6 Temmuz 2010

DİRENME HAKKI ÜZERİNE (2)‏

DİRENME HAKKININ TARİHSEL GELİŞİMİ

Av. Ali Ersin GÜR

“…İnsanın istibdat ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için...” (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, başlangıç, 10.12.1948)


Direnme hakkının pratikte kullanılması, yöneten ve yönetilen ayırımının doğuşu ile başlamış olmasına rağmen, bu hakkın teorik olarak dillendirilmesi pek de o kadar eski değildir.
Buna rağmen insanlık tarihi, zulme ve haksızlıklara karşı zengin direnme hareketleriyle doludur. Zamanla toplumsal ve bireysel bilincin gelişmesiyle birlikte, maddi yaşamın dayattığı direnme gerçeği, bir hak olarak tanımlanmış ve genel kabul görmüştür. Bugün ise bir hak olduğu kadar aynı zamanda bir görev olarak da kabul edilmektedir.

Direnme hakkı kavramının bilinen ilk kullanımı, Ortaçağ Hıristiyan felsefecileri tarafından gerçekleştirilmiştir. Bundan önce, Eski Yunan ve Roma dönemlerinde böyle bir tanımlamaya rastlanmaz. Ancak Ciceron, De Officiis isimli yapıtında zalimlerin öldürülmesine hak verir.
Direnme hakkının ortaya atılması ve savunulması, Ortaçağda Kilise ile Krallar arasındaki iktidar mücadelesinin başladığı döneme tekabül eder. Kilise bu dönemde kendisini meşrulaştırmak ve Krallarla tutuştuğu mücadelede güç kazanarak zaferle çıkmak için

“zalim hükümdara karşı direnme hakkını bir silah olarak kullanmıştır. İlk olarak İngiltere’de onikinci yüzyılda, John of Salisbury tarafından zalimlerin katlinin teorik anlamda tartışıldığı ve bunun meşruluğunun savunulduğu görülür. Daha sonraki yüzyıllarda ...Jean Petit, Boucher ve Mariana gibi katolik yazarlar tarafından da bu konu işlenmiştir.”(6)

Ancak bu dönemde direnme hakkından anlaşılan, zalimin öldürülmesinden başka bir şey değildir. Yine de direnme hakkının bugünkü anlamına ulaşmasında bu çabaların rolü önemlidir.

Modern anlamda direnme hakkı konusunda sistematik biçimde fikir geliştiren ve temelini atan kişi Thomas Aquinas’tır. Direnme hakkını kabul eden Thomas Aquinas, zalimlerin öldürülmesine karşıdır. Ancak, zorbalıkla iktidarı ele geçirenlere veya meşru yollarla iktidar olup daha sonra zulüm yoluna sapanlara karşı, halkın ayaklanarak onu devirme hakkı vardır.
23 ağustos 1572 tarihinde Fransa’daki Saint-Barthelemy kıyımında bir gecede binlerce protestanın boğazlanarak öldürülmesi üzerine, protestan yazar ve düşünürler zulme karşı her türlü araç ve yöntemle karşı çıkılmasını haklı gösteren kitaplar ve yazılar yayınlamışlardır.
Kilise ile Krallar arasındaki savaşın son bulmasıyla birlikte direnme hakkının savunulması da popülaritesini yitirmiş ve hatta bir kenarda unutulmuş olduğunu görüyoruz. Ta ki On yedinci yüzyılda mutlak hükümdarlarla halk arasındaki mücadele söz konusu oluncaya kadar. Yanı feodalizm ile burjuvazinin iktidar mücadelesi başlayıncaya kadar.
Tarihte hep böyle olmuştur. Ne zaman ki eskinin bağrında yeni güçler gelişip iktidara ortak olmak ve hatta tek başına onun yerine iktidar olmak istemişse, kendi meşruluğunu topluma kabul ettirebilmek ve kurulu düzeni alaşağı edebilmek için direnme hakkına sarılmışlardır. Yeni sınıfın temsilcileri, gerek halkı yanlarına çekerek güç biriktirmek ve gerekse mevcut iktidarı zayıf düşürmek için buna ihtiyaç duymuşlardır. Sorun bir biçimiyle meşruluk tartışmasını da içermektedir. Bir yandan kurulu olana karşı, yönetilenlerin tepkileri maddi bir harekete dönüştürülerek iktidarın el değiştirmesi sağlanırken, diğer yandan da iktidara talip olan yeni güçler, kendi iktidarlarının meşruluğunun yolunu açmış olurlar. Bunun içindir ki bir taraftan eski ile yeni arasında yaşamın her alanında çatışmalar sürerken, diğer yandan, yeninin ideologları da direnme hakkının teorisini oluşturup kuramsallaştırmışlardır.

Doğaldır ki iktidar mücadelesi veren her toplumsal güç, kendi doğrularını topluma kabul ettirebilmek için, kendi ideolojisini geliştirir. Zira iktidar olma kavgası, bugünden yarına başarıya ulaşacak bir çaba olmadığı gibi, sadece alt yapıdaki gelişmeler ve hakimiyet de tek başına yeterli olmaz. Bunun yanında üst yapı kurumlarında da hakimiyeti gerekli kılar. İşte tam da bu noktada yeni gücün, yeni bir ideolojik yaklaşıma ihtiyacı olacaktır. Gelişmekte olan yeni güç, hukuk sistemini, eğitimini, ibadet kurumlarını vs. kendi anlayışına uygun olarak yeniden düzenlemek zorundadır. Aslında bu işleri, hiçbir şekilde iktidarı ele geçirmeden sonraya bırakmaz. Aksine, eskinin bağrında ve eski kurumların yanı başında bu yeni alternatif kurumlar oluşturulur. Bu kurumlar, iktidarın ele geçirilmesinde büyük hizmetler gördüğü gibi, bir kez iktidar elde edildikten sonra da yeni iktidarın ayakta kalmasını ve devamını sağlar.

Burjuvazi ile feodalizm arasındaki iktidar mücadelesinde, direnme hakkını burjuvazi adına formüle edip savunan kişilerden biri de John Locke’dir. Locke, halkın direnme hakkını “Toplum Sözleşmesine” dayandırmaktadır. Locke’ye göre, siyasal iktidarın görevi:

“fertlerin tabiat halinde sahip oldukları ve sözleşme hükümlerine göre kendilerine alıkoydukları hakların ve hürriyetlerin korunmasıdır. Siyasal iktidarı kullanan (kral veya kanun koyucu) toplum sözleşmesinin bu temel hükmüne saygı göstermezse, kendisine tanınan yetki sınırlarını aşmış ve sözleşmeyi bozmuş olur. O zaman halkın da ona itaat etmek zorunluluğu ortadan kalkar. Bu duruma iktidar tarafından itaate zorlanmak istenirse, buna karşı direnmek halkın en tabii hakkıdır. (7)

Locke’den sonra da pek çok hukukçu ve sosyolog, direnme hakkını savunmakla beraber aralarında farklı yaklaşımlar da söz konusu olmuştur. Başta Duguit olmak üzere bir kısım hukukçu (François Geny, Georges Burdeau vs), direnme hakkını, hukukun ve adaletin teminatı olarak görürken, Jeze, Duez, Barthelemy, Waline ve benzeri hukukçular, genel anlamda bu hakkın varlığını kabul etmekle birlikte, direnme hakkının hukuki planda ele alınıp pozitif hukukta formüle edilemeyeceğini ve zulme karşı direnmenin hukuki değil siyasi bir olgu olduğunu savunmuşlardır.

Birinci gurupta yer alan “..Duguit’ye göre, idare edenlerin objektif hukuka aykırı olan karar ve emirlerine uymamakla, hatta gerekirse ayaklanarak baskı yoluna sapan iktidarı devirmekle fertler tamamen hukuka uygun ve meşru bir davranışta bulunmuş olur: zira bu davranış, meşruluğunu yitirmiş ve kaba kuvvet haline dönüşmüş bir iktidarı iş başından uzaklaştırmak ve hukuku yeniden üstün kılmak amacına yönelmiştir....
Geny de zulme karşı direnmenin makul bir surette anlaşılması ve amacına uygun, ölçülü olarak kullanılması halinde adaletin ve hukukun en büyük teminatını teşkil ettiğini söylemiştir...” (8)

Bu değerlendirmelere bakılırsa, her iki hukukçu da direnme hakkını bir anlamda toplumun zalimlere ve meşruluğunu yitirmiş olan iktidara karşı, bir nevi meşru müdafaası olarak kabul etmekte ve savunmaktadır. Ancak müdafaada bulunanların da amaca uygun ve ölçülü davranması gerektiğini savunmaktadırlar.

İkinci gurupta yer alanlardan Gaston Jeze, Kamu Hukuku Devletlerarası Enstitüsü’nün 1928 tarihli oturumuna sunduğu “Ferdi Hürriyetler” başlıklı tebliğinde şu görüşlere yer vermektedir;

“...Şiddete müracaat keyfiyeti, bir anayasaya derc edilebilecek hukuki bir vasıta değildir. Bu tamamen siyasi bir iş, milli amme kuvvetiyle fertlerin hususi kuvveti arasında, harbin bütün ihtimal ve tehlikelerini arz eden bir iç savaş halidir. Bir iç savaşı ise tanzim etmemek lazımdır. Ferdi hürriyetleri vaki tecavüzlere kuvvet kullanarak mukavemet, mahz bir vakıa’dır. Eğer zulme mukavemet muvaffak olursa, bu bir ihtilal demektir. Şayet muvaffak olamazsa, bu, failleri hakkında şiddetli cezaları mucip bir ayaklanmadan ibaret kalır. Hiçe sayılan ferdi hürriyetlerin korunması için bir iç savaş yoluna müracaat eden fertlere karşı, anayasada veya diğer kanunlarda, bu hareketlerinin meşru olduğuna dair bir hüküm bulunmamalıdır. Bittabii bu sözlerimiz, fertlerin, elleri ayakları bağlı olarak amme iktidarının keyfine teslim edilmeleri gerekir, demek değildir. Sadece , şiddete ve ihtilale müracaatın, muvafık bir hukuki korunma vasıtası olmadığını söylüyoruz.(9)

Burada dikkat edilmesi gereken husus, yazar tarafından direnme hakkı reddedilmiyor. Savunulan şey sadece bu hakkın varlığının veya tanınmasının anayasalarda ve yasalarda yer almaması gerektiğidir. Zira bu hakkın yasal veya anayasal güvence altına alınması, iktidarın kendi kendisini reddetmesi anlamına gelir ki bu kabul edilemez. Hakkın kullanılıp kullanılmaması sorunu, tamamen siyasi bir sorundur. Elbette ki koşulları varsa, biz yasal olarak bu hakkı tanısak da tanımasak da toplum tarafından kullanılacaktır.

Aslında bu görüşün de kendisine göre doğru yanları vardır. Elbette ki bu hakkı kullanma koşullarının mevcudiyeti halinde, hiç kimse yasaların bu hakkı kendisine tanıyıp tanımadığına bakmaz. Anayasalarında bu hakkı vatandaşlarına tanıyan ülkeler bile koydukları ceza hükümleri ve diğer yasalarla hakkın kullanımını zaten yasaklamaktadırlar.

Ancak tüm bunlara rağmen, direnme hakkının anayasalarda yer alması, yöneten ve yönetilenler üzerinde yönetilenler lehine olumlu psikolojik etkiler yaratır ve iktidarın keyfi davranışlarını sınırlayıcı bir rol oynar.

Bugün de direnme hakkı, doktrinde genel kabul gören ve dünyanın her yerinde zulme ve haksızlıklara karşı başkaldıran tüm toplumsal sınıf ve tabakalarca teorik düzeyde savunulup, pratikte yaşama geçirilmeye çalışılan bir hak olarak gündemimizi işgal etmeye devam etmektedir. Ortadoğuda Filistin Halkının varolma mücadelesi, Meksika’da Zabatistalar bunun en bariz örnekleridir.

Av.Ali Ersin GÜR


Hiç yorum yok: