OLMAYAN SUÇUNU SAYMA
OLMAYAN SUÇUNU SAYMA
"Hastalıklı bir topluma uyum sağlamak, sağlıklı olmanın bir ölçütü değildir."
Günümüzdeki en büyük sorun, sisteme uyum sağlayan kitlelerdir. Örneğin bir bebek doğduğu zaman SEVGİ, ADALET vs. duygularla dünyaya gelir. Fakat seneler içerisinde bu acımasız sistem ona etik davranırsa hayatta kalamayacağı fikrini aşılar. ****************************
EvcioğluHaber- İnternette dolaşırken tesadüfen denk geldiğim ve gerçekten yararlı olduğuna inandığım bilgiler ve kapitalizmin doğayı ve insanı nasıl sömürdüğünün ve çölleştirdiğinin ortaya konduğu ve cözüm önerilerinin de anlatıldığı bir platform ile karşılaştım..
Hem burada izlediğiniz videoyu izledikten ve diğer bazı açıklamaları okuduktan sonra birde; aşağıda link adresi verilen siteyi ziyaret etmenizi istiyorum.. Orada yaşanan tartışmala rıda okuma ve inceleme imkanı bulacaksınız.. Sizlerinde bu tartışmalara olumlu veya olumsuz katkılarınız mutlaka olacaktır..
Ancak; kesinlikle bundan sonra bazı konulara farklı bakmaya başlayacaksınız..! Düşünce pratiği açısından kesinlikle yararlı olacaktır..!
*****************************
Bu gibi yanlış düşüncelerle büyüyen insanoğlu, bu sistemi gerçek olarak kabul eder ve ondan başkasını hayal edemez. Bu grubun amacı tamda burada, Zeitgeist mesajını yayarak, sistemin insanlara gerek medya, gerek eğitim, gerekse diğer propaganda unsurları ile pompalamış olduğu kalıpları kırmasına, özgürleşmesine, gözlerinin açılmasına yardımcı olmak,
Venüs Projesi ile gelecekteki dünyanın nasıl olabileceğini, insanların birbirini ezmeden, birbirleri ile savaşmadan da yaşayabileceğini göstermektir.
"Hastalıklı bir topluma uyum sağlamak, sağlıklı olmanın bir ölçütü değildir."
Diğer taraftan ise emperyalizm hangi kılıkla gelirse gelsin.. Bu bazen ve çoğunrlukta bizim dostumuz olarak gelir.. Bazen bize yardım etmek için gelmiş gibi görünür.. Hangi şekilde gelirse gelsin...! Depremde yardıma bile gelse; organlarımızı çalmak için gelmektedir.. Nerede kar varsa ? orada doğal kaynaklar ve enerji vardır.. Ve orada savaş vardır.. Başka adlarda yaşanan zulümler vardır halkların yaşadığı.. Kendi isteği dışında, sadece o coğrafyada dünyaya geldiği için.. Onca katliam ve kan ve göz yaşı.. Buna engel olmak kolay olmayacak ama; mümkündür..
İlgili sitenin adresi ise şu şekilde; http://www.zeitgeisthareketi.net/jml/belgesel-arsibi.html buradan ulaşabilirsiniz..
EvcioğluHaber
19.07.2010
DİRENME HAKKININ TARİHSEL GELİŞİMİ Av. Ali Ersin GÜR “…İnsanın istibdat ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için...” (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, başlangıç, 10.12.1948) “zalim hükümdara karşı direnme hakkını bir silah olarak kullanmıştır. İlk olarak İngiltere’de onikinci yüzyılda, John of Salisbury tarafından zalimlerin katlinin teorik anlamda tartışıldığı ve bunun meşruluğunun savunulduğu görülür. Daha sonraki yüzyıllarda ...Jean Petit, Boucher ve Mariana gibi katolik yazarlar tarafından da bu konu işlenmiştir.”(6) Ancak bu dönemde direnme hakkından anlaşılan, zalimin öldürülmesinden başka bir şey değildir. Yine de direnme hakkının bugünkü anlamına ulaşmasında bu çabaların rolü önemlidir. Modern anlamda direnme hakkı konusunda sistematik biçimde fikir geliştiren ve temelini atan kişi Thomas Aquinas’tır. Direnme hakkını kabul eden Thomas Aquinas, zalimlerin öldürülmesine karşıdır. Ancak, zorbalıkla iktidarı ele geçirenlere veya meşru yollarla iktidar olup daha sonra zulüm yoluna sapanlara karşı, halkın ayaklanarak onu devirme hakkı vardır. Doğaldır ki iktidar mücadelesi veren her toplumsal güç, kendi doğrularını topluma kabul ettirebilmek için, kendi ideolojisini geliştirir. Zira iktidar olma kavgası, bugünden yarına başarıya ulaşacak bir çaba olmadığı gibi, sadece alt yapıdaki gelişmeler ve hakimiyet de tek başına yeterli olmaz. Bunun yanında üst yapı kurumlarında da hakimiyeti gerekli kılar. İşte tam da bu noktada yeni gücün, yeni bir ideolojik yaklaşıma ihtiyacı olacaktır. Gelişmekte olan yeni güç, hukuk sistemini, eğitimini, ibadet kurumlarını vs. kendi anlayışına uygun olarak yeniden düzenlemek zorundadır. Aslında bu işleri, hiçbir şekilde iktidarı ele geçirmeden sonraya bırakmaz. Aksine, eskinin bağrında ve eski kurumların yanı başında bu yeni alternatif kurumlar oluşturulur. Bu kurumlar, iktidarın ele geçirilmesinde büyük hizmetler gördüğü gibi, bir kez iktidar elde edildikten sonra da yeni iktidarın ayakta kalmasını ve devamını sağlar. Burjuvazi ile feodalizm arasındaki iktidar mücadelesinde, direnme hakkını burjuvazi adına formüle edip savunan kişilerden biri de John Locke’dir. Locke, halkın direnme hakkını “Toplum Sözleşmesine” dayandırmaktadır. Locke’ye göre, siyasal iktidarın görevi: “fertlerin tabiat halinde sahip oldukları ve sözleşme hükümlerine göre kendilerine alıkoydukları hakların ve hürriyetlerin korunmasıdır. Siyasal iktidarı kullanan (kral veya kanun koyucu) toplum sözleşmesinin bu temel hükmüne saygı göstermezse, kendisine tanınan yetki sınırlarını aşmış ve sözleşmeyi bozmuş olur. O zaman halkın da ona itaat etmek zorunluluğu ortadan kalkar. Bu duruma iktidar tarafından itaate zorlanmak istenirse, buna karşı direnmek halkın en tabii hakkıdır. (7) Locke’den sonra da pek çok hukukçu ve sosyolog, direnme hakkını savunmakla beraber aralarında farklı yaklaşımlar da söz konusu olmuştur. Başta Duguit olmak üzere bir kısım hukukçu (François Geny, Georges Burdeau vs), direnme hakkını, hukukun ve adaletin teminatı olarak görürken, Jeze, Duez, Barthelemy, Waline ve benzeri hukukçular, genel anlamda bu hakkın varlığını kabul etmekle birlikte, direnme hakkının hukuki planda ele alınıp pozitif hukukta formüle edilemeyeceğini ve zulme karşı direnmenin hukuki değil siyasi bir olgu olduğunu savunmuşlardır. Birinci gurupta yer alan “..Duguit’ye göre, idare edenlerin objektif hukuka aykırı olan karar ve emirlerine uymamakla, hatta gerekirse ayaklanarak baskı yoluna sapan iktidarı devirmekle fertler tamamen hukuka uygun ve meşru bir davranışta bulunmuş olur: zira bu davranış, meşruluğunu yitirmiş ve kaba kuvvet haline dönüşmüş bir iktidarı iş başından uzaklaştırmak ve hukuku yeniden üstün kılmak amacına yönelmiştir.... Bu değerlendirmelere bakılırsa, her iki hukukçu da direnme hakkını bir anlamda toplumun zalimlere ve meşruluğunu yitirmiş olan iktidara karşı, bir nevi meşru müdafaası olarak kabul etmekte ve savunmaktadır. Ancak müdafaada bulunanların da amaca uygun ve ölçülü davranması gerektiğini savunmaktadırlar. İkinci gurupta yer alanlardan Gaston Jeze, Kamu Hukuku Devletlerarası Enstitüsü’nün 1928 tarihli oturumuna sunduğu “Ferdi Hürriyetler” başlıklı tebliğinde şu görüşlere yer vermektedir; “...Şiddete müracaat keyfiyeti, bir anayasaya derc edilebilecek hukuki bir vasıta değildir. Bu tamamen siyasi bir iş, milli amme kuvvetiyle fertlerin hususi kuvveti arasında, harbin bütün ihtimal ve tehlikelerini arz eden bir iç savaş halidir. Bir iç savaşı ise tanzim etmemek lazımdır. Ferdi hürriyetleri vaki tecavüzlere kuvvet kullanarak mukavemet, mahz bir vakıa’dır. Eğer zulme mukavemet muvaffak olursa, bu bir ihtilal demektir. Şayet muvaffak olamazsa, bu, failleri hakkında şiddetli cezaları mucip bir ayaklanmadan ibaret kalır. Hiçe sayılan ferdi hürriyetlerin korunması için bir iç savaş yoluna müracaat eden fertlere karşı, anayasada veya diğer kanunlarda, bu hareketlerinin meşru olduğuna dair bir hüküm bulunmamalıdır. Bittabii bu sözlerimiz, fertlerin, elleri ayakları bağlı olarak amme iktidarının keyfine teslim edilmeleri gerekir, demek değildir. Sadece , şiddete ve ihtilale müracaatın, muvafık bir hukuki korunma vasıtası olmadığını söylüyoruz.(9) Burada dikkat edilmesi gereken husus, yazar tarafından direnme hakkı reddedilmiyor. Savunulan şey sadece bu hakkın varlığının veya tanınmasının anayasalarda ve yasalarda yer almaması gerektiğidir. Zira bu hakkın yasal veya anayasal güvence altına alınması, iktidarın kendi kendisini reddetmesi anlamına gelir ki bu kabul edilemez. Hakkın kullanılıp kullanılmaması sorunu, tamamen siyasi bir sorundur. Elbette ki koşulları varsa, biz yasal olarak bu hakkı tanısak da tanımasak da toplum tarafından kullanılacaktır. Aslında bu görüşün de kendisine göre doğru yanları vardır. Elbette ki bu hakkı kullanma koşullarının mevcudiyeti halinde, hiç kimse yasaların bu hakkı kendisine tanıyıp tanımadığına bakmaz. Anayasalarında bu hakkı vatandaşlarına tanıyan ülkeler bile koydukları ceza hükümleri ve diğer yasalarla hakkın kullanımını zaten yasaklamaktadırlar. Ancak tüm bunlara rağmen, direnme hakkının anayasalarda yer alması, yöneten ve yönetilenler üzerinde yönetilenler lehine olumlu psikolojik etkiler yaratır ve iktidarın keyfi davranışlarını sınırlayıcı bir rol oynar. Bugün de direnme hakkı, doktrinde genel kabul gören ve dünyanın her yerinde zulme ve haksızlıklara karşı başkaldıran tüm toplumsal sınıf ve tabakalarca teorik düzeyde savunulup, pratikte yaşama geçirilmeye çalışılan bir hak olarak gündemimizi işgal etmeye devam etmektedir. Ortadoğuda Filistin Halkının varolma mücadelesi, Meksika’da Zabatistalar bunun en bariz örnekleridir. Av.Ali Ersin GÜR

Direnme hakkının pratikte kullanılması, yöneten ve yönetilen ayırımının doğuşu ile başlamış olmasına rağmen, bu hakkın teorik olarak dillendirilmesi pek de o kadar eski değildir.
Buna rağmen insanlık tarihi, zulme ve haksızlıklara karşı zengin direnme hareketleriyle doludur. Zamanla toplumsal ve bireysel bilincin gelişmesiyle birlikte, maddi yaşamın dayattığı direnme gerçeği, bir hak olarak tanımlanmış ve genel kabul görmüştür. Bugün ise bir hak olduğu kadar aynı zamanda bir görev olarak da kabul edilmektedir.
Direnme hakkı kavramının bilinen ilk kullanımı, Ortaçağ Hıristiyan felsefecileri tarafından gerçekleştirilmiştir. Bundan önce, Eski Yunan ve Roma dönemlerinde böyle bir tanımlamaya rastlanmaz. Ancak Ciceron, De Officiis isimli yapıtında zalimlerin öldürülmesine hak verir.
Direnme hakkının ortaya atılması ve savunulması, Ortaçağda Kilise ile Krallar arasındaki iktidar mücadelesinin başladığı döneme tekabül eder. Kilise bu dönemde kendisini meşrulaştırmak ve Krallarla tutuştuğu mücadelede güç kazanarak zaferle çıkmak için
23 ağustos 1572 tarihinde Fransa’daki Saint-Barthelemy kıyımında bir gecede binlerce protestanın boğazlanarak öldürülmesi üzerine, protestan yazar ve düşünürler zulme karşı her türlü araç ve yöntemle karşı çıkılmasını haklı gösteren kitaplar ve yazılar yayınlamışlardır.
Kilise ile Krallar arasındaki savaşın son bulmasıyla birlikte direnme hakkının savunulması da popülaritesini yitirmiş ve hatta bir kenarda unutulmuş olduğunu görüyoruz. Ta ki On yedinci yüzyılda mutlak hükümdarlarla halk arasındaki mücadele söz konusu oluncaya kadar. Yanı feodalizm ile burjuvazinin iktidar mücadelesi başlayıncaya kadar.
Tarihte hep böyle olmuştur. Ne zaman ki eskinin bağrında yeni güçler gelişip iktidara ortak olmak ve hatta tek başına onun yerine iktidar olmak istemişse, kendi meşruluğunu topluma kabul ettirebilmek ve kurulu düzeni alaşağı edebilmek için direnme hakkına sarılmışlardır. Yeni sınıfın temsilcileri, gerek halkı yanlarına çekerek güç biriktirmek ve gerekse mevcut iktidarı zayıf düşürmek için buna ihtiyaç duymuşlardır. Sorun bir biçimiyle meşruluk tartışmasını da içermektedir. Bir yandan kurulu olana karşı, yönetilenlerin tepkileri maddi bir harekete dönüştürülerek iktidarın el değiştirmesi sağlanırken, diğer yandan da iktidara talip olan yeni güçler, kendi iktidarlarının meşruluğunun yolunu açmış olurlar. Bunun içindir ki bir taraftan eski ile yeni arasında yaşamın her alanında çatışmalar sürerken, diğer yandan, yeninin ideologları da direnme hakkının teorisini oluşturup kuramsallaştırmışlardır.
Geny de zulme karşı direnmenin makul bir surette anlaşılması ve amacına uygun, ölçülü olarak kullanılması halinde adaletin ve hukukun en büyük teminatını teşkil ettiğini söylemiştir...” (8)
DİRENME HAKKINDAN NE ANLAMALIYIZ. Av. Ali Ersin GÜR Toplumda yöneten ve yönetilen ayrımının doğmasıyla birlikte, yönetenin veya yönetenlerin haksız ve adaletsiz uygulamalarına karşı ayaklanmalar ve genel anlamda karşı çıkışlar, direnişler ve protestolar geliştirilmiştir. Henüz adı konulmamış olduğu dönemlerde bile bu hakkın kullanıldığına tanık olmaktayız. Zulme ve haksızlığa karşı direnme hakkının pratik olarak kullanılması, insanlık tarihi kadar eskidir. Süreç içerisinde bu hakkın pratik kullanım biçimi ve kavramsal anlamı doğaldır ki ;değişime uğramıştır. Özellikle ilk dönemlerde bireysel başkaldırı ve bireye veya ona ait “şeylere” yönelme şeklinde kullanılan bu hak, zamanla daha kapsamlı ve kapsayıcı bir hal almıştır. Hakkı kullananlar, kişiler yerine, doğrudan haksız iktidarı veya haksız uygulamalara neden olan kurumları hedef almışlardır. Ayrıca hakkın kullanılmasında bireysel çıkışlar, yerini daha bilinçli ve kitlesel başkaldırıya bırakmıştır. Bu hakkın kısa bir tanımını yapmak gerekirse; Direnme Hakkı, meşruluğunu yitirmiş iktidarlara karşı son çare olarak ve gerekirse zor kullanmak da dahil her türlü meşru vasıtalarla halkın direnerek o yönetimi değiştirme/devirme hakkı olarak tanımlanabilir. Burada “meşruluk yitimi” kavramının içeriği ve bir iktidarın meşruluğunu yitirdiğine kimin karar vereceği sorunu tabii ki tartışmaya açık ve farklı yorumlanabilecek ucu açık bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira birileri için meşru olmayan yönetimler, bir başkaları açısından farklı saiklerle meşru olarak kabul edilebilir. Kimi kaynaklarda direnme hakkı, “Anayasa ve hukuka aykırı tutum ve davranışlarıyla yasallığını yitiren bir iktidara karşı koyma hakkı” olarak (1) tanımlanmaktadır ki bu noksan ve dar bir tanımlama olmanın ötesinde ciddi yanlışlar da içeren bir değerlendirmedir. Benzer bir değerlendirmenin, Direnme ve Devrim isimli çalışmasında Yavuz ABADAN tarafından da dillendirildiğini görüyoruz. Sayın Abadan’a Göre; “...O halde çalışmalarımızın başından bu yana söylediklerimi bir yargı olarak Türkiye’ye uygularsak, anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarla meşruluk çizgisi dışına çıkan siyasal iktidarlara ve anayasamızın tam olarak uygulanması için direnme ve devrim yoluna başvurmak anayasamızın kendi gereklerindendir. Böyle bir direnme söz konusu olursa, bunun kuramsal yönü de, gene anayasanın ışığı altında, ekonomik ve toplumsal koşullar gereğince belirecektir...”(2) İktidarlar, sadece Anayasa ve hukuka aykırılık” kavramlarıyla meşruluğunu yitirmezler. Hatta anayasa ve özellikle pozitif hukuk kurallarının kimi zaman anti-demokratik içerikte oldukları göz önünde bulundurulduğunda, konunun vahameti daha bir anlaşılır olmaktadır. Hatta böylesi durumlarda, yasa ve anayasaya uygun davranışların bizzat kendisi bile meşruluk yitimine neden olabilir. Doğru-dürüst bir yönetimin ilk görevi, anayasa ve yasalardaki anti- demokratik hükümleri ayıklamak ve bunların yerine insanlığın doğasına uygun, onun gelişiminin önünü açıcı yasalar yapmak olmalıdır. “...Doktrin çoğunlukla, fertlere baskı ve zulüm karşısında hürriyetlerini korumak için son çare olarak direnme-ki bu gerektiğinde zor ve kuvvet kullanmayı da içine alır-yoluna başvurma hakkını tanımaktadır...” (3) diyerek bizim yukarıdaki tanımlamamıza paralel bir açıklık getirmektedir. Buradaki yönetim kavramı geniş anlamda kullanılmakta olup, söz konusu olan ulusal yönetim olabileceği gibi, işgalci bir yönetim de olabilir. Ülkemizde, direnme hakkı konusunu inceleyenlerden biri de Doç. Dr. Muammer AKSOY’dır. Sayın Aksoy “”Milletlerin “İsyan ve İhtilal Hakkı”na Dair””başlıklı makalesinde şu düşünceleri dile getirmektedir. “...Yazımıza son vermeden önce bir gereği daha belirtmek isteriz: Milletleri isyan ve ihtilallere sürükleyen, hukuk ve sosyoloji kitaplarında fikir adamlarının mukavemet (direnme) hakkı hususunda müsbet hükme varmış olmaları değil, muayyen bir cemiyetteki fert guruplarının ve kitlelerin, - mevcut şartlar altında – kendilerini, “bizzat kendi hak duyguları”na göre kuvvete baş vurmağa haklı görmeleridir. Yüz yıllardan beri, hele zamanımızda milletler, artık iktidarda bulunanları, keyfi harekete dahi mezun “kadiri mutlak efendiler” değil, fertlerin hak ve hürriyetlerini kurumak ve menfaatlerini savunmakla vazifeli “hizmetkarlar” telakki etmektedirler. Hakikat ta bundan ibarettir. Eğer milletin sadece kahyası mevkiinde olup meşruiyet ve yetkileri şarta bağlı bulunan iktidarlar, vazife ve mevkilerini unutup, milletin efendisi ve kadiri mutlak olmak hevesine kapılırlarsa, (milletin hakimiyet hakkını ve fertlerin siyasi hürriyetlerini hiçe sayarak, onları adım adım köleleştirmeğe kalkışırlarsa) er geç yuvarlanmağa mahkumdurlar. İktidarların değişmelerinin normal yolu olan hakiki bir seçim ve – hukuk dışı hareketleri önleyecek – hukuk devleti müesseseleri de yok edildiyse, millet iki kötü yoldan birini seçmeye zorlanmış demektir. Ya iç barış adına, ne zaman sona ereceği kestirilmeyen bir kölelik durumuna katlanıp, bir derviş sabır tevekkülü ile her şeyi “zamanınmucizevi şifa kudreti”ne terketmek: yahut “sonu gelmeyen bir dehşet içinde yaşamaktansa, müthiş bir son”u ehveni şer sayıp, - boyunduruğu kıracak bir baş kaldırmanın acılarına katlanarak – hürriyet ve hukuka tekrar kavuşmak! Onun içindir ki, isyan ve ihtilallerin, toplumun ve bizzat iktidardakilerin bedeninde derin, yaralar açmasına engel olmanın biricik emin çaresi, ”hürriyet ve hukuk yolu”ndan şaşmamaktadır. Ne garip bir tecellidir ki müstebitler tarihten ders çıkaramamakta ve hatta bizzat kendi başlarına gelen yumrukları bile, faydalı surette değerlendirememektedirler: Hürriyetsizlik ve müsamahasızlıktan bunalan aydınlar, ilgisizlikten hayat sıkıntısı içinde kıvranan halk tabakaları, kalplerinin ve midelerinin dayanılmaz sesine uyarak en tabii bazı davranışlarda bulundukça, müstebitler biraz daha haşinleşmek, biraz daha insafsızlaşmak gibi feci bir gaflet yoluna sapmaktadırlar Böyle bir ters tutumun sonunda nereye götüreceği hususunda ise şüphe edilemez: Bir küheylanın sırtındaki süvari, dizginleri durmadan çeker ve ona serbestçe baş oynatma imkanı bırakmazsa, asil bir atın yapacağı, dizginleri zorlamaktır. Süvari o gafil süvari, buna karşı dizginleri durmadan biraz daha ve biraz daha çekmeye devam ederse atın şaha kalkıp sırtındakini baş aşağı yuvarlaması mukadderdir. Müstebitlerde, çok kere aynen böyle hareket ederek, halkın ve aydınların haklı tepkisi karşısında hak ve hürriyet yoluna dönecek yerde, tarafsızları ve muhalefeti susturmak, gazetecileri hapishanelerde çürütmek, gazeteleri kapatmak, kendi partisi içinde bile tenkidi boğmak gibi felaket tohumlarına baş vurmaktadırlar...” (4) Sayın AKSOY’dan yapmış olduğumuz bu uzun alıntı konuyu çok açık bir şekilde özetlemektedir. Aslolan bu hakkın kullanılmasını gerektirecek koşullara sebep olmamaktır. Yanı iktidarın, kendi kendisini sınırlayarak yönetilenlere karşı zülüm ve haksızlık yoluna başvurmaması gerekir. Aynı zamanda, toplumsal muhalefetin ve aydınların yada farklı düşünenlerin sesine de kulak kapatmamak gerekir. Sürekli şiddet ve teröre başvurarak iktidarda kalmak mümkün değildir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Demek ki bir ülkede yönetilenlerin iktidara karşı ayaklanmasını önleyecek asıl faktör, iktidarın zor ve baskı kullanması değil, onun adil, demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi bir anlayışla ülkeyi yönetmesidir. Yasaları ve anayasalarını bu mantıkla hazırlayıp, uygulamaları da bu yönden geliştirmeleri gerekir. Yanı hem hukuk sistemi demokratik ve insan haklarına saygılı bir içerikte olmalı, hem de konulmuş olan bu kurallara yönetimin mutlaka uyması gerekir. Kendi kendisini sınırlamayan ve koymuş olduğu kurala kendisi uymayan yönetimin, başkasından bu kurallara uymasını beklemesi ham hayal olur. İsviçre Ansiklopedisinde yer alan ve ünlü kamu hukukçusu Werner Kaegi tarafından kaleme alınmış olan demokrasi konusundaki makalede direnme hakkı konusunda şu görüşlere yer verilmiştir. “Ana hak ve hürriyetlerin olmadığı yerde demokrasi yoktur. Hürriyet hakları teminat altına alınmış serbest bir muhalefetin bulunmadığı yerde, demokrasinin dejenere olup mutlakiyete inkılap etmesi tehlikesi daima mevcuttur. Demokrasi, ancak anayasaya riayet edilen ve hukuk devleti prensiplerinin gerçekleştirildiği bir yerde devamlı olarak emniyet altında bulunabilir. Hukuka aykırı, zalim bir iktidara karşı mukavemet hakkı, demokrasinin temellerinden birini teşkil eder.” (5) Burada direnme hakkının, demokrasinin bir güvencesi olarak değerlendirilmesi bizce de doğru bir değerlendirmedir. Ancak hukuk devleti kavramının içeriğinin iyi doldurulması ve doğru tanımlanması gerektiği inancındayız. Bize göre, hukuk da diğer tüm toplumsal müesseseler gibi insanlığa hizmet ettiği oranda değer kazanır. Bu yüzdendir ki konulan her kurala uymak, bir iktidarı ve yönetimi hukuk devleti olarak tanımlamaya yetmez. Yönetenlerin, konulmuş olan kurallara uyması önemlidir ancak bu kuralların, insan haklarına saygılı, temel hak ve özgürlükleri koruyan ve emekten yana bir öze sahip olması da oldukça önemlidir. İşte ancak bu iki koşulun birlikte varlığı halinde bir ülkede hukuk devletinden bahsedebiliriz. Böylesi bir sistemi geliştirmek ise o ülkede yaşayan tüm kesimlerin görevidir. Böylesine büyük ve önemli bir görevi ne tek başına yönetimin ve ne de yönetilenlerin yerine getirmesi mümkün değildir. Bununla birlikte yine de , bir ülkede huzur, refah ve düzenin sağlanmasında asıl görev iktidara düşmektedir. Bu durum elbette ki yönetilenleri bir takım sorumluluk ve yükümlülüklerden kurtarmaz. İktidarın, yönetilenlere karşı kendi kendisini sınırlayarak adil, demokratik, insan haklarına saygılı ve eşitlikçi davranmasına karşılık, yönetilenlerin de mevcut iktidarı sürekli denetleyerek ve tespit ettiği yanlış, sapma ve haksızlıklara karşı onu uyarma görev ve sorumluluğu vardır. Yönetilenler bu görevlerini değişik araç ve yöntemlerle değişik biçimlerde yerine getirebilir. Demokratik toplumlarda bu durum karşılıklı diyalog ve toplumsal yaşama demokratik katılım yolu ile sağlanmaktadır. Aslında burada iktidar kısmen de olsa paylaşılarak yaygınlaşmaktadır. Dilekçe hakkının engelsiz kullanılması ve talebin reddi halinde uyamazlığın yargı organları önüne götürülmesi şeklindeki kontrol ve uyarılar da önemli ve yaygın bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca halkın sesine kulak vermek, zaman zaman önemli konularda referandum ve halk oylaması yapmak genel eğilimin belirlenmesi ve demokratik tartışma ile demokratik katılım açısından önemlidir. Bunun sağlanamadığı noktada ise demokratik tepkisel eylemler gündeme gelir. Miting, basın açıklaması, radyo ve televizyon programları, panel, form, boykut, ilan, vb. Ve bütün bu yollardan sonuç alınmadığı taktirde, tabiiki direnme hakkının kullanılması veya devrimci itaatsizlik ülkenin gündeminde ilk sırayı işgal edecektir. İktidarın, farklı seslere kulak vermesi, onları da karar alma sürecine katması ve kararın alınmasında onların düşüncelerinin de karara yedirilmesi anlamına gelir. Yoksa herkesi dinleyip sonuçta bildiğini okuyan bir iktidarın, samimiyetsizliği, toplumun gözünden kaçmayacaktır. Böylesi bir durum, yönetime karşı toplumda güvensizlik yaratacağından, hem ilişkilerin yozlaşarak bozulmasına ve hem de eğer varsa diyalog yolunun kapanmasına neden olur. Bu durum ise kolayca çözülebilecek pek çok sorunun büyümesine ve çözümün güçleşmesine yol açar. Demokratik katılım, elbette ki taraflara sorumluluklar da yükler. En önemlisi de ortak kararın hayata geçirilmesindeki sorumluluktur. Böylece yük sadece yönetenlerin omuzlarına binmez, tüm toplumsal güçler tarafından paylaşılmış olur. Demek ki karar alma sürecindeki ortaklık, kararın yaşama geçirilmesi aşamasında da devam eder. Nasıl ki tabana danışılmadan, tepede alınan kararları topluma mal etmek zor ve yanlış bir yöntem ise, karar alma sürecine katılan tabanın, uygulama aşamasında kenara çekilerek yönetimi yalnız bırakması da bir o kadar yanlıştır. Demokratik katılım ve diyalog yolu ile sorunların çözümü, toplumsal enerjinin ülkedeki olumlu gelişim ve dönüşüm için seferber edileceği için hem toplumsal refahın, adaletin, eşitliğin ve özgürlüğün gelişimine katkı sunar hem de toplumsal enerjinin birikerek patlamalara yol açmasının ve toplumsal alt-üst oluşların önüne geçilmiş olur. Zira böylesi bir yönetim anlayışı ile idare edilen ülkelerde, yöneten-yönetilen ayırımı da hızla aşınmaya uğrayacaktır ki bu oldukça olumlu ve önemli bir gelişmedir. Yanı tam da istenilen sonuçtur. Toplumsal adaletsizliklerin ve eşitsizliklerin varolmadığı toplumlarda, direnme hakkının ve devrimci itaatsizliğin kullanılmasının objektif koşulları da olmayacaktır. Böylesi bir durumda, olsa olsa sivil itaatsizlik eylemlerine rastlanabilir, hepsi o kadar. Ancak ne yazık ki günümüz dünyasında, bizim anladığımız ve savunduğumuz anlamda bir demokratik katılım örneği sunan ülke henüz yoktur. Av. Ali Ersin GÜR

Ancak bu hakkın yazılı metinlere girmesi ve tanımlanması çok sonraki bir iştir. Yanı bu hakkın tanımı ve formulasyonu hiçbir yasada veya kitapta yok iken de haksızlığa ve zulme uğrayanlar tarafından pratik olarak bu hak kullanılmıştır. Roma’daki Spartaküs isyanı ile Anadolu’daki Şeyh Bedrettin ayaklanması ve Fransa’daki Paris Komünü bunun en bariz örnekleridir.
Bu tespit kanaatımca çok önemlidir.
Zira günümüzdeki bir çok tartışmaya da ışık tutacak mahiyettedir. Yazının ileri bölümlerinde, anayasa ve yasalarında bu hakkı tanımayan ülkelerde “Direnme Hakkının” kullanılıp kullanılmayacağı konusu tartışılırken bu konu yeniden ve ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Ancak; şimdiden şunu söylemek pek yanlış olmasa gerek: pozitif hukukta yer alsın almasın, direnme hakkı, tüm dünya halkları ve insanlık için vazgeçilmez ve devredilemez bir hak ve görev olarak kabul görmektedir.
Bir haktır, zira her bireyin insanlık onuruna yaraşır ortamda yaşamını sürdürme hakkı vardır.
Aynı zamanda bir görevdir, çünkü kişinin kendisine olduğu kadar, kendisi dışındakilerin haklarına da saygılı olma ve onlara imkanları dahilinde kullanılabilirlik kazandırma görevi vardır.
Oysa ki: susmak onaylamaktır.
Kendisine ve başkasına yapılan bir haksızlığa ve zulme karşı gelmeyen, suskun kalan ve başkaldırmayan kişi, zalime yardımcı olmuş, bu anlamda da insanlık görevini yerine getirmemiş demektir.
Kaldı ki, direnme hakkını kullanma sorumluluğu, sadece o ülkede yaşayan insanlara karşı duyulan bir sorumlulukla da sınırlı değildir. Zira dünyanın herhangi bir yerindeki olumsuz ve haksız uygulamalar, herkes için tehlikedir ve dünyanın başka yerlerinde de örnek alınabilir.
Özellikle dünya ölçeğindeki küreselleşmenin ulaştığı boyut, bu konudaki etkileşimleri daha hızlı ve güçlü kılmaktadır. Olumlu veya olumsuz pek çok uygulamanın, dünyanın her yerinde aynı tarihsel dilimde gerçekleştirilmesi veya gerçekleştirilmeye çalışılması tesadüf değildir. Elbette ki dünya ölçeğindeki bu etkileşim, sadece olumsuzluklar açısından değil, olumlu gelişmeler açısından da geçerlidir. Dünyanın herhangi bir noktasındaki insani kazanım, hızla tüm yeryüzünü az veya çok etkilemektedir. Ancak bu etkileşimin her ülkede, nesnel ve sübjektif koşullara göre farklılık göstereceği muhakkaktır.
Özetle diyebiliriz ki; “direnme hakkının” kullanılabilirliği, içeride iktidarı kullananların keyfi yönetimlerini sınırlarken, diğer yandan haksız yönetimi kendisine örnek alma hevesindeki başka güçleri de frenleme görevi görür.
Doğaldır ki en azından toplumun bir parçası olan yönetenler ve çevresindekiler ile yönetime yakın olmaları nedeniyle iktidarın bir takım nimmetlerinden yararlananlar için durum böyledir. Bu yüzdendir ki bu sorunun cevabı bağımsız bir bölüm olarak tartışılacak ve bazı kriterler ve kıstaslar ışığında değerlendirmeye tabi tutulacaktır.
Bu da yetmez, yapılan tüm yasaların, eşitsizlikleri önleyici olması ve özgürlükler lehine yorumlanarak uygulanması da şarttır. Bu nedenlerledir ki “iktidarın meşruluğu” kavramı pek çok etmene ve koşula bağlı bir nitelik arz eder. Ancak belirleyici özelliği ise iktidarın, insan haklarına saygılı çağdaş bir sosyal hukuk devleti olma anlayışını kendisine rehber edinerek halkın büyük çoğunluğunun rızasını almaktır. Bu kriterlere aykırı olarak doğan veya sonradan bu ilkelerden sapan her iktidarın meşruluğu tartışmalıdır. Yani iktidarı zorbalıkla ele geçirenler kadar, meşru yollarla iktidar olmuş ancak sonraki uygulamaları ile haktan ve “hukuktan” sapmış her iktidara karşı yönetilenlerin başkaldırı hakkı vardır. Munci Kapani de bu hakkı;
Güney Afrika Cumhuriyetindeki “Beyaz Azınlık” hükümetince yürütülen Apartheid politikalarına karşı siyah çoğunluğun Mandella liderliğindeki karşı çıkışı veya Latin Amerike Diktatörlüklerine karşı halkın on yıllarca süren direniş mücadeleleri, birinci guruba örnek olarak verilebilir.
Öte yandan Anadolu halkının 1900’lü yılların başında, işgalci güçlere karşı, Cezayir Halkının Fransızlara, Vietnamlıların keza Fransa ve ABD’ye, Filistinlilerin ise işgalci İsrail Siyonizmine karşı yürüttükleri direniş savaşları aslında bu hakkın işgalci güçlere karşı kullanılmasına birkaç tipik örnektir. Ancak hiçbir koşulda bu hak, insanlara birileri tarafından verilmez. Kişinin, doğuştan insan olarak sahip olduğu bir hak olup, bunu kullanmak isteyip istememesi ise kişinin kendisine bağlıdır.
Toplumu oluşturan bireyler ne kadar bilinçli olur, temel hak ve özgürlüklere sahip çıkarsa, yöneten ve yönetilenler arasındaki karşılıklı etkileşim ve birlikte iş yapma kabiliyeti ne kadar güçlü olursa bu hususta ideala yaklaşmaları da o kadar güçlü olur.
Olsa olsa ilk nüvelerine rastlanabilir.
‘’Çürüyen bir toplum; kapitalizm ve yöneticileri için; tehlikesiz bir toplumdur.’’ MUSTAFA TOKDEDE |
11 Mayıs 2010 Tecavüz vakalarının organize olması, uzun yıllar sürmesi, tecavüz kurbanlarının planlı bir şekilde öldürülmesi gibi ayrıntılar gösteriyor ki; ortada kadınlara karşı ortak bir tutum söz konusu. OZANSER UĞURLU (Arşivi) Türkiye’nin dört bir yanında gelen tecavüz haberlerinin ardından söyleyecek söz bulmak, insanın insanlığından utandığı böylesi anlarda sakin kalabilmek çok zor. http://www.radikal.com.tr/ | |||||||
'Kaset gerçek mi' diye soran riyakardır!![]() ![]() ![]() ![]() 12.05.2010 Çarşamba Baykal'ın istifasıyla sonuçlanan 'gizli kamera skandalının' siyasi etkileri kadar 'ahlaki' yanı da tartışma konusu.. En temel insani haklarının çiğnendiği, özel hayatın, mahremin didiklenerek komplo üretildiği bir rezalet sözkonusuyken 'Eşini aldattıysa siyasi sonuçlarına katlanır" demek ne kadar ahlaki? İşte kadın köşe yazarlarının görüşleri Elif Şafak: Farkında mısınız? İki kadın mağdur edildi, ediliyor. Biri Deniz Baykal'ın hayat arkadaşı Olcay Hanım, diğeri Nesrin Hanım. Eminim ki her ikisi de özel hayatlarının üzerine titreyen insanlardır. Eminim ki her ikisi de her şeyden evvel yuvalarını, çocuklarını, ailelerini korumak istiyorlar. Politikaya atılmak dünyanın en zor kararlarından biri. Özellikle bir kadın için. Bilhassa siyasetin "erkek işi" olduğu Türkiye'de. Ben Nesrin Hanım'ı tanımıyorum. Siyasi çizgisini yakın bulurum bulmam, apayrı mesele. Ama onun gibi çalışkan, azimli, kararlı kadınlara Türk siyasetinin çok ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Gülay Göktürk: Topluca riyakarlık içindeyiz Siyasetçilere kurulan seks komplolarını boşa çıkarmanın tek yolu var: Etkisiz kılmak... Etkisiz kılmanın yolu ise -duruma göre- "sana ne" ya da "bana ne" deyip yürüyüp gitmek. Komplocuyu elinde tuzağıyla öylece orta yerde bırakıp yoluna devam etmek... "İyi ama siyasetçinin böyle bir olaydan sonra istifa etmemesi mümkün mü; partisi ve seçmeni nezdinde güvenilirliğini kaybeden bir siyasetçi nasıl olur da görevine devam edebilir" denilecektir. Doğrusu bu konuda topluca bir riyakârlık içinde olduğumuzu; üstelik çifte standart uyguladığımızı düşünüyorum. Çifte standart dediğim şudur: Hangimiz, doktorumuzun eşine ihanet ettiğini öğrenince ona karşı olan güvenimizi kaybediyor ve doktor değiştiriyor; aynı şeyi yapan bakkalımızla alışverişi kesiyor ya da apartman yöneticimizi değiştiriyoruz? Hiçbirimiz...Böyle durumlarda suçun bize karşı değil, eşe karşı işlendiğini; ihanet eden kişinin bizimle olan ilişkisini etkileyecek bir durum olmadığını düşünüyorsak, aynı şeyi neden politikacı için düşünemiyoruz? İhanet doktorumuzun işini iyi yapmasına engel olmuyorsa politikacının işini iyi yapmasına neden engel olsun? Kamuoyuna mal olmuş kişilerin durumunun farklı olduğu, onların özel hayatlarını düzgün tutmak zorunda oldukları söyleniyor ki işte bu noktada yukarıda sözünü ettiğim "toplu riyakârlık" meselesine geliyoruz. Zira yukarıdaki bu "masum" cümlenin dobraca ifadesi şudur: Toplum olarak ihanete batmış olsak da, her iki erkekten biri karısını aldatsa da, toplumun vitrinini temiz tutmalıyız! Toplumun erdemli imajını koruma yükünü vitrindekilerin sırtına yıktık mı, geri kalanların yalan ve riya ile iç içe yaşamasında bir sakınca görmüyoruz. Fatma K. Barbarosoğlu: Ahlaktan yana mıyız? Kaset'in tek muhatabı Deniz Baykal ve Nesrin Baytok'un aileleridir. Onların dışındaki hiç kimsenin kaset hakkında söz söyleme hakkı olmadığını düşünüyorum. Kamuoyu olarak özel hayatın sınırlarına riayet etmek zorundayız. Yıllar önce Menderes Yassı adada yargılanırken bebek davası köpek davası diye süren davaların Menderes'e inanları ne kadar üzdüğünü hatırlayalım.... "Özel hayat takibi" bu defa CHP üzerinden yürütülüyor. Bir rövanş algısı hâkim. Oysa siyasi hesaplaşmalara ahlaki ilkeler peşkeş çekildiğinde yaralanan taşıyla toprağıyla içindeki her fikirden insanıyla ülkemiz oluyor. Deniz Baykal üzerinden fikir yürütenler "kaset gerçek ise" diye bir cümleye başlıyor. Kaset gerçek ise... Lütfen bu cümlenin anlamına kilitlenelim. Kaset gerçek ise diyoruz. Oysa İslami olarak da seküler ahlak kodlarıyla da kasetin gerçek olup olmadığı ile bile ilgilenmemek zorundayız. Kasetin gerçek olup olmadığı tarafların yakınlarını doğrudan ilgilendirir. Kamuoyunu ne zaman ilgilendir? Mekânın kamuya ait olduğu durumlarda. Tıpkı Beyaz Saray oval ofis skandalında gibi. Ya da haksız kazanç dolayısıyla izi sürülen gayri meşru ilişkilerde kamuoyu doğrudan taraftır. Olay kişileri ve aileleri değil bütün kamuoyunu ilgilendirir. İSKİ skandalında olduğu gibi. Deniz Baykal'ın olayında ise kamuoyunu ilgilendirmesi gereken husus ama gerçek ama kurgu bir kasetin "zorlayıcı" etkisi olmalı. Nitekim Deniz Baykal pazartesi günü sıcağı sıcağına istifasını vererek "zorlayıcı" duruma boyun eğmeyeceğini ortaya koymuş oldu. Baykal'ın bu tavrını hem siyasi hem de insanı açıdan son derece önemli buluyorum. Bu tavır "sizi ısıran köpeğe ısırarak cevap veremeyeceğinize göre sonuna kadar insan kalmaktan vazgeçmeyin tavrıdır. Baykal istifa ederek kendi sınavını verdi. Şimdi kamuoyu olarak bizler ahlaktan yana mıyız yoksa ahlakçı mıyız onu ortaya koymuş olacağız. Ayşe Arman: Kadını parçaladılar GELDİĞİMİZ nokta çok feci...Acı bile değil. Feci. Bu kasetin detaylarını didikleyenler, ayrıntılarına girenler de iki yüzlü. Çünkü onu destekliyormuş gibi duruyorlar ama detay anlatıyorlar. Görüntüler gerçek mi, değil mi? Aralarında ilişki var mı, yok mu? Kaset eski mi, yeni mi? Montaj mı, değil mi? Bizim bunları tartışmaya hakkımız bile yok. O yüzden Baykal çok klastı. "Ben bu konuda konuşmam" dedi. "Bu konuyu kimsenin diline düşürmem" dedi. Ve dediğini yaptı. Çok öğretici bir hayat dersiydi. BU arada Nesrin Baytok da en az Baykal kadar bu olayın mağduru. Baykal'ı harcamak için onu da parçaladılar. Kadınların kaderi bu. O da korkunç bir saldırıyla karşı karşıya kaldı. Doğru, yalan, yanlış, her ne ise bizi ilgilendirmeyen bir şey yüzünden hayatı sarsıldı. Onun için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Geçmiş olsun diyorum. İnşallah üstesinden gelir. Balçiçek Pamir: Nasıl erkeksi, nasıl duygudan, nasıl sağduyudan uzak... MÜTHİŞ bir maço tavırdır gidiyor... Deniz Baykal-Nesrin Baytok hadisesinden bahsediyorum. Nasıl erkeksi, nasıl duygudan, nasıl sağduyudan uzak... “O kadın” diye bahsediliyor Nesrin Baytok’tan... CHP’liler, AKP’liler bütün erkekler toplanmış Baykal’ın onurunu kurtarmaya çalışıyorlar. Muhafazakâr medyanın erkek mensupları daha da komik... Ağızlarında bir “beyefendi” lafıdır gidiyor. Kim bu beyefendi? Nesrin Baytok’un muhterem eşi. Baykal bitti, şimdi eşin namusu üzerinden konuşmalar son hızla devam ediyor. Onun da mağdur olduğunu kabul ediyorum. Kuşkusuz en ağır bedeli ödeyen isimlerdendir ama nedir bu erkek bakış açısı Allah aşkına? Gazetemiz yazarı Mutlu Tönbekici: Kadın değil mi parçalayın gitsin Nedir çizilen portre? Çıkarı için her şeyi yapabilecek alçak adi üstelik vekil olmak için yetersiz bir kadın! Bir parti bu kadar mı hızla sırt çevirir bir vekiline? Bu kadar mı hızlı harcar? Ne kadar da sevmezlermiş kadını.. Ne kadar da kötü gözle bakarlarmış... http://www9.gazetevatan.com/ |
GİRİŞ Herhangi bir işletmenin (örgütün), hedeflerine ulaşması, değerini arttırması, rakipleri ile olan farkını kapaması, onların önüne geçmesi, rekabete uyum sağlaması, farklılık yaratabilmesi, çalışanların bireysel ve grupsal tatminleri ile hizmet verilenlerin bireysel ve toplumsal olarak mutluluklarına bağlıdır. 1950’lerden 1975lere kadar ekonomik yapılara şöyle bir bakıldığında tüm örgütlerin tek vücut, kaynaşmış, tek kültürlü, tek inançlı hatta tek cinsiyetli olduğu söylenebilir. Gene 1950–1975 arası dönemde örgütler, ister ekonomik (şirket), ister sosyal (çeşitli dernek, vakıf, kulüp vs), ister siyasal (parti) olsun, temel başarı ölçütleri hedeflere ulaşmadaki matematiksel veriler yani istatistiklerdi. Diğer bir ifade ile siyasi partide alınan oy, bir şirkette elde edilen kar, lobi örgütlenmesinde ulaşılan güçtü. 1975’lerden sonra başlayan 1990’larda önüne geçilemez bir hal alan değişim ile uluslararası ilişkilerde tüm büyük örgütlerin çok uluslu, çok kültürlü hale gelmesi, bilginin en önemli güç olması, insan hakları kavramının gelişmesi ve genişlemesi; sayısal veriler kadar üretenlerin ve hizmet götürülenlerin mutluluğu, tatmini esaslı ölçüt olmaya başladı. Artık iş hayatındaki orta ve büyük ölçekli şirketlerin neredeyse tamamını çok kültürlü ve uluslu olarak kabul edilebiliriz. Örneğin şirketlerin ortakları farklı uluslardan, CEO’su farklı bir felsefi inançtan, yönetim kurulu farklı dinden, fabrikada çalışanlar farklı inançtan, müşterisi farklı cinsel tercihten olması gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Ticari faaliyet zincirinde, birbirine çok bağlı ve önemli herhangi bir halkada olacak zayıflamanın tüm sistematiği çok etkileyeceği, hatta kopmaya neden olacağı bilinmektedir. Bu çok uluslu/kültürlü yapılarda örgüt – birey ilişkisinde en önemli sorun ise çeşitli şekillerde tezahür eden nefret suçlarıdır. Üretimden tüketime dek herhangi bir halkada yer alanları; ötekileştirecek, aşağılayacak, rencide edecek bir fıkranın, imanın, söylemin, reklâmın, uygulamanın, saldırının üretim zincirini olumsuz olarak etkileyeceği, hatta koparacağı ortadır. Nefret suçları çok kültürlü çok inançlı örgütlerde demokrasinin, aidiyetin, üretimin ve mutluluğun önündeki en büyük sorun olmakta durmaktadır.
TANIMLAR Nefret Suçu; bir kişiye veya gruba karşı ırk, dil, din, cinsiyet ve cinsel yönelim gibi nedenlerle duyulan önyargıyla işlenen, doğrudan ve dolaylı şiddet içeren suçlar olarak tanımlanabilir. Nefret Suçları literatürde bazen "önyargı suçları" olarak adlandırılmaktadır. Nefret Grubu Eğer bu suç bir defaya mahsus olarak işlenmemişse ve süreklilik gösteriyorsa suçluları '' nefret grubu'' olarak adlandırılır. Nefret Yasası; Nefret suçlarını ve gruplarını engellemeye ve suçluları cezalandırmaya yönelik düzenlenmiş yasalara ise nefret yasası denmektedir.
NEFRET SUÇLARININ TARİHSEL GELİŞİMİ Nefret suçları tarihsel açıdan yeni, özel yâda ender karşılaşılan bir durum değildir. Bununla birlikte suçun tanımlanması, teorik temmelerin oluşturulması ve bu suça ilişkin yasal düzenlemeler oldukça yenidir. Nefret Suçlarının gelişimine bakıldığında, ABD’nin özel bir yeri olduğu fark edilecektir. ABD tarihine bakıldığında ABD’yi ortaya çıkaran geniş halk göçmen olması, yerli halka uygulanan hak ihlalleri, kölelik uygulamaları, buna karşı siyahların direnişi dikkat çeker. Nefret suçuna ilişkin ilk tartışmaların ABD'de başlaması, suçun sınırlarının tespit edilip yasalaşması, uygulanmaya konulmuş olması da yaşanan tarihsel sürecin doğal sonucudur. Güçlü ve köklü gelenekten beslenen sivil hakları bir mücadelesinin çeşitli kazanımları sonucunda, nefret suçlarına ilişkin ilk yasalaşma ABD’de meydana gelmiştir. Nüfusu çok farklı ülkelerden, etnik yapılardan, din ve mezheplerden gelen göçmenlerden oluşan ABD’de, nefret suçu tanımında temel olarak renk, ırk ve din farklılığı esas alınmıştır. Çünkü ülke göçmen ülkesiydi, Amerikalı üst kimliğini oluşturmak için uzlaşma ve düzen şarttı. Amerikalı üst kimliğini yaratmada, ABD’nin o dönemde en önemli problemi ülkedeki ırkçılık ve ayrımcılıktı. Bunun sonucu olarak ilk kanun çalışmasında bugün nefret suçlarında önemli bir yer tutan cinsel yönelim, bedensel engel, din vs durumlar göz önüne alınmamış, sadece ırk tanımı esas alınmıştır. Nefret suçları daha sonra 1990’lı yıllardan itibaren Avrupa’da tartışılmaya başlandı. Avrupa mevzuat çalışmalarında ve tartışmalarda, cinsiyet ve cinsel yönelim temelinde gerçekleştirilen saldırılar da nefret suçu kapsamına alındı. Cinsiyet ve cinsel yönelim temelinde gerçekleştirilen saldırıların da bu kapsama alınması ile tarihi süreç nefret suçları ile mücadelede önemli ve bir ileri evreye taşınmıştır. Gelinen son aşamada artık Avrupa'da 2001 yılından bu yana nefret suçları "siyasi motifli suç" olarak kabul edilmektedir. Amerika’da 1 Ekim 2007’den itibaren yeni Irk ve Din Nefreti Yasası yürürlüğe girdi. Bu yasa ile birlikte ‘nefret’ kavramı artık bağımsız ve apayrı bir ağır suç haline geldi. Daha önce 'Nefret' kavramı normal bir suçu ağırlaştıran bir faktör olarak kabul edilirdi. Örneğin saldırıda saldırının sadece mağdurun, dini veya ırkından dolayı yaptığınız kanıtlanırsa, saldırı ırkçı saldırı kabul edilir, bu durumda normalinde verilecek cezadan daha fazla bir cezayı tayin edilirdi. Yeni düzenlemede ise nefret içerikli suçların suç doğrudan kişiye karşı duyulan nefretten dolayı işlenmişse, doğrudan nefret suçu olarak kabul edilip cezası nefret yasaı kapsamında hükmedilmektedir.
NEFRET SUÇU NEDİR “Bir kişiye veya gruba karşı; ırk, etnik/milli köken, din, cinsiyet, cinsel tercih, fiziki engellilik, yaş gibi nedenlerden duyulan önyargı yüzünden kişilerin maddi- manevi varlıklarına karşı işlenen suçlara "nefret suçu" adı verilmektedir1. Nefret suçları bir kısım çalışmalarda önyargının tetiklediği suçlar" adı altında da adlandırılmaktadır. Nefret suçları daima iki unsuru bir arada bulunduruyor. Birinci unsur önyargı ve önyargıdan beslenen ayrımcılık, ikinci unsur maddi – manevi şiddettir. Nefret suçları, genellikle bireylerin veya toplumun zihninde yer alan soyut durumlardır. Nefret suçlarının eyleme dönüşmesi çok farklı zamanlarda, şekillerde ve genellikle belli belirsiz olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer bir şekilde ifade etmek gerekirse üstün ırk söyleminden, kan bağı dayanışmasına, ulusal değerlerin korunması söyleminden, hemşericiliğe, cinsiyet dayanışmasından, milliyetçiliğe yayılan yelpazede nefret suçları farklı görünümler arz etse de, esasında nefret suçlarında çok ciddi değişiklikler yaşanmamaktadır. Sonuçta bir şekilde ezen – ezilen ilişkisi ve ötelenen bulunmaktadır. A) Önyargı – Ayrımcılık Nefret suçlarına ilişkin birinci unsur önyargı ve önyargıdan kaynaklanan toplumsal kabul görme olasılığı bulunan negatif ayrımcılıktır. Toplumsal kabul görme olasılığı nefret suçlarını, sıradan suçlardan ayırır. Fail; mağdurun ırk, dil, etnisite, ulus, cinsel tercih, yaşı, bedensel engeli ya da benzer nitelikteki genel faktörlerden herhangi biri nedeniyle, aynı özelliği taşıyan guruba suç yoluyla mesaj vermektedir. Suçu işleyen ‘muhafaza edilen özelliği’ taşıyanı kasıtlı olarak ‘hedef’ seçer. ‘Hedef’ bir ya da birden fazla kişi veya belli özellikleri paylaşan bir grupla özdeşleşmiş özelliği imha amaçlıdır. Ancak eylemde imha esas amaç olmayıp, bu imha eylemi fail, mağdur ve mağdurun ait olduğu topluma mağdur üzerinden olumsuz bir mesaj yollar. Nefret suçu işleyen fail, suçun mağduru bireye olumsuz hiçbir şey hissetmeyebilir ancak hedefin üyesi olduğu özellik hakkında beslediği düşmanca fikirler veya duyguları onu bu suçu işlemeye itmektedir. Failler kendisini tanımladığı grubun dışındaki herkese düşmanlık hissedebilir. Nefret suçları ayrımcılıktan beslenir ancak nefret suçu, ayrımcılıktan daha net eylemler olarak kabul ediliyor. Nitekim ayrımcılığın önlenmesiyle ilgili yasalar genellikle iş, mal ve hizmetlerden yararlanılmasını veya bir başka hakkın kullanılmasını engellemeyi yasaklarken, nefret suçları ceza kanunlarında tanımlanmış cinayet, yaralama, mülkiyetin tahrip edilmesi, hakaret, özel hayata tecavüz vb. fiili eylemleri içerir. Nefret suçları şiddetin toplumsal meşruiyet arayan halidir. Bu nedenle nefret suçlarının soruşturulması, suçun araştırılması, kovuşturulması, yargılanması vb. her aşaması son derece büyük dikkat gerektirir. Nefret suçlarıyla ilgili olarak doğru bir veri ve istatistiki bilgileri elde etmek pek mümkün değildir. Bunun en önemli nedeni ise birçok kurbanın bu tür saldırıları bildirmek için isteksiz olması, nefret suçları ispatta yaşanan zorluklar ve kamu görevlilerinin bu konudaki duyarsızlıklarıdır. Bu isteksizlik genellikle mağduriyetin getirdiği sarsıntının yanı sıra misilleme korkusu, kurbanların daha önce şikâyet sonrası yaşadıkları olumsuz deneyimler neden olmaktadır. Diğer bir anlatımla nefret suçunun kaynağı toplumsal, faili meçhuldür. İnsanın tek başına yaratamayacağı, aslında çoğunun mesnedi dahi olmayan, anlamsız, ancak kökleri çok derine işleyen bir suçtur. Maddi – Manevi Şiddet: Nefret suçlarına ilişkin ikinci unsur şiddet içermesidir. Bu şiddet maddi – manevi olabilir. Her ne kadar kanun koyucu ve yasa uygulayıcıları hukuki yaptırımda bulunmak için maddi şiddet aramakta iseler de esasında maddi şiddet kadar tehlikeli olan manevi şiddet göz ardı edilmemelidir. Manevi şiddet, nefret suçu kurbanını (mağdurunu) yeni bir nefret suçlusu (faili) olmaya hazırlayan en önemli araçtır. Manevi şiddetle işlenen suçlarda oluşan zarar görülememekte, görülemeyen zararda telafi edilememektedir. Telafi edilmeyen zararlar daha sonra daha büyük sorunlar olarak ortaya çıkmaktadır. Nefret suçları diğer klasik suçlardan “suç her ne kadar bireylere karşı işleniyorlarsa da aslen hedef alınan o bireyin üyesi olduğu sosyal grup” olması sebebiyle çok daha tehlikeli bir suçtur. Nefret suçu mağduru, potansiyel nefret suçu sanığı olma yolundadır; çünkü nefret suçlarının “… Hem aksiyon hem de reaksiyon olarak sonuçları var”2. Nefret suçları yıllarca ırkçılığın cenderesinde kalmış Afrika'da bile ortaya çıkabilmektedir. NEFRET SUÇUNUN PSİKOLOJİK KÖKENLERİ Şüphesiz nefret suçlarının ortaya çıkmasında çok ciddi tarihi, düşünsel nedenler ve bu nedenlerle bağlantılı aile, okul, şehir, çalışılan işletme, iletişim araçlarından ve medyadan edinilen eğilimler etkili olmaktadır. Ancak zannımca son tahlilde Nefret suçları iktidar (ezen – ezilen) ilişkisi taşıyan bir durumdur. Fail ezecek kadar güçlü, mağduru ezilecek kadar savunmasız kabul telakki etmektedir. Nefret suçunu işleyen fail ötekinin, gerçek ya da varsayılan 'nitelikleri' nedeniyle gadre uğradığını, kendi mevcudiyetini tehdit edildiği düşüncesi ile ötekinin yok edilmesi gerektiğini savunur. Oysa bizim kendimizi kavramamız, bir başkasının varlığını kabul etmemizdi; bu başkası belirli ölçüde bizden farklıdır. Bu farklılığı kendi varlığının önünde bir tehdit veya rakip olarak gördüğü anda nefret suçları süreci işlemeye başlar3. “Genellikle nefret suçlarını kitlesel ve bireysel şekilde işleyenler bu toplumların alt ve orta kesimleridir. Ve bunlar o toplumun işleyen mekanizmasından dışlanma tehdidini en fazla duyan kesimleridir”4. Farkılılıklara tahammül edemeyen fail, kendisinden farklı olan mağdurun şahsının değil ama temsil ettiğini varsaydığı nitelikleri imada bulunmaktan, imha etmeye değişen yelpazede tepkilerini gösterirek cezalandırdığını zanneder. Amerika’da nefret suçlarına ilişkin çalışmalarda heyecan arayan, can sıkıntısı azaltmak için saldıran, nefret suçu işleyen gençlerin var olduğu tespit edilmiştir. Sanığa göre işlediği suç eğlenceli ve heyecanlı olup failin kendini güçlü hissetmesine sebep olmaktaymış. Konuya ilişkin psikolojik çalışmalar da oldukça yeni olmasına rağmen Yine de bilimsel araştırma nefret suçlarının genel doğası hakkında iyi perspektifler vermeye başladı. Nefret suçlarının bir sebebi de ekonomik değişimlerin bir şekilde bu ırkçı nefret suçları için zemin hazırlamasıdır. Toplumsal değişime ve gelişime ayak uyduramayan, değişimin dışında kalanlar korunma güdüsüyle hareket eden fail “hiçbir zaman dünyayla bütünleşebilecek, dünya insanı olabilecek konumda değil. Bunun bu kadar net bilmeseler bile seziyorlar, hissediyorlar”5, gelenekseli korumak için nefret suçuna başvurabilmektedir. Değişim ne kadar hızlı olursa olası şiddet o kadar sert olmakta ve toplumsal kabul görmektedir. Nefret suçları sadece çok ilkel ve totaliter rejimlerde değil, demokrasi ve insan hakları kültürünün göreli geliştiği kabul edilen ülkelerde dahi potansiyel tehlike olarak görülmektedir. Nefret suçlarıyla mücadeleyi zorlaştıran şey her gün yeniden kabul gören, değişen, azalan, çoğalan ama ortadan kalkmayan, her seferinde kendisine yeni bir gerekçe yaratan, somut olmayan yapısıdır.
NEFRET SUÇLARI BİÇİMLERİ Nefret suçlarının belli başlı şu şekillerde somutlaşabilmektedir; Nefretli Konuşma, Failin konuşması sırasında karşısındaki grubu ya da kişiyi, ırk, cinsiyet, yaş, ulus, din, cinsel tercihi ya da buna benzer konularda aşağılayarak, tehditli tarzda konuşarak bu konuda fikrini değiştirmesi için zorlamasıdır. Manevi Taciz, Doğrudan ve dolaylı, gizli veya açık sözlü olarak mağduru dışlama niyetiyle yapılabilir. Tehdit edici davranışlar, bu konuda en güzel örnek, İzmir'de bulunan bir Dernek, basın açıklamalarında "yol açtığı sorunlar nedeniyle" Anadolu'da yaşayan bir topluluğun kısırlaştırılması gerektiğini savunmuştur. Tehdit toplumsal gözdağı verme, grupların bir araya gelerek kişileri korkutmak, asılsız şikâyetlerde bulunmak şeklinde tezahür edebilir. Ad veya Lakap Takmak; Sözlü hakaret ve küçültücü sözler sarf etmek, incitici şakalar İletişim Araçlarıyla Saldırı; postayla veya e-postayla, telefonla, mesajla rahatsız etmek, Duvar Yazısı, hakaret içerikli yayın basmak, poster veya bildiri dağıtmak. Mağdura fiziksel saldırı, Taciz, tecavüz, sarkıntılık, dayak, aile içi şiddet, linç, öldürme, vs. Mağdurun Malvarlığına Saldırı; soygun, hırsızlık, gasp, kundakçılık veya herhangi bir şekilde mala hasar verme gibi vandalist eylemler. NEFRET SUÇU MAĞDURLARI Anti- Semitizm, (Yahudiler); Yahudi inancına sahip kişilerin gerek dinsel gerekse ırksal kötü olduklarına dair inançtır. Yahudi toplumun geçmişine bakıldığında bir göçler ve sürgünler tarihi ile karşılaşırız. Bu göç ve sürgünlerin sebebi de çeşitli zamanlarda ortaya çıkan nefret suçlarıdır. Nefret suçları içinde saldırıların %15’i dinsel farklığı yüzünden ayrımcılık ve saldırıya uğramaktadır. Dinsel farklılık yüzünden en çok ayrımcılığa maruz kalanlar Yahudilerdir. Anti-semitik nefret suçları en şiddetli şekilde İkinci Dünya savaşında 6 milyon Yahudi katledilmesi ile görülmüştür. İslamofobia (Müslümanlar) Kısa bir süre öncesine kadar, İslam dini mensuplarına karşı, diğer din mensupları arasında, bir kısım önyargılara olmasına rağmen nefret suçu kapsamında sayılacak durumlara pek rastlanmazdı. Ancak 11 Eylül 2001 terör saldırıları, Orta Doğu krizleri, büyüyen göçmen grupları ile birlikte başta ABD olmak üzere batı ülkelerinde müslümalara karşı nefret suçularında sayısal ve şiddet dozunda bir artış tespit edilmiştir. FBI, 11 Eylül saldırılarından sonra islamfobi suçlarında 2001 yılında yedi kat artış bildirmektedir. Ancak islamfobia eylemlerde arap, şark, doğunun imajıyla suç arasında kurulan doğrrudan bağlantılar önce toplumun önyargılarıyla başladı, devletlerin terörden korunmak amacıyla bir kısım hukuki düzenlemeler yapmasına kadar ileri gidildi6. Yabancı Düşmanlığı: Amerika’daki nefret suçu raporlarında, suçların yüzde 55’inin farklı ırklara özellikle de siyahlara yönelik gerçekleştiğini bildirmektedir. Nefret suçları sadece çok ilkel ve totaliter rejimlerde değil, demokrasi ve insan hakları kültürünün göreli geliştiği zannedilen ülkelerde de ciddi bir potansiyel tehlike oluşturmaktadır. Hatta göçmenlerin, işsizlik, suç ve barınma gibi sosyal sorunlara neden oldukları" gerekçesiyle hedef alan ve canlı olarak yakma gibi oldukça ağır şiddet saldırıları şeklinde gelişen olaylar tüm dünyanın dikkatinin nefret suçlarına odaklanmasına neden olmuştur. Kadınlar: Tüm çalışmamız boyunca belirttiğimiz üzere nefret suçlarının temelinde bir iktidar ilişkisi daha açıkçası ezen – ezilen ilişkisinin varlığından bahsetmekteyiz. Dünya genelinde kadınların durumuna bakıldığında sosyo – ekonomik olarak geri olmaları, katmerlenmiş erkek egemen ideoloji ile birlikte kadınlar sırf cinsel kimliğinden dolayı nefret suçlarının mağduru olabilmektedir. Ancak gene yapılan bir araştırmada kadın işverenlerin yanında çalışan erkeklerinde uğradıkları nefret suçu yüzdesinin erkeklere yaklaştığı tespit edilmiştir. Eşcinseller (Homofobi): Birçok toplum tarafından sapkınlık, düşkünlük olarak tanımlanan eşcinsellik ve cinsel yönelim farklılıkları nefret suçlarına en açık konumdaki kişileri oluşturmaktadır. Nefret suçları içinde saldırıların %15’i eşcinsellere karşı uygulanan ayrımcılık ve suçlardır. “1980 yılında Darbenin lideri Kenan Evren, Bülent ERSOY başta olmak üzere ne kadar homoseksüel ve travesti varsa otobüslere bindirerek, ikametlerini İstanbul'dan kaldırarak onları Eskişehir'de ikamet etmeye mecbur etmişti”7. Devlet başkanı sıfatıyla, bir kısım insanları zorunlu ikamete tabi tutmanın garabetini tarif etmek dahi gereksizdir. Etnik Azınlıklar: Nefret suçları organizasyon, toplum veya ulusal sınırlar içinde yaşayan azınlık gruplarına karşı işlenen suçlar olmaktadır. Burada ilginç olan bazen sayısal olarak çoğunlukta yer alanlara karşı da nefret suçu işlenebilmektedir. Amerikada yapılan araştırmalara göre nefret suçu mağdurlarının yüzde 14’ü etnik kökenleri yüzünden ayrımcılık ve saldırıya uğramaktadırlar. Çingeneler: Nefret suçlarının tüm dünyada en önemli mağdurlarından biride çingenelerdir. Çingeneler o kadar öteleştirilmişler, yok sayılmışlardır ki, İkinci Dünya savaşında katledilirken sayıları bile kayıt altına alınma ihtiyacı duyulmamıştır.
Gençler: İş görüşmesinde gençlerden uzun sürede edinilebilecek birikim ve bilgi aranması. Engelliler: Tuhaftır belki ama nefret suçuna konu olan bir başka azınlık grubu; engellilerdir. Zihinsel engellilere ve çocuklara uygulan nefret suçlarının temelinde toplumun önündeki engel olarak görme ve güç tatminini aramaktır. Toplumun çocuklara ve engellilere gösterdiği katkı ise faili tetiklemektedir. Engeli nedeniyle nefret suçlarına maruz kalanlar, toplam mağdurlar içinde yüzde 1’lik dilimi oluşturmaktadır. Nefret suçu mağdurlarında genel olarak; Toplusal ilişkilerde zayıflık, Öfke ağırlıklı yoğun duygular Depresyon, Öğrenme sorunları, Mesleki bütünlük ve benlik duygusunu zedelenmesi, Kişinin kendine yönelik kuşkusunu artması, Paranoya’ya ve kafa karışıklığı, Güven duygusunu yitirilmesi, Mağdur kendisini yalıtması, Huzursuzluk, Korku, Utanç, Öfke Endişe Savunma refleksi ile kendi ile aynı durumda olanlara daha yakınlaşma duyguları görülebilmektedir. MEDYA – İNTERNET VE NEFRET SUÇU İLİŞKİSİ Şüphesiz nefret suçlarının medyada veriliş biçimlerine bakıldığında “nefret suçunun işlenme gerekçesi, neden sorusuna cevap aranması, veriliş biçiminin nefret suçlarının yaygınlaşmasına veya görmezden gelinmesine yol açıp açmadığı, kurbanın suçu hak ettiğine dair önyargılı tutumyn devam edip etmediği vs” karmaşık sorular ve yanıtlarla karşılaşmaktayız Kamuoyunun, nefret suçlarına ilişkin duyarlılığını ve farkındalığın yaratma/arttırma konusunda medyaya önemli görevler düşmektedir. Gazetecilerin Hakları ve Sorumlulukları Bildirgesi'nde yazar, “Gazeteci insan hakları ve barıştan yana olmalıdır”der8. Medya nefret suçlarını insan hakları odaklı habercilik bağlamında ele almalı, haber üretim ve sunum aşamalarında nefret suçlarının hedefi konumundaki grupların temsilini ve katılımını göz ardı etmemelidir9 Dünyada ve Türkiye’de internet ortamına da yansıyan nefret söylemlerinin takip edilmesinin ve bunların deşifre edilmesi çok ciddi anlamda hayati öneme sahiptir. İnternet ortamı nefret suçlarının en hızlı, en kontrolsüz ve en organize olduğu alan olarak önümüzde durmaktadır. Bu nedenle de internet ortamının ülkede ciddi takip edilip, suçun ve suçluların en kısa zamanında deşifre edilmesi gerekmektedir. Türkiye’yi sarsan birçok nefret suçu olayının meydana gelmesi zamanında internet ortamının takibi ile engellenebileceği herkesin kabulündedir. NEFRET SUÇLARINA İŞ HAYATI AÇISINDAN BAKIŞ Adil Ticaret: "Fair Trade" (Adil Ticaret) Gelişmekte olan ülkelerde küçük çiftçilerin haklarını gözeten, çocuk işçi çalıştırılmasına karşı olan, sosyal projelerde destek sağlayan, geri dönüşümlü ürünler kullanan ticari işletmelerin faaliyetlerinde kullandıkları bir nitelendirmedir. Ticaret ilkelerinin sadece piyasa değerlerine göre değil, moral değerlere göre de oluşturulmasına inanan bir hareket olarak adil ticaret hem bir "insan hakları hareketi" hem de bir "siyasal harekettir.10 Marketlerde gezinen ve market arabalarını dolduran tüketiciler, hem ürün seçimleriyle hem de ödedikleri para ile ekonomik ve siyasal görüşlerini, eğilimlerini aktarma yolunu buluyorlar. Artık, "dünyanın neresinde ve hangi koşullarda üretilirse üretilsin" anlayışının, en azından tüketiciler açısından değişmeye başladığı rahatlıkla görülebiliyor”11. Adil Ticaret ile tüketicilerin tüketmemeyi amaçlayan boykot gibi olumsuz eylemlerinin yerine, tüketim tercihlerinden siyasal bir eylem çıkartılmasını hedefleyen bir harekettir12. Nefret suçu karşıtları, mağdurları, tüketiciler, fair trade etiketi olan ürünleri satın almaya teşvik edilmektedirler. Bu şekilde, tüketiciler kullandıkları ürünün üretildiği yerdeki işçilere, hem finansal hem de sosyolojik açıdan, insan haklarına uyan adil bir şekilde davranıldığını bilmektedir13. Tüketici bu fair trade unvanlı üretim yapan firmaların mal ve hizmetlerini tercih etmekle çalışanları arasında ayrım gözetmeksizin, üretime katkı koyan herkese eşit davranarak, haklarının korunması ve savunulmasına destek olmaktadır14. Dünyanın içinden geçtiği ekonomik krizde, birçok işletme satış kaybı yaşarken, Nefret suçu işlemeyen, "Adil Ticarete" uyan ve fair trade unvanının taşıyan işyerlerinin ciroları geçen yıla göre yüzde 40 civarında arttığı bilinmektedir. Şirketler Elemanlarını Ayrımcılığa Karşı Nasıl Koruyor: Nefret Suçları kanunu Amerika’da pek çok şeyi değiştirdi; özellikle iş yerlerinde yasanın yürürlüğe girmesiyle ayrımcılık büyük ölçüde azaldı. Amerika’da, bugün pek çok büyük şirket, eleman alımları sırasında çalışanlarına bir metin imzalatıyor. Bu metne imza atan elemanlar, hiç bir şekilde ayrımcılık yapmayacaklarına dair söz vermiş oluyorlar. Bu metinlere göre iş yerlerinde çalışanların birbirlerini, cinsel kimliğinden (kadın, erkek, gay, lezbiyen) dinsel kimliğinden (müslüman, yahudi, vs.) yaşından (genç, yaşlı) ve fiziki durumundan ( sakat, sişman vs.) dolayı sözlü, yazılı, görsel, şaka ve ima yoluyla taciz etmemeyi taahhüt etmektedirler. Bu taahhüdün ihlali halinde işçinin iş akdi haklı nedenle fesh oluyor. Hiç bir insanoğlu, horlandığı, kabul görmediği, önünün kesildiği bir yerde çalışmaz, üretemez; imkânı varsa terk eder, yoksa orada kalır ve karşı çıkar. Ancak Nefret Suçları, böyle bir çatışma ortamına yol açan sebepleri baştan ortadan kaldırır. Çünkü bu yasa, başkasının etnik kimliğine, cinsel kimliğine dinsel kimliğine ve politik kimliğine karşı zorunlu saygıyı getirecektir. Saygı duymayan, saygı göstermeyen cezalandırılacaktır. İş barışıda ancak bu şekilde sağlanacaktır. NEFRET SUÇLARINA İŞ HUKUKU AÇISINDAN BAKIŞ Mobbing, özellikle hiyerarşik yapılanmış gruplarda ve kontrolün zayıf olduğu örgütlerde, gücü elinde bulunduran kişinin ya da grubun, diğerlerine psikolojik yollardan, uzun süreli sistematik baskı uygulamasıdır. Mobbing duygusal bir saldırıdır. Yaş, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeden, taciz, rahatsız etme ve kötü davranış yoluyla herhangi bir kişiye yönelen saldırganlıktır. Kişiyi iş yaşamından dışlamak amacıyla kasıtlı olarak yapılır. Kişinin saygısız ve zararlı bir davranışın hedefi olmasıyla başlar. İşveren ima ve alayla, karşısındakinin toplumsal itibarını düşürmeye yönelik saldırgan bir ortam yaratarak kişiyi işten ayrılmaya zorlar. Nefret Suçları kurumsal ilişkilerde, organizasyon bozukluğunun daha fazla olduğu işyerlerinde, disiplin getirmek, verimliliği artırmak, refleksleri koşullandırma (askeri disiplin) öne sürülerek yapılmakta ve meşrulaştırılmaktadır. Yapılan araştırmalarda görülmüş ki Mobbing’e uğrayanların genel özellikleri, işini çok iyi yapan; ilişkileri olumlu olan ve çevresindekilerce sevilen; çalışma ilkeleri ve değerleri sağlam, dürüst ve güvenilir, kuruluşa sadık; zorbanın yeteneklerinden üstün özelliklere sahip olan kişiler. Bazende işyerinde sessiz, korumasız, iletişim kuramayanlar da mobbingin hedefi olabiliyor. NEFRET SUÇLARINA CEZA HUKUKU AÇISINDAN BAKIŞ Türk Ceza Kanunu 3. maddesi de adalet ve kanun önünde eşitlik ilkesini düzenler. Madde metninde “Ceza kanunun uygulanmasında kişiler ararsında, ırk, dil, din, mezhep, m,illiyet, renk, cinsiyet, siyasal veya sosyal köken, doğum, ekonomik ve diğer toplumsal konumları yönünden, ayrım yapılamaz ve hiç kimseye ayrıcalık tanınamaz” der. Nefret suçları ve ayrımcılık en başta bu maddeyi ihlal etmektedir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 122. maddeye göre “Belirtili nedenlerle kişiler arasında ayrım yaparak mal satım, işe alım, hizmeti sunmama veya ekonomik özgürlüğün engellenmesi gibi durumlar ayrımcılık olarak kabul edilip 6 ay - 1 yıl arası cezaya tabi tutulmuştur. TCK 122 maddesi teknik anlamda ayrımcılık suçuna karşılık geldiği söylenebilir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun "Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama" başlığıyla düzenlenen 216. madde nefret suçlarında uygulanması gereken ve nefret suçlarını tam oalrak karşılamasa dahi nefret suçlarını cezalandıran bir madde olarak kabul edilebilir. TCK 216 maddesine "Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı bakımından farklı özelliklere sahip bir kısmını diğer bir kesim aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimsenin" bu davranışı kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlike oluşturması halinde eylem 1 yıl - 3 yıl arası olmak üzere cezalandırılmaktadır. Ancak uygulamaya bakıldığında uygulayacıların TCK 216. maddesini daha çok nefret suçu mağdurlarını cezalandırmak için kullandıkları görülmektedir. Bizdeki mevcut Ceza Kanunu maddesinin nefret söylem ve suçlarını tespit ve cezalandırmasına yönelik içeriğinin zenginleştirilmesi ve dünyadaki güncel uygulamaları gözetilerek bir uygulama alanı bulması geleceğimiz adına hayati öneme sahiptir.”15 ABD Yüksek Mahkemesi (Supreme Court) Wisconsin v. Mitchel yargılamasında oybirliği ile vermiş olduğu kararda da belirtildiği gibi "önyargı ile işlenen suçlar intikam suçlarına daha kolay yol açar, mağdurlara daha çok duygusal zarar verir ve toplumsal huzursuzluk oluşturur. Mutluluğa en çok zarar veren suçlara daha ağır cezalar vermek akla daha yatkındır". Yüksek Mahkeme yine nefret saiki ile suçun Mahkemeye göre "belirli gruplara karşı beslenen nefret yüzünden işlenen suçlar sadece mağdurlara zarar vermekle kalmıyor, mağdurla aynı gruba üye olanlara güçlü bir hoşgörüsüzlük ve ayrımcılık mesajı gönderiyor" tespitinde bulunmaktadır. Yüksek mahkemenin kararında çok doğru tespit ettiği gibi mağdur bir kişi gibi görünsede mağdur bir topluluk olduğundan suçun cezasıda ona uygun olmalıdır. Toplumun tümünün uzlaşma ve mutabakat metni olarak kabul edilen anayasasının 10 maddesinde “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar”der. Anayasanın 10 maddesi tüm vatandaşların arasında eşitliğin tartışılmaz olduğunu ve eşitliğin yaşama geçirilmesinde devlet sorumluluğunun varlığını tartışılmaz şekilde ortaya koymuştur. Türkiye'de genellikle “lack of awareness” yani farkında olmama durumu var. Türkiye'de ideolojik anlamda ırkçılık yok. Yani kime sorarsanız sorun, ırkçılığı olumlu bir şey olarak tanımlamaz16. “Almanaya'da, Türkiye kökenli biri işkence görürse işkence adını hemen koyabilirler. Türkiye'de biri işkence gördüğünde işkence adı kolay konmaz”17 örneğinde olduğu gibi. Ancak yaşamın içinde dikkatlice bakıldığında çok fazla ve durmadan artan nefret suçlarının varlığı görübilmektedir. Avrupa Güvenliği İşbirliği Teşkilatının 2007 yılı raporu. Rapora göre, kuruluşa üye 56 ülkenin sadece 15'i şiddet içeren ve şiddeti teşvik eden nefret suçlarıyla etkili biçimde mücadele ediyor. Diğer üye ülkelerde nefret suçları ceza kapsamına girmesine rağmen, nefret söylemine bağlı suçlarda artış olduğu göze çarpıyor. Buna rağmen açılan dava sayısı artmıyor, savcıların gereken takibatı yapmadığı görülüyor. AGİT, üye ülkelerde nefret suçlarının önlenmesi konusunda üç noktaya dikkat çekiyor.
İkincisi, nefret suçlarının en ağır cezalarla yargılanması için gerekli yasal düzenlemelerin yapılması; var olan yasaların gerektiği biçimde kullanılması.
Buradaki dezavantaj, -kanunların uygulanması esnasında sıklıkla karşılaşılan- azınlıkların korunması amacıyla öngörülmüş hükümleri 'baskın' olan kimlikleri korumaya yönelik yorumlayan yargısal tutumların getirilmesidir. Bazı nefret suçları ceza adalet sistemi kurban edilmektedir. Dolayısıyla, bu kanun uygulayıcı yetkililerin duyarlı olmayarak veyahut gruba karşı önyargılar nedeniyle nefret suçları resmi evraklarda yok görünüyor. Oysa, mağdurları “ırkçılığın ayrımcılığın objesi haline gelip sonradan hakkını arama durumuna sokmaktansa, baştan yasaklayıp cezalandırmak daha etkili bir mücadele yöntemiymiş gibi geliyor”18. NEFRET SUÇLARI İLE MÜCADELE YÖNTEMLERİ *) Zorbaya, tüm çalışma arkadaşlarının önünde veya bulunulan toplumsal ortamda açıkça ve deşifre edici şekilde itiraz etmek gerekir. *) Nefret suçu mağdurlarının bir araya geldiği örgütlerde yer almak, örgütlü mücadele etmek. *) Nefret Suçları ile mücadele eden örgütlere destek olunmalıdır. *) Gerek kamu gerekse işveren tarafından, mağdurların dava açması teşvik edilmelidir. *) Adalet Bakanlığı tarafından açılacak davalar harçtan muaf tutulmalıdır. *) Barolar ücretsiz avukat desteği sağlanmalıdır. *) Konuya ilişkin davalarda “Mümkün olduğunca ispat yükümlülüğünün ters çevrilmesi yönünde tavsiyeler yapılmlıdır”19. *) İşveren tarafından nefret suçu işlenmesi veyahut işverenin nefret suçuna göz yumduğunun tespiti halinde ağır maddi cezalar uygulanmalıdır. *) Mobbing konusunda bir bilinç oluşturulması, İşverenin keyfi davranışlarının sınırlandırılması, ortadan kaldırılması için Sendikaların bu konuda etkinliklerinin artırılması, TİS’ne konuya ilişkin hükümler konmalıdır. *) Kolluk görevlileri, toplum liderleri, eğitimciler, araştırmacılar ve politika birlikte nefret suçları durdurmak için çalışmalıdır. *) Nefret suçu ile ilgili olarak yapılan başarılı çalışmaları öne çıkarmak gerekmektedir. Çünkü başarısızlıklar, suçla mücadele eden insan ve grupları yalnız ve savunmasız bırakır.
*) Kültürler arası anlayış ve takdiri geliştirecek çeştili festival, gezi, kültür tanıtım çalışmaları yapılmalıdır. *) Nefret suçları ile mücadeleye çocukluk döneminde başlamalıdır. *) Öğretmenler, yöneticiler önyargıya ve nefret olaylarına karşı okul içi eğitim veya oyunlarda müdahale edici olmalıdır. *) Genel bir bilinçlendirme ve bilgilendirme politikası gerekiyor, kampanyası değil20. *) Çalışanlar, hizmet verilen kişiler, hizmetin verilişi, örgütün çalışma biçimi, sistemi ve yaşanan süreçler hakkında kontrollü ya da kontrolsüz her türlü davranış kurumsal kimliği oluşturmaktadır. Kurumsal kimliğe nefret suçunun izi düşmemesi için gerekli hassasiyet gösterilmelidir. *) Tüketici olarak fair ticaret logo’lu ürünler tercih edilmelidir. *) Bireysel ve kurumsal hafızalardaki yerleşmiş önyargıların ve kalıpların çözülmesi için "unutmayı öğrenmek" şeklinde ifade edilen bir sürecin devreye sokulması gerekmektedir. Kurumların hafızaları zaman zaman da yeni durumlara adapte olmanın önünde bir engel olabilmektedir. Bireylerin ve kurumların hafızalarını aşamalı ve sürekli iyileştirme ve değişime tabi tutmak gerkmektedir. Sürece yayılacak küçük değişikliklerle uzun vadede ciddi çözümler getirecektir. *) Nefret suçlarının sosyal açıdan kınanması kanunlara yansıtılmalıdır. Bu yöntem zarar gören topluluklar açısından son derece önemlidir, ceza kanunlarına güveni sağlar, sosyal yarılmaları onarır. SONUÇ *) İşlenen suç sadece kişileri etkilememektedir. Aynı zamanda özgür bir toplum idealini de sarsmaktadır. Bu nedenle nefret suçlarının takibi ve cezalandırılmasında kamusal güç çok öne çıkarılmalıdır. *) Nefret suçları sadece belirli gruplara karşı değil aynı zamanda o grubun bireylerine karşı da nefreti körüklemektedir. Her neferet suçu yeni sanıklar yarattığı göz önüne alınarak her engellenen nefret suçunun bir dizi yeni nefret suçunu engelleyeceği bilinmelidir. *) Bu tür suçlar bütün bir toplumu, organizasyonu sindirebilir ve etkisi altında tutabilir. Bu durun sağlıklı demokrasi sürecinin yaralanmasına neden olur. Demokratik toplumlarda vatandaşlar inançlarını tasvip ettirmek zorunda değildir. Demokratik toplumlarda ve organizasyonlarda, kimse başkalarının inançlarına inanmak zorunda da kalmaz. *) Maalesef nefret suçları devletler, terörle müacedele adı altında, toplum içersindeki belirli inanç sistemine bağlı gruplara karşı, söz konusu grupları krimilanize edecek yasalar çıkarmayı benimsemişlerdir. Son yıllarda çıkartılan çok sayıda ‘terör’ yasasından dolayı belirli gruplar ve topluluklara düşmanlık ve nefret ile bakılmaktadır. *) Nefret suçları, “iyi niyetli” yargıçların insiyatifine bırakılamayacak kadar ciddi bir sorundur. Sıradanlaşan nefret suçları toplumun bir parçası olan yargılama makamları tarafından da kabul görmektedir. Bu kabul çoğunlukla cezasızlığı da beraberinde getiriyor *) Nefret tohumlarının daha da derinlere inmeden sökülmesi için burada yapılan tespitleri aşan ek önlemler alınması gerektiği son derece açıktır. *) Bir nefret suçu mağdurunun karısının dediği gibi "bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim…”21 Cemalettin GÜRLER (Avukat) A.Ü. Hukuk Fak. Adalet M.Y. O. Öğr. Gör. ATAMAN Hakan, CENGİZ Orhan Kemal; Tükiyede Nefret Suçları, İnsan Hakları Gündemi Derneği, 2009 KORKUT Levent, Ayrımcılık Karşıtı Hukuk, İnsan Hakları Gündemi Derneği, 2009 http://www.durde.org/index.php/tag/nefret-suclari/ http://www.durde.org/makale/durde/nefret-su%C3%A7lar%C4%B1yla-m%C3%BCcadele-ve-medya http://www.taraf.com.tr/makale/2894.htm http://tr.wikipedia.org/wiki/Mobbing Ankara 8. İş Mahkemesi\'nin, 20/12/2006 Tarih, 2006/19 E, 2006/625 K sayılı kararı http://www.ehukuk.org/hukuk/modules.php?name=Forums&file=viewtopic&t=167 Çise ÜNLÜER, http://www.kibrisgazetesi.com/index.php/cat/l /col/142/art/l 2304/PageName/Ana_sayfa Prof Dr. Yavuz ODABAŞI, Radikal 2 Gazetesi, 04.02.2007 1 Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) tanımına göre; “Bir şahsa veya mülküne karşı işlenen herhangi bir suçun kaynağı o kimsenin ırkı, rengi, etnik kökeni ya da uyruğu, dini, cinsiyeti veya cinsel yönelimi, cinsiyet kimliği, yaşı, fiziksel veya zihinsel engelleri yahut buna benzer bir aidiyeti ise, bu suç nefret suçudur”. 2 Doç Dr Gün KUT ile görüşme; Hakan ATAMAN, Orhan Kemal CENGİZ, Türkiye’de Nefret Suçları İnsan Hakları Gündemi Dermeği yayını s.18 3Türkiye'de Nefret Suçları, H. ATAMAN, O.K. CENGİZ, Ömer LAÇİNER ile söyleşi, s. 64 4Türkiye'de Nefret Suçları, H. ATAMAN, O.K. CENGİZ, Ömer LAÇİNER ile söyleşi, s. 66 5Türkiye'de Nefret Suçları, H. ATAMAN, O.K. CENGİZ, Fatmagül BERKTAY ile söyleşi, s. 66 6Türkiye'de Nefret Suçları, H. ATAMAN, O.K. CENGİZ, Ali BAYRAMOĞLU ile söyleşi, s.28 7 Türkiye'de Nefret Suçları, H. ATAMAN, O.K. CENGİZ, Ali BAYRAMOĞLU ile söyleşi, s.26 8 Türkiye'de Nefret Suçları, H. ATAMAN, O.K. CENGİZ, Tolga KORKUT ile söyleşi, s. 49 9 http://www.durde.org/makale/durde/nefret-su%C3%A7lar%C4%B1yla-m%C3%BCcadele-ve-medya 10 Prof Dr. Yavuz ODABAŞI, Radikal 2 Gazetesi, 04.02.2007 11 Prof Dr. Yavuz ODABAŞI, Radikal 2 Gazetesi, 04.02.2007 12 Prof Dr. Yavuz ODABAŞI, Radikal 2 Gazetesi, 04.02.2007 13 Çise ÜNLÜER, http://www.kibrisgazetesi.com/index.php/cat/l /col/142/art/l 2304/PageName/Ana_sayfa 14 Çise ÜNLÜER, http://www.kibrisgazetesi.com/index.php/cat/l /col/142/art/l 2304/PageName/Ana_sayfa 15 http://www.e-hukuk.org/hukuk/modules.php?name=Forums&file=viewtopic&t=167 16Türkiye'de Nefret Suçları, H. ATAMAN, O.K. CENGİZ, Gün KUT ile söyleşi, s.19 17Türkiye'de Nefret Suçları, H. ATAMAN, O.K. CENGİZ, Tolga KORKUT ile söyleşi, s. 48 18Türkiye'de Nefret Suçları, H. ATAMAN, O.K. CENGİZ, Gün KUT ile söyleşi, s.21 19 Doç Dr Gün KUT ile görüşme; Hakan ATAMAN, Orhan Kemal CENGİZ, Türkiye’de Nefret Suçları İnsan Hakları Gündemi Dermeği yayını s.16 20Türkiye'de Nefret Suçları, H. ATAMAN, O.K. CENGİZ, Gün KUT ile söyleşi, s.22 21 Rakel DİNK.
NEFRET SUÇLARI ve İŞ HAYATI
Yaşlılar: Yükselen hayat standartları, tıbbi gelişmeler doğal olarak insan ömrünü uzatmış, toplam nüfus içinde yaşlı nüfus oranı hızla arttırmıştır. Bunun doğal sonucu olarak yaşlılarda nefret suçunun mağduru olabilmektedir. Örneğin iş görüşmesi sırasında bir aday, sırf yaşı geçkin diye geri çevirilmesi buna örnektir.NEFRET SUÇLARININ MAĞDURUN ÜZERİNDE Kİ ETKİLERİ
Birincisi, nefret suçlarının izlenmesi için devlet bünyesinde gerekli birimlerin oluşturulması, var olan birimlerin güçlendirilmesi ve kamuoyuna bu konuda raporlar sunulması.
Üçüncüsü, medya kanalı ile işlenen suçların, hedef göstermelerin mutlaka cezalandırılması; yasal süreç hakkında kamuoyunun bilgilendirilmesi.
*) Çok büyük şirketler nefret suçlarının oluşmasını engellemek hafta sonu etkinlikleri, motivasyon günleri, şirket yemekleri, hafta sonu piknikleri ya da takım oyunları adı altında çeşitli yöntemler uygulamaktadır. Bu eğitim çabaları, gruplar arasında düşmanlık azaltılması, topluluklar arası ilişkileri teşvik etmek ve cesaret vermektedir.
KAYNAKÇA