaki bu düzenlemeye rağmen, ülke uzun süre askeri veya yarı askeri yönetimlerce idare edilmiş ve özellikle ülkedeki yerlilere pek de insan onuruna yaraşır bir yaşam biçimi sağlandığı söylenemez. Bu duruma başkaldıran yerli halkın Zabatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) önderliğinde başlattığı hareket günümüzde devam etmektedir. (10)

1946 tarihli Hesse Anayasasının 146 ve 147 maddeleri ile Alman Anayasasının 20. maddelerinde de direnme hakkı düzenlenmiş bulunmaktadır.

Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası’nın 20. maddesi, devletin şekli ile birlikte direnme hakkını da düzenlemektedir. Buna göre;

(1).“Federal Almanya Cumhuriyeti demokratik ve sosyal bir federal devlettir

(2).Devletin dayandığı tüm güç halktır. Bu güç ise halk tarafından seçim ve oylamalarla ve yasanın belirli organları ile yürütme ve yargı tarafından belirlenir.

(3).Yasama anayasal düzene, yürütme ve yargı ise yasalara ve hukuka bağlıdır.

(4).Bu düzeni yıkmaya kalkışan herkese karşı, başka araçlar mümkün değilse, tüm Almanların direnme hakkı vardır.

Son şıkkın Seifert ve Hömig’e göre yorumu şöyle;

“...bu maddenin son şıkkı, üst şıklarda (1-3) belirlenmiş anayasal düzeni yıkmak teşebbüsünde bulunanalara karşı bir direniş hakkını veriyor ki eğer başka araçların kullanılması (veya onların yardımı), mümkün değilse bu düzenlemenin amacına ulaşacağı özellikle son yıllardaki devrimlere bakılırsa problemlidir. Bu direniş hakkı, 116. maddede atfedilen tüm Almanlara öngörülmüştür. Direniş hakkını kullanmak değil sadece vatandaşların, tüm kamu çalışanların ve memurların da hakkıdır. (Tartışmalı) Haklı olarak direnişe kalkmanın şartı anayasal düzeni bir bütün olarak yıkılması teşebbüsünün var olması, başka bir terimle gözle görülür bir darbenin başlamasıdır. Kamu düzeninin zarar görmesi sınırlı anayasal zedelemeler bunun için yeterli değildir. “Teşebbüsünde bulunma” terimi, darbeye başlamış olmayı beraberinde getiriyor. Buna karşın sadece hazırlık eylemleri direniş için yeterli değildir. Darbe gerek yukarıdan, devlet tarafından, gerekse toplumsal güçler tarafından olsun işbu 4. şık uygulanır. Direnme, bireysel veya kolektif olabileceği gibi aktif ve pasif olabilir. Ve kaba kuvvete baş vurarak da olabilir. Anayasa, işbu direniş hakkının kullanımına karşın herhangi bir sınırlama getirmemiş, ancak o aşırı olmamalı...”

“...Direnme hakkının son şartı, başvurulacak başka imkanların olmayışı ve devlet güçlerinden anayasal düzeni bozmak isteyenlere karşı ciddi bir direnmenin beklenmesi. Direnme hakkı şartlarının objektif olarak var olması gerekiyor, onların sadece soyut olarak var olması yetmiyor. Direnme hakkı şartları objektif olarak mevcut ise kanunlara karşı olan savunma direnişi meşru olur. Direnme hakkı, temel haklar benzeri bir haktır...”(11)

Yukarıdaki iki paragraflık alıntı, Alman anayasasının 20. maddesindeki direnme hakkından ne anlaşılması gerektiği konusunu gayet açık bir şekilde ifade etmektedir. Elbette ki “zor oyunu bozar.” diye bir söz vardır. Pratik yaşam her zaman ve hatta çoğu zaman kitaplardaki yaşama denk düşmez. Fakat yine de böylesi bir düzenleme, anayasal düzen lehine, şer güçleri üzerinde ciddi bir önleyici etki yaratır.

Av.Ali Ersin GÜR

6 Temmuz 2010

DİRENME HAKKI ÜZERİNE (2)‏

DİRENME HAKKININ TARİHSEL GELİŞİMİ

Av. Ali Ersin GÜR

“…İnsanın istibdat ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için...” (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, başlangıç, 10.12.1948)


Direnme hakkının pratikte kullanılması, yöneten ve yönetilen ayırımının doğuşu ile başlamış olmasına rağmen, bu hakkın teorik olarak dillendirilmesi pek de o kadar eski değildir.
Buna rağmen insanlık tarihi, zulme ve haksızlıklara karşı zengin direnme hareketleriyle doludur. Zamanla toplumsal ve bireysel bilincin gelişmesiyle birlikte, maddi yaşamın dayattığı direnme gerçeği, bir hak olarak tanımlanmış ve genel kabul görmüştür. Bugün ise bir hak olduğu kadar aynı zamanda bir görev olarak da kabul edilmektedir.

Direnme hakkı kavramının bilinen ilk kullanımı, Ortaçağ Hıristiyan felsefecileri tarafından gerçekleştirilmiştir. Bundan önce, Eski Yunan ve Roma dönemlerinde böyle bir tanımlamaya rastlanmaz. Ancak Ciceron, De Officiis isimli yapıtında zalimlerin öldürülmesine hak verir.
Direnme hakkının ortaya atılması ve savunulması, Ortaçağda Kilise ile Krallar arasındaki iktidar mücadelesinin başladığı döneme tekabül eder. Kilise bu dönemde kendisini meşrulaştırmak ve Krallarla tutuştuğu mücadelede güç kazanarak zaferle çıkmak için

“zalim hükümdara karşı direnme hakkını bir silah olarak kullanmıştır. İlk olarak İngiltere’de onikinci yüzyılda, John of Salisbury tarafından zalimlerin katlinin teorik anlamda tartışıldığı ve bunun meşruluğunun savunulduğu görülür. Daha sonraki yüzyıllarda ...Jean Petit, Boucher ve Mariana gibi katolik yazarlar tarafından da bu konu işlenmiştir.”(6)

Ancak bu dönemde direnme hakkından anlaşılan, zalimin öldürülmesinden başka bir şey değildir. Yine de direnme hakkının bugünkü anlamına ulaşmasında bu çabaların rolü önemlidir.

Modern anlamda direnme hakkı konusunda sistematik biçimde fikir geliştiren ve temelini atan kişi Thomas Aquinas’tır. Direnme hakkını kabul eden Thomas Aquinas, zalimlerin öldürülmesine karşıdır. Ancak, zorbalıkla iktidarı ele geçirenlere veya meşru yollarla iktidar olup daha sonra zulüm yoluna sapanlara karşı, halkın ayaklanarak onu devirme hakkı vardır.
23 ağustos 1572 tarihinde Fransa’daki Saint-Barthelemy kıyımında bir gecede binlerce protestanın boğazlanarak öldürülmesi üzerine, protestan yazar ve düşünürler zulme karşı her türlü araç ve yöntemle karşı çıkılmasını haklı gösteren kitaplar ve yazılar yayınlamışlardır.
Kilise ile Krallar arasındaki savaşın son bulmasıyla birlikte direnme hakkının savunulması da popülaritesini yitirmiş ve hatta bir kenarda unutulmuş olduğunu görüyoruz. Ta ki On yedinci yüzyılda mutlak hükümdarlarla halk arasındaki mücadele söz konusu oluncaya kadar. Yanı feodalizm ile burjuvazinin iktidar mücadelesi başlayıncaya kadar.
Tarihte hep böyle olmuştur. Ne zaman ki eskinin bağrında yeni güçler gelişip iktidara ortak olmak ve hatta tek başına onun yerine iktidar olmak istemişse, kendi meşruluğunu topluma kabul ettirebilmek ve kurulu düzeni alaşağı edebilmek için direnme hakkına sarılmışlardır. Yeni sınıfın temsilcileri, gerek halkı yanlarına çekerek güç biriktirmek ve gerekse mevcut iktidarı zayıf düşürmek için buna ihtiyaç duymuşlardır. Sorun bir biçimiyle meşruluk tartışmasını da içermektedir. Bir yandan kurulu olana karşı, yönetilenlerin tepkileri maddi bir harekete dönüştürülerek iktidarın el değiştirmesi sağlanırken, diğer yandan da iktidara talip olan yeni güçler, kendi iktidarlarının meşruluğunun yolunu açmış olurlar. Bunun içindir ki bir taraftan eski ile yeni arasında yaşamın her alanında çatışmalar sürerken, diğer yandan, yeninin ideologları da direnme hakkının teorisini oluşturup kuramsallaştırmışlardır.

Doğaldır ki iktidar mücadelesi veren her toplumsal güç, kendi doğrularını topluma kabul ettirebilmek için, kendi ideolojisini geliştirir. Zira iktidar olma kavgası, bugünden yarına başarıya ulaşacak bir çaba olmadığı gibi, sadece alt yapıdaki gelişmeler ve hakimiyet de tek başına yeterli olmaz. Bunun yanında üst yapı kurumlarında da hakimiyeti gerekli kılar. İşte tam da bu noktada yeni gücün, yeni bir ideolojik yaklaşıma ihtiyacı olacaktır. Gelişmekte olan yeni güç, hukuk sistemini, eğitimini, ibadet kurumlarını vs. kendi anlayışına uygun olarak yeniden düzenlemek zorundadır. Aslında bu işleri, hiçbir şekilde iktidarı ele geçirmeden sonraya bırakmaz. Aksine, eskinin bağrında ve eski kurumların yanı başında bu yeni alternatif kurumlar oluşturulur. Bu kurumlar, iktidarın ele geçirilmesinde büyük hizmetler gördüğü gibi, bir kez iktidar elde edildikten sonra da yeni iktidarın ayakta kalmasını ve devamını sağlar.

Burjuvazi ile feodalizm arasındaki iktidar mücadelesinde, direnme hakkını burjuvazi adına formüle edip savunan kişilerden biri de John Locke’dir. Locke, halkın direnme hakkını “Toplum Sözleşmesine” dayandırmaktadır. Locke’ye göre, siyasal iktidarın görevi:

“fertlerin tabiat halinde sahip oldukları ve sözleşme hükümlerine göre kendilerine alıkoydukları hakların ve hürriyetlerin korunmasıdır. Siyasal iktidarı kullanan (kral veya kanun koyucu) toplum sözleşmesinin bu temel hükmüne saygı göstermezse, kendisine tanınan yetki sınırlarını aşmış ve sözleşmeyi bozmuş olur. O zaman halkın da ona itaat etmek zorunluluğu ortadan kalkar. Bu duruma iktidar tarafından itaate zorlanmak istenirse, buna karşı direnmek halkın en tabii hakkıdır. (7)

Locke’den sonra da pek çok hukukçu ve sosyolog, direnme hakkını savunmakla beraber aralarında farklı yaklaşımlar da söz konusu olmuştur. Başta Duguit olmak üzere bir kısım hukukçu (François Geny, Georges Burdeau vs), direnme hakkını, hukukun ve adaletin teminatı olarak görürken, Jeze, Duez, Barthelemy, Waline ve benzeri hukukçular, genel anlamda bu hakkın varlığını kabul etmekle birlikte, direnme hakkının hukuki planda ele alınıp pozitif hukukta formüle edilemeyeceğini ve zulme karşı direnmenin hukuki değil siyasi bir olgu olduğunu savunmuşlardır.

Birinci gurupta yer alan “..Duguit’ye göre, idare edenlerin objektif hukuka aykırı olan karar ve emirlerine uymamakla, hatta gerekirse ayaklanarak baskı yoluna sapan iktidarı devirmekle fertler tamamen hukuka uygun ve meşru bir davranışta bulunmuş olur: zira bu davranış, meşruluğunu yitirmiş ve kaba kuvvet haline dönüşmüş bir iktidarı iş başından uzaklaştırmak ve hukuku yeniden üstün kılmak amacına yönelmiştir....
Geny de zulme karşı direnmenin makul bir surette anlaşılması ve amacına uygun, ölçülü olarak kullanılması halinde adaletin ve hukukun en büyük teminatını teşkil ettiğini söylemiştir...” (8)

Bu değerlendirmelere bakılırsa, her iki hukukçu da direnme hakkını bir anlamda toplumun zalimlere ve meşruluğunu yitirmiş olan iktidara karşı, bir nevi meşru müdafaası olarak kabul etmekte ve savunmaktadır. Ancak müdafaada bulunanların da amaca uygun ve ölçülü davranması gerektiğini savunmaktadırlar.

İkinci gurupta yer alanlardan Gaston Jeze, Kamu Hukuku Devletlerarası Enstitüsü’nün 1928 tarihli oturumuna sunduğu “Ferdi Hürriyetler” başlıklı tebliğinde şu görüşlere yer vermektedir;

“...Şiddete müracaat keyfiyeti, bir anayasaya derc edilebilecek hukuki bir vasıta değildir. Bu tamamen siyasi bir iş, milli amme kuvvetiyle fertlerin hususi kuvveti arasında, harbin bütün ihtimal ve tehlikelerini arz eden bir iç savaş halidir. Bir iç savaşı ise tanzim etmemek lazımdır. Ferdi hürriyetleri vaki tecavüzlere kuvvet kullanarak mukavemet, mahz bir vakıa’dır. Eğer zulme mukavemet muvaffak olursa, bu bir ihtilal demektir. Şayet muvaffak olamazsa, bu, failleri hakkında şiddetli cezaları mucip bir ayaklanmadan ibaret kalır. Hiçe sayılan ferdi hürriyetlerin korunması için bir iç savaş yoluna müracaat eden fertlere karşı, anayasada veya diğer kanunlarda, bu hareketlerinin meşru olduğuna dair bir hüküm bulunmamalıdır. Bittabii bu sözlerimiz, fertlerin, elleri ayakları bağlı olarak amme iktidarının keyfine teslim edilmeleri gerekir, demek değildir. Sadece , şiddete ve ihtilale müracaatın, muvafık bir hukuki korunma vasıtası olmadığını söylüyoruz.(9)

Burada dikkat edilmesi gereken husus, yazar tarafından direnme hakkı reddedilmiyor. Savunulan şey sadece bu hakkın varlığının veya tanınmasının anayasalarda ve yasalarda yer almaması gerektiğidir. Zira bu hakkın yasal veya anayasal güvence altına alınması, iktidarın kendi kendisini reddetmesi anlamına gelir ki bu kabul edilemez. Hakkın kullanılıp kullanılmaması sorunu, tamamen siyasi bir sorundur. Elbette ki koşulları varsa, biz yasal olarak bu hakkı tanısak da tanımasak da toplum tarafından kullanılacaktır.

Aslında bu görüşün de kendisine göre doğru yanları vardır. Elbette ki bu hakkı kullanma koşullarının mevcudiyeti halinde, hiç kimse yasaların bu hakkı kendisine tanıyıp tanımadığına bakmaz. Anayasalarında bu hakkı vatandaşlarına tanıyan ülkeler bile koydukları ceza hükümleri ve diğer yasalarla hakkın kullanımını zaten yasaklamaktadırlar.

Ancak tüm bunlara rağmen, direnme hakkının anayasalarda yer alması, yöneten ve yönetilenler üzerinde yönetilenler lehine olumlu psikolojik etkiler yaratır ve iktidarın keyfi davranışlarını sınırlayıcı bir rol oynar.

Bugün de direnme hakkı, doktrinde genel kabul gören ve dünyanın her yerinde zulme ve haksızlıklara karşı başkaldıran tüm toplumsal sınıf ve tabakalarca teorik düzeyde savunulup, pratikte yaşama geçirilmeye çalışılan bir hak olarak gündemimizi işgal etmeye devam etmektedir. Ortadoğuda Filistin Halkının varolma mücadelesi, Meksika’da Zabatistalar bunun en bariz örnekleridir.

Av.Ali Ersin GÜR


DİRENME HAKKI ÜZERİNE-1

DİRENME HAKKINDAN NE ANLAMALIYIZ.

Av. Ali Ersin GÜR

Toplumda yöneten ve yönetilen ayrımının doğmasıyla birlikte, yönetenin veya yönetenlerin haksız ve adaletsiz uygulamalarına karşı ayaklanmalar ve genel anlamda karşı çıkışlar, direnişler ve protestolar geliştirilmiştir.

Henüz adı konulmamış olduğu dönemlerde bile bu hakkın kullanıldığına tanık olmaktayız. Zulme ve haksızlığa karşı direnme hakkının pratik olarak kullanılması, insanlık tarihi kadar eskidir.
Ancak bu hakkın yazılı metinlere girmesi ve tanımlanması çok sonraki bir iştir. Yanı bu hakkın tanımı ve formulasyonu hiçbir yasada veya kitapta yok iken de haksızlığa ve zulme uğrayanlar tarafından pratik olarak bu hak kullanılmıştır. Roma’daki Spartaküs isyanı ile Anadolu’daki Şeyh Bedrettin ayaklanması ve Fransa’daki Paris Komünü bunun en bariz örnekleridir.
Bu tespit kanaatımca çok önemlidir.

Zira günümüzdeki bir çok tartışmaya da ışık tutacak mahiyettedir. Yazının ileri bölümlerinde, anayasa ve yasalarında bu hakkı tanımayan ülkelerde “Direnme Hakkının” kullanılıp kullanılmayacağı konusu tartışılırken bu konu yeniden ve ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Ancak; şimdiden şunu söylemek pek yanlış olmasa gerek: pozitif hukukta yer alsın almasın, direnme hakkı, tüm dünya halkları ve insanlık için vazgeçilmez ve devredilemez bir hak ve görev olarak kabul görmektedir.
Bir haktır, zira her bireyin insanlık onuruna yaraşır ortamda yaşamını sürdürme hakkı vardır.
Aynı zamanda bir görevdir, çünkü kişinin kendisine olduğu kadar, kendisi dışındakilerin haklarına da saygılı olma ve onlara imkanları dahilinde kullanılabilirlik kazandırma görevi vardır.
Oysa ki: susmak onaylamaktır.
Kendisine ve başkasına yapılan bir haksızlığa ve zulme karşı gelmeyen, suskun kalan ve başkaldırmayan kişi, zalime yardımcı olmuş, bu anlamda da insanlık görevini yerine getirmemiş demektir.
Kaldı ki, direnme hakkını kullanma sorumluluğu, sadece o ülkede yaşayan insanlara karşı duyulan bir sorumlulukla da sınırlı değildir. Zira dünyanın herhangi bir yerindeki olumsuz ve haksız uygulamalar, herkes için tehlikedir ve dünyanın başka yerlerinde de örnek alınabilir.
Özellikle dünya ölçeğindeki küreselleşmenin ulaştığı boyut, bu konudaki etkileşimleri daha hızlı ve güçlü kılmaktadır. Olumlu veya olumsuz pek çok uygulamanın, dünyanın her yerinde aynı tarihsel dilimde gerçekleştirilmesi veya gerçekleştirilmeye çalışılması tesadüf değildir. Elbette ki dünya ölçeğindeki bu etkileşim, sadece olumsuzluklar açısından değil, olumlu gelişmeler açısından da geçerlidir. Dünyanın herhangi bir noktasındaki insani kazanım, hızla tüm yeryüzünü az veya çok etkilemektedir. Ancak bu etkileşimin her ülkede, nesnel ve sübjektif koşullara göre farklılık göstereceği muhakkaktır.
Özetle diyebiliriz ki; “direnme hakkının” kullanılabilirliği, içeride iktidarı kullananların keyfi yönetimlerini sınırlarken, diğer yandan haksız yönetimi kendisine örnek alma hevesindeki başka güçleri de frenleme görevi görür.

Süreç içerisinde bu hakkın pratik kullanım biçimi ve kavramsal anlamı doğaldır ki ;değişime uğramıştır. Özellikle ilk dönemlerde bireysel başkaldırı ve bireye veya ona ait “şeylere” yönelme şeklinde kullanılan bu hak, zamanla daha kapsamlı ve kapsayıcı bir hal almıştır. Hakkı kullananlar, kişiler yerine, doğrudan haksız iktidarı veya haksız uygulamalara neden olan kurumları hedef almışlardır. Ayrıca hakkın kullanılmasında bireysel çıkışlar, yerini daha bilinçli ve kitlesel başkaldırıya bırakmıştır.

Bu hakkın kısa bir tanımını yapmak gerekirse; Direnme Hakkı, meşruluğunu yitirmiş iktidarlara karşı son çare olarak ve gerekirse zor kullanmak da dahil her türlü meşru vasıtalarla halkın direnerek o yönetimi değiştirme/devirme hakkı olarak tanımlanabilir. Burada “meşruluk yitimi” kavramının içeriği ve bir iktidarın meşruluğunu yitirdiğine kimin karar vereceği sorunu tabii ki tartışmaya açık ve farklı yorumlanabilecek ucu açık bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira birileri için meşru olmayan yönetimler, bir başkaları açısından farklı saiklerle meşru olarak kabul edilebilir.
Doğaldır ki en azından toplumun bir parçası olan yönetenler ve çevresindekiler ile yönetime yakın olmaları nedeniyle iktidarın bir takım nimmetlerinden yararlananlar için durum böyledir. Bu yüzdendir ki bu sorunun cevabı bağımsız bir bölüm olarak tartışılacak ve bazı kriterler ve kıstaslar ışığında değerlendirmeye tabi tutulacaktır.

Kimi kaynaklarda direnme hakkı,

“Anayasa ve hukuka aykırı tutum ve davranışlarıyla yasallığını yitiren bir iktidara karşı koyma hakkı” olarak (1)

tanımlanmaktadır ki bu noksan ve dar bir tanımlama olmanın ötesinde ciddi yanlışlar da içeren bir değerlendirmedir. Benzer bir değerlendirmenin, Direnme ve Devrim isimli çalışmasında Yavuz ABADAN tarafından da dillendirildiğini görüyoruz. Sayın Abadan’a Göre;

“...O halde çalışmalarımızın başından bu yana söylediklerimi bir yargı olarak Türkiye’ye uygularsak, anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarla meşruluk çizgisi dışına çıkan siyasal iktidarlara ve anayasamızın tam olarak uygulanması için direnme ve devrim yoluna başvurmak anayasamızın kendi gereklerindendir. Böyle bir direnme söz konusu olursa, bunun kuramsal yönü de, gene anayasanın ışığı altında, ekonomik ve toplumsal koşullar gereğince belirecektir...”(2)

İktidarlar, sadece Anayasa ve hukuka aykırılık” kavramlarıyla meşruluğunu yitirmezler. Hatta anayasa ve özellikle pozitif hukuk kurallarının kimi zaman anti-demokratik içerikte oldukları göz önünde bulundurulduğunda, konunun vahameti daha bir anlaşılır olmaktadır. Hatta böylesi durumlarda, yasa ve anayasaya uygun davranışların bizzat kendisi bile meşruluk yitimine neden olabilir. Doğru-dürüst bir yönetimin ilk görevi, anayasa ve yasalardaki anti- demokratik hükümleri ayıklamak ve bunların yerine insanlığın doğasına uygun, onun gelişiminin önünü açıcı yasalar yapmak olmalıdır.
Bu da yetmez, yapılan tüm yasaların, eşitsizlikleri önleyici olması ve özgürlükler lehine yorumlanarak uygulanması da şarttır. Bu nedenlerledir ki “iktidarın meşruluğu” kavramı pek çok etmene ve koşula bağlı bir nitelik arz eder. Ancak belirleyici özelliği ise iktidarın, insan haklarına saygılı çağdaş bir sosyal hukuk devleti olma anlayışını kendisine rehber edinerek halkın büyük çoğunluğunun rızasını almaktır. Bu kriterlere aykırı olarak doğan veya sonradan bu ilkelerden sapan her iktidarın meşruluğu tartışmalıdır. Yani iktidarı zorbalıkla ele geçirenler kadar, meşru yollarla iktidar olmuş ancak sonraki uygulamaları ile haktan ve “hukuktan” sapmış her iktidara karşı yönetilenlerin başkaldırı hakkı vardır. Munci Kapani de bu hakkı;

“...Doktrin çoğunlukla, fertlere baskı ve zulüm karşısında hürriyetlerini korumak için son çare olarak direnme-ki bu gerektiğinde zor ve kuvvet kullanmayı da içine alır-yoluna başvurma hakkını tanımaktadır...” (3)

diyerek bizim yukarıdaki tanımlamamıza paralel bir açıklık getirmektedir. Buradaki yönetim kavramı geniş anlamda kullanılmakta olup, söz konusu olan ulusal yönetim olabileceği gibi, işgalci bir yönetim de olabilir.
Güney Afrika Cumhuriyetindeki “Beyaz Azınlık” hükümetince yürütülen Apartheid politikalarına karşı siyah çoğunluğun Mandella liderliğindeki karşı çıkışı veya Latin Amerike Diktatörlüklerine karşı halkın on yıllarca süren direniş mücadeleleri, birinci guruba örnek olarak verilebilir.
Öte yandan Anadolu halkının 1900’lü yılların başında, işgalci güçlere karşı, Cezayir Halkının Fransızlara, Vietnamlıların keza Fransa ve ABD’ye, Filistinlilerin ise işgalci İsrail Siyonizmine karşı yürüttükleri direniş savaşları aslında bu hakkın işgalci güçlere karşı kullanılmasına birkaç tipik örnektir. Ancak hiçbir koşulda bu hak, insanlara birileri tarafından verilmez. Kişinin, doğuştan insan olarak sahip olduğu bir hak olup, bunu kullanmak isteyip istememesi ise kişinin kendisine bağlıdır.

Ülkemizde, direnme hakkı konusunu inceleyenlerden biri de Doç. Dr. Muammer AKSOY’dır. Sayın Aksoy “”Milletlerin “İsyan ve İhtilal Hakkı”na Dair””başlıklı makalesinde şu düşünceleri dile getirmektedir.

“...Yazımıza son vermeden önce bir gereği daha belirtmek isteriz: Milletleri isyan ve ihtilallere sürükleyen, hukuk ve sosyoloji kitaplarında fikir adamlarının mukavemet (direnme) hakkı hususunda müsbet hükme varmış olmaları değil, muayyen bir cemiyetteki fert guruplarının ve kitlelerin, - mevcut şartlar altında – kendilerini, “bizzat kendi hak duyguları”na göre kuvvete baş vurmağa haklı görmeleridir. Yüz yıllardan beri, hele zamanımızda milletler, artık iktidarda bulunanları, keyfi harekete dahi mezun “kadiri mutlak efendiler” değil, fertlerin hak ve hürriyetlerini kurumak ve menfaatlerini savunmakla vazifeli “hizmetkarlar” telakki etmektedirler. Hakikat ta bundan ibarettir. Eğer milletin sadece kahyası mevkiinde olup meşruiyet ve yetkileri şarta bağlı bulunan iktidarlar, vazife ve mevkilerini unutup, milletin efendisi ve kadiri mutlak olmak hevesine kapılırlarsa, (milletin hakimiyet hakkını ve fertlerin siyasi hürriyetlerini hiçe sayarak, onları adım adım köleleştirmeğe kalkışırlarsa) er geç yuvarlanmağa mahkumdurlar. İktidarların değişmelerinin normal yolu olan hakiki bir seçim ve – hukuk dışı hareketleri önleyecek – hukuk devleti müesseseleri de yok edildiyse, millet iki kötü yoldan birini seçmeye zorlanmış demektir. Ya iç barış adına, ne zaman sona ereceği kestirilmeyen bir kölelik durumuna katlanıp, bir derviş sabır tevekkülü ile her şeyi “zamanınmucizevi şifa kudreti”ne terketmek: yahut “sonu gelmeyen bir dehşet içinde yaşamaktansa, müthiş bir son”u ehveni şer sayıp, - boyunduruğu kıracak bir baş kaldırmanın acılarına katlanarak – hürriyet ve hukuka tekrar kavuşmak!

Onun içindir ki, isyan ve ihtilallerin, toplumun ve bizzat iktidardakilerin bedeninde derin, yaralar açmasına engel olmanın biricik emin çaresi, ”hürriyet ve hukuk yolu”ndan şaşmamaktadır. Ne garip bir tecellidir ki müstebitler tarihten ders çıkaramamakta ve hatta bizzat kendi başlarına gelen yumrukları bile, faydalı surette değerlendirememektedirler: Hürriyetsizlik ve müsamahasızlıktan bunalan aydınlar, ilgisizlikten hayat sıkıntısı içinde kıvranan halk tabakaları, kalplerinin ve midelerinin dayanılmaz sesine uyarak en tabii bazı davranışlarda bulundukça, müstebitler biraz daha haşinleşmek, biraz daha insafsızlaşmak gibi feci bir gaflet yoluna sapmaktadırlar

Böyle bir ters tutumun sonunda nereye götüreceği hususunda ise şüphe edilemez: Bir küheylanın sırtındaki süvari, dizginleri durmadan çeker ve ona serbestçe baş oynatma imkanı bırakmazsa, asil bir atın yapacağı, dizginleri zorlamaktır. Süvari o gafil süvari, buna karşı dizginleri durmadan biraz daha ve biraz daha çekmeye devam ederse atın şaha kalkıp sırtındakini baş aşağı yuvarlaması mukadderdir. Müstebitlerde, çok kere aynen böyle hareket ederek, halkın ve aydınların haklı tepkisi karşısında hak ve hürriyet yoluna dönecek yerde, tarafsızları ve muhalefeti susturmak, gazetecileri hapishanelerde çürütmek, gazeteleri kapatmak, kendi partisi içinde bile tenkidi boğmak gibi felaket tohumlarına baş vurmaktadırlar...” (4)

Sayın AKSOY’dan yapmış olduğumuz bu uzun alıntı konuyu çok açık bir şekilde özetlemektedir. Aslolan bu hakkın kullanılmasını gerektirecek koşullara sebep olmamaktır. Yanı iktidarın, kendi kendisini sınırlayarak yönetilenlere karşı zülüm ve haksızlık yoluna başvurmaması gerekir. Aynı zamanda, toplumsal muhalefetin ve aydınların yada farklı düşünenlerin sesine de kulak kapatmamak gerekir. Sürekli şiddet ve teröre başvurarak iktidarda kalmak mümkün değildir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Demek ki bir ülkede yönetilenlerin iktidara karşı ayaklanmasını önleyecek asıl faktör, iktidarın zor ve baskı kullanması değil, onun adil, demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi bir anlayışla ülkeyi yönetmesidir. Yasaları ve anayasalarını bu mantıkla hazırlayıp, uygulamaları da bu yönden geliştirmeleri gerekir. Yanı hem hukuk sistemi demokratik ve insan haklarına saygılı bir içerikte olmalı, hem de konulmuş olan bu kurallara yönetimin mutlaka uyması gerekir. Kendi kendisini sınırlamayan ve koymuş olduğu kurala kendisi uymayan yönetimin, başkasından bu kurallara uymasını beklemesi ham hayal olur.

İsviçre Ansiklopedisinde yer alan ve ünlü kamu hukukçusu Werner Kaegi tarafından kaleme alınmış olan demokrasi konusundaki makalede direnme hakkı konusunda şu görüşlere yer verilmiştir.

“Ana hak ve hürriyetlerin olmadığı yerde demokrasi yoktur. Hürriyet hakları teminat altına alınmış serbest bir muhalefetin bulunmadığı yerde, demokrasinin dejenere olup mutlakiyete inkılap etmesi tehlikesi daima mevcuttur. Demokrasi, ancak anayasaya riayet edilen ve hukuk devleti prensiplerinin gerçekleştirildiği bir yerde devamlı olarak emniyet altında bulunabilir. Hukuka aykırı, zalim bir iktidara karşı mukavemet hakkı, demokrasinin temellerinden birini teşkil eder.” (5)

Burada direnme hakkının, demokrasinin bir güvencesi olarak değerlendirilmesi bizce de doğru bir değerlendirmedir. Ancak hukuk devleti kavramının içeriğinin iyi doldurulması ve doğru tanımlanması gerektiği inancındayız. Bize göre, hukuk da diğer tüm toplumsal müesseseler gibi insanlığa hizmet ettiği oranda değer kazanır. Bu yüzdendir ki konulan her kurala uymak, bir iktidarı ve yönetimi hukuk devleti olarak tanımlamaya yetmez. Yönetenlerin, konulmuş olan kurallara uyması önemlidir ancak bu kuralların, insan haklarına saygılı, temel hak ve özgürlükleri koruyan ve emekten yana bir öze sahip olması da oldukça önemlidir. İşte ancak bu iki koşulun birlikte varlığı halinde bir ülkede hukuk devletinden bahsedebiliriz. Böylesi bir sistemi geliştirmek ise o ülkede yaşayan tüm kesimlerin görevidir. Böylesine büyük ve önemli bir görevi ne tek başına yönetimin ve ne de yönetilenlerin yerine getirmesi mümkün değildir.
Toplumu oluşturan bireyler ne kadar bilinçli olur, temel hak ve özgürlüklere sahip çıkarsa, yöneten ve yönetilenler arasındaki karşılıklı etkileşim ve birlikte iş yapma kabiliyeti ne kadar güçlü olursa bu hususta ideala yaklaşmaları da o kadar güçlü olur.

Bununla birlikte yine de , bir ülkede huzur, refah ve düzenin sağlanmasında asıl görev iktidara düşmektedir. Bu durum elbette ki yönetilenleri bir takım sorumluluk ve yükümlülüklerden kurtarmaz. İktidarın, yönetilenlere karşı kendi kendisini sınırlayarak adil, demokratik, insan haklarına saygılı ve eşitlikçi davranmasına karşılık, yönetilenlerin de mevcut iktidarı sürekli denetleyerek ve tespit ettiği yanlış, sapma ve haksızlıklara karşı onu uyarma görev ve sorumluluğu vardır. Yönetilenler bu görevlerini değişik araç ve yöntemlerle değişik biçimlerde yerine getirebilir. Demokratik toplumlarda bu durum karşılıklı diyalog ve toplumsal yaşama demokratik katılım yolu ile sağlanmaktadır.

Aslında burada iktidar kısmen de olsa paylaşılarak yaygınlaşmaktadır. Dilekçe hakkının engelsiz kullanılması ve talebin reddi halinde uyamazlığın yargı organları önüne götürülmesi şeklindeki kontrol ve uyarılar da önemli ve yaygın bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca halkın sesine kulak vermek, zaman zaman önemli konularda referandum ve halk oylaması yapmak genel eğilimin belirlenmesi ve demokratik tartışma ile demokratik katılım açısından önemlidir. Bunun sağlanamadığı noktada ise demokratik tepkisel eylemler gündeme gelir. Miting, basın açıklaması, radyo ve televizyon programları, panel, form, boykut, ilan, vb. Ve bütün bu yollardan sonuç alınmadığı taktirde, tabiiki direnme hakkının kullanılması veya devrimci itaatsizlik ülkenin gündeminde ilk sırayı işgal edecektir.

İktidarın, farklı seslere kulak vermesi, onları da karar alma sürecine katması ve kararın alınmasında onların düşüncelerinin de karara yedirilmesi anlamına gelir. Yoksa herkesi dinleyip sonuçta bildiğini okuyan bir iktidarın, samimiyetsizliği, toplumun gözünden kaçmayacaktır. Böylesi bir durum, yönetime karşı toplumda güvensizlik yaratacağından, hem ilişkilerin yozlaşarak bozulmasına ve hem de eğer varsa diyalog yolunun kapanmasına neden olur. Bu durum ise kolayca çözülebilecek pek çok sorunun büyümesine ve çözümün güçleşmesine yol açar.

Demokratik katılım, elbette ki taraflara sorumluluklar da yükler. En önemlisi de ortak kararın hayata geçirilmesindeki sorumluluktur. Böylece yük sadece yönetenlerin omuzlarına binmez, tüm toplumsal güçler tarafından paylaşılmış olur. Demek ki karar alma sürecindeki ortaklık, kararın yaşama geçirilmesi aşamasında da devam eder. Nasıl ki tabana danışılmadan, tepede alınan kararları topluma mal etmek zor ve yanlış bir yöntem ise, karar alma sürecine katılan tabanın, uygulama aşamasında kenara çekilerek yönetimi yalnız bırakması da bir o kadar yanlıştır.

Demokratik katılım ve diyalog yolu ile sorunların çözümü, toplumsal enerjinin ülkedeki olumlu gelişim ve dönüşüm için seferber edileceği için hem toplumsal refahın, adaletin, eşitliğin ve özgürlüğün gelişimine katkı sunar hem de toplumsal enerjinin birikerek patlamalara yol açmasının ve toplumsal alt-üst oluşların önüne geçilmiş olur. Zira böylesi bir yönetim anlayışı ile idare edilen ülkelerde, yöneten-yönetilen ayırımı da hızla aşınmaya uğrayacaktır ki bu oldukça olumlu ve önemli bir gelişmedir. Yanı tam da istenilen sonuçtur. Toplumsal adaletsizliklerin ve eşitsizliklerin varolmadığı toplumlarda, direnme hakkının ve devrimci itaatsizliğin kullanılmasının objektif koşulları da olmayacaktır. Böylesi bir durumda, olsa olsa sivil itaatsizlik eylemlerine rastlanabilir, hepsi o kadar. Ancak ne yazık ki günümüz dünyasında, bizim anladığımız ve savunduğumuz anlamda bir demokratik katılım örneği sunan ülke henüz yoktur.
Olsa olsa ilk nüvelerine rastlanabilir.

Av. Ali Ersin GÜR


22 Nisan 2010

TÜBİTAK'TA İŞTEN ATILAN EMEKÇİYE DESTEK BASIN AÇIKLAMASI‏


TÜBİTAK'TA İŞTEN ATILAN EMEKÇİYE DESTEK BASIN AÇIKLAMASI‏









22.04.2010-perşembe

Bu gün, Aynur Çamalan'ın emekçi dostları yanında idi..

Ankara-Tekel direnişine destek için, 4 Şubat’ta yapılan eyleme katıldığı için işten çıkarılan Aynur Çamalan; 08.03.2010 tarihinden itibaren başlayarak oturma eylemi başlatmıştı..

Bu gün; Sürdürülen eylemin 46 günüdür..

Bu günkü basın açıklamasının duydurusunu yapan ve destek eylemine de katılan, Sn: Av. Ali Ersin Gür' den edinilen bilgide;
"Tek başına TUBİTAK önündeki direnişini sürdürmekte olan Sn;
TÜBİTAK çalışanı Aynur Çamalan'a destek için bugün saat 12:30’da basın açıklaması yapıldı. Yapılan basın açıklamasına yaklaşık 70 kişi katıldı. Katılarak destek sunan tüm arkadaşlara bu özverilerinden ötürü çok teşekkür ediyoruz..
Şimdi, 30 Nisan 2010 tarihinde Ankara 13. İş Mahkemesi’nde görülecek olan“ , "iş akdi feshinin iptali davasında” Emekçi arkadaşımızı yalnız bırakmayarak, yanında olduğumuzu bir kez daha göstermemiz gereklidir. Desteğimizi, bu haksız idari işlem ortadan kalkıncıya kadar sürdürmemiz gerekmektedir.. "Haklılık, bilinç ve inatla birleşince mutlaka kazanacaktır." diyen Av. Ali Ersin Gür dostumuza bizde çok teşekür ediyoruz. Emekten ve özgürlükten yana olanların birlikte mücadele etmelerinden başka bir seçeneği olmadına inanıyor, mücadelenizin daim olması dileği ile..

Haber: Evcioğlu

******//////********

1)-TÜBİTAK'TA İŞTEN ATILAN EMEKÇİYE DESTEK BASIN AÇIKLAMASI‏NDAN FOTOĞRAFLAR

2)-TÜBİTAK ÖNÜNDE EYLEM VE BASIN AÇIKLAMASI duyuru


20 Nisan 2010

TÜBİTAK ÖNÜNDE BASIN AÇIKLAMASINA ÇAĞRI

TÜBİTAK ÖNÜNDE BASIN AÇIKLAMASINA ÇAĞRI

http://www.gercekgundem.com/img/news/tubitak.gif

http://egitimemekcileridernegi.org/img/news/aynur_1gun_destek3.jpg

Ankara-Tekel direnişine destek vermek için 4 Şubat’ta yapılan eyleme katılan TÜBİTAK çalışanı Aynur Çamalan işten çıkarıldı. Çamalan 08.03.2010 tarihinden başlayarak oturma eylemine devam ediyor.

4 Şubat’taki "işe gitmeme" eylemine katılan arkadaşlarından sadece kendisinin işten atıldığını belirten Çamalan, TÜBİTAK Başkan Yardımcısı Ömer Ziya Cebeci imzasıyla mazeretsiz işe gitmemekten dolayı işine son verildiğini söyledi. Kendisi hakkında hiçbir idari soruşturmanın açılmadığını, disiplin kuruluna sevk edilmediğini ve savunması dahi alınmadan işine son verildiğini belirten Çamalan, işe geri alınana dek eylemini sürdüreceğini açıkladı.

TÜBİTAK önünde devam eden oturma eylemi ve 22.04.2010 perşembe günü eyleme destek amacılyla yapılacak basın açıklaması hakkında,

Sn; Av. Ali Ersin Gür'le yapılan görüşmede şunları ifade etti;

"Ankara- TÜBİTAK önünde eylemini devam ettiren Sn; Aynur Çamalan ile bu gün bir görüşmem oldu. Tubitak'ın önünde devam eden direnişini, sürdürmekte kararlı olduğunu bildirdi..

Bu arada Tubitak'ın Gebze biriminde çalışan altı emekçinin daha iş akdi feshedilmiştir.
Aynur, bir yandan haklı direnişini sürdürürken, diğer yandan başkalarınca düzenlenen sosyal etkinliklere ve eylemlere katılarak onlara da destek vermeye çalışmaktadır.
Perşembe günü saat 12:30'da Aynur Çamalan ve diğer altı işçinin ortak basın açıklaması olacaktır. Şu ana kadar Aynur bu basın açıklamasını tek başına örgütlemeye ve duyurmaya çalışmaktadır. Haklı olarak bizlerin de desteğini beklemektedir.
Bu koşullarda:
22 Nisan Perşembe günü saat 12:30'da yapılacak olan basın açıklamasına hem katılmamız ve hem de en geniş katılımı sağlamak için çaba sarfetmemiz gerekmektedir. Bu desteği sağlayabilmem için; Perşembe günü saat 12:00'de (eski) Kızılay Gima önünde toplanıp toplu halde Tubitak'a gideceğiz.. O saatte buluşma yerine yetişemeyen arkadaşlarımızın ise; doğrudan Tubitak önüne gelmelerini bekliyoruz...

Ankara ve Ankara dışındaki arkadaşlardan BASIN İLE İLİŞKİSİ OLAN ARKADAŞLAR, basın açıklamasına muhabir göndermeyi sağlayabilir ve haberin gazetelerde yayımlanmasını sağlarlarsa önemli bir destek sağlamış olurlar." diye sözlerini ifade etmiştir.

Bizde Sn; Av. Ali Ersin Gür'e bu konuya gösterdiği hassasiyetten ötür ve bizileri haberdar ettiği için teşekür ediyor, perşembe günü yapılacak basın açıklamasına site yöneticileri olarak; konunun takipçisi olacağımızı ve her zaman "sorunu görünür kılmak" doğrultusunda desteğimizi sürdüreceğimizi bildirir, toplumun her kesiminden de desteklerini sürdürmelerini önemsiyoruz ve bekliyoruz....


Haber: Evcioğlu

*****/////****

1)-TÜBİTAK'TA İŞTEN ATILAN EMEKÇİYE DESTEK BASIN AÇIKLAMASI‏NDAN FOTOĞRAFLAR

2-TÜBİTAK'TA İŞTEN ATILAN EMEKÇİYE DESTEK BASIN AÇIKLAMASI‏