27 Mayıs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
27 Mayıs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Eylül 2010

27 MAYIS İHTİLALİNDE BİLE ŞARK ISLAH PLANI UYGULANMIŞ


27 MAYIS İHTİLALİNDE BİLE;
"ŞARK ISLAH PLANI" UYGULANMIŞ



EvcioğluHaber- 1930 yıllar ülkemizde çok önemli tarih'i geçitlerle ve katliamlarla anılır.. Dersim katliamı bunların başında gelen ve bu ülkenin insanlarının unutabileceği bir durum değildir.. Ancak; 1960 da yapılan ve "27 Mayıs İhtilali" olarak anılan ve Adnan Menderes ve arkadaşlarının idamları ile ilgili hep gündeme gelen Askeri darbeyi, özellikle sağcı kesim; sol ihtilal diye algıladı..!

Oysa; uygulamalarına bakıldığında Solcu bir uygulama olmadığı ta başından bellidir.. Çünkü; Sol idama karşıdır.. Ayrıca; bu ihtilal ( Askeri darbe) solcuları işkenceden geçirmiştir.. Bunların en bilineni ise; "Ziverbey köşkünde İlhan Selçuk'a yapılan işkencedir.." Milli Birlik Komitesinin marifetlerinden... Söylermisiniz? Nasıl bir solcu ihtilal oluyor.. 27 Mayıs ihtilali?

İşte bu İhtilalciler 1930'larda yürürlüğe konmuş olan ünlü "Şark Islah Planını" 1960 lı yıllarda yeniden gündemine almış ve uygulamaya koymuştur.. Gerçi; sadece 27 Mayısçılar değil uygulayan.. 1980 Askeri darbesini yapanlarda "Şark Islah Planını" uygulamaya koymuşlar..

Bianet' de yayımlanan 1960 da "27 Mayıs, Kürtler ve Şark Islahat Planı Kararnamesi" başlıklı yazı şöyle;

Şark Islahat Planı'yla başlayan uygulamalar 1960'la yeniden gündeme geldi. Milli Birlik Komitesi, darbeden sonra 485 Kürt şahsiyeti gözaltına alıp sürgün kampında topladı. MEB, Kürtlerin inkarını amaçlayan bir "kitap" yayınladı...



27 Mayıs darbesi olduğunda ortaokul üçüncü sınıftaydım ve henüz Türkiye'de olup biten şeyleri, nedenlerini vs. sorgulayıp değerlendirecek durumda değildim.

Ama fazla zaman geçmeden ve günlük hayatımızdaki bazı değişikliklerle nedenlerini kavrayamasak da sonuçlarını görmeye başladık.

Bu darbeyle Kürtler için bir hayli "yenilik" ve uygulamalar da getirildi. İsyan ve ayaklanmalar sonrası uygulanan etkili ve sert politikalara bir süre ara verilmiş; bir süredir biraz da olsa sakinleşmiş olan bölgede bazı kıpırdanmalar olabileceğine dair algılar gelişmişti. Ülkeyi bir uçurumun kenarından kurtaran kurtarıcılar böyle hissediyorlarmış.

1925 Şark Islahat Planı Kararnamesi

İlk olarak 24 Eylül 1925 tarihli ve "Gayet mahremdir" ibaresi taşıyan Şark Islahat Planı Kararnamesi ile iki madde uygulamaya kondu:

  • "Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan bervech-i âtî Malatya, Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Hısn-ı Mansur (Adıyaman), Behinsi (Besni), Arga (Akçadağ), Hekimhan, Birecik, Çermik, vilayet ve kaza merkezlerinde hükûmet ve belediye dairelerinde ve sair mücessesat ve teşkilâtta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçeden maada lisan kullananlar evâmir-i hükûmete ve belediyeye muhalif ve mukavemet cürmile tecziye edilirler." (Madde 13)

  • "Fırat garbındaki vilayetlerimizin bazı akvamında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları behemahal men edilmeli ve kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların Türkçe konuşmaları temin olunmalıdır." (Madde 16)

Nitekim bu takıntı 12 Eylül 1980 darbecilerinde de devam etmiş, bu kez de 19.10.1983 tarih ve 2932 sayılı "Türkçe'den Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun"un 2. maddesinde de "Türk Devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dilde düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır" hükmü konulmuştu.

"Vatandaş Türkçe Konuş"

Tekrar konumuza dönersek, bu hükümlerde de açıkça belirtilmesine rağmen başaramadıkları ve her nasılsa 1930'lu ve 40'lı yıllarda akıl edemedikleri bir şeyleri hemen uygulamaya koydular ve bu kez "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyası ile cadde, sokak, kapı, duvar v.s. ne bulurlarsa her tarafa afişler yapıştırdılar.

Köy ve mıntıka isimlerinin Türkçe olmayanları, "Milli kültürümüze, ahlak kurallarına, örf ve adetlerimize uygun düşmeyen, kamuoyunu inciten adların değiştirileceği" hakkında 1587 sayılı bir kanun çıkarıldı. Sonra da her nasılsa Türkçe olan belki birkaçı hariç olmak üzere, hemen hemen tümünün isimleri değiştirilerek uydurulan bir takım Türkçe adlarla değiştirildi.

Keza aynı kararname Madde 14'te de "Aslen Türk olan fakat Kürtlüğe temessül etmek (benzemek) üzere olan bulunan mevkide ve Siirt, Mardin, Savur, gibi ahalisi Arapça konuşan mahallerde Türk Ocakları ve mektep açılması ve bilhassa her türlü fedakârlık iktiham olunarak (gösterilerek) mükemmel kız mekteplere rağbetlerinin suveri adîde (fazla miktarda) ile temîni lazımdır. Hassaten Dersim, tercihan ve müstacalen (acil olarak) leyli iptidailer (yatılı ilkokullar) açılmak suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılmalıdır."

Bu hükümden de beklenen netice alınamamış olmalı ki bu kez bölgedeki Kürt çocukların daha hızlı ve sistemli bir asimilasyona sokulabilmesi için 5 Ocak 1961 tarihli ve 22 sayılı bir yasa çıkarılarak 60 civarında Yatılı Bölge İlkokulu açıldı.

27 Mayıs'ın ürünleri

Yine 27 Mayıs askeri darbe döneminin ürünü olarak 1961 Anayasası ile Türk, Türk Milleti, Türk Devleti gibi kavramlar birçok maddede öne çıkarılmış; önceki Anayasada "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" hükmü Madde 4 ile "Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir" biçiminde değiştirilmiş; Madde 54'te ise vatandaşlık tanımında da "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür" gibi tanımlamalar getirilmiştir.

Darbe sonrasında "Doğu'daki vaziyetin çığırından çıktığı" iddia ediliyordu. Demokrat Parti (DP) içersinde bir Kürdistan Hükümeti tesis etmek üzere çalışmalar yapılıyormuş. 27 Mayıs sabahında Silvan'da ilk iş olarak bir evin çatısına Türk bayrağı çekilmiş ve bunu da "Biraz daha geç kalsaydık, Türk vatanı elden gidecekti" diye açıklamışlardı.

Milli Birlik Komitesi, 1 Haziran 1960'ta yani darbeden sadece dört gün sonra birçoğu çevrelerinde saygınlık kazanmış ve aralarında Faik Bucak'ın da bulunduğu 485 Kürt şahsiyetini gözaltına alıp Sivas'ta bir sürgün kampında topladı.

19 Ekim 1960'ta da bir sürgün kanunu çıkararak bu 485 kişiden kendileri için daha tehlikeli görülen ve yasal olarak hiçbir suça karışmamış olan 55'ini Sivas'tan alarak, Antalya, Burdur, İzmir, Muğla, Afyon, Isparta, Manisa, Çorum, Denizli vilayetlerinde sürgüne tabi tuttu.

Bakanlık Kürtleri inkar eden bir kitap yayımladı

Milli Eğitim Bakanlığı, M. Şerif Fırat'ın "Doğu İlleri ve Varto Tarihi" isimli, hiçbir bilimselliği olmayan ve sadece Kürtlerin inkarını amaçlayan "kitabı" Cemal Gürsel'in "Sunuş" yazısı ile yeniden yayınladı.

Cemal Gürsel yazdığı Sunuş'ta "…Bugün Milli Eğitim Bakanlığımızca ikinci baskısı yapılan bu eserin, bütün Türk aydınları tarafından okunması büyük faydalar sağlayacaktır. Çünkü bu eser, Doğu Anadolu'da oturan, Türkçe'ye benzemeyen bir dil konuştukları için kendilerini Türk'ten ayrı sayan, bilgisizliğimiz yüzünden bizim de öyle sandığımız vatandaşlarımızın, su katılmamış Türk olduklarını bir kere daha ispat etmektedir. Hem de inkarına imkan olmayan delillerle."

Muhafazakar çevreler darbeyi alenen kendilerine karşı olması nedeniyle onaylamazken, solcu ve Kemalist çevreler çevreyi desteklediler. Eski sol anlayış ve değerlendirmelerden uzaklaşan ve son yıllarda hiçbir askeri darbenin meşruiyet ve haklılığı olmadığını savunan insanların giderek artıyor olması Kürtler açısından olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmektedir.

"27 Mayıs'ı maaşını az bulan subaylar yaptı"

Dolayısıyla, 27 Mayıs darbesini yapanların "Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır" biçimindeki darbe gerekçelerini ciddiye alınacak hiçbir dayanağı yoktur.

Darbeyi, silahlı kuvvetler içersinde değişik rütbeli subaylarca kurulmuş bir çetenin iktidar gaspı ve askeri vesayet rejiminin kurumlaşması olarak değerlendirmek gerekir.

Tarihçi Prof. Dr. Halil İnalcık'a göre ise, "27 Mayıs'ı, maaşını az bulan subaylar yaptı". (ÜF/GG)


İstanbul - BİA Haber Merkezi
26 Mayıs 2008, Pazartesi yayımlandı..



EvcioğluHaber- 25.09.2010-Cumartesi

28 Mayıs 2010

27 Mayıs Bakanlar Kurulu Tutanakları: İlk kez!


27 Mayıs Bakanlar Kurulu Tutanakları:
İlk kez!




Yapı Kredi Yayınları, 27 Mayıs darbesi sonrası askeri hükümetinin bakanlar kurulu tutanaklarını ilk kez ve sansürsüz yayımladı. Yakın tarihin sırları ortaya çıktı…

27 Mayıs 2010 Perşembe,

KÜRŞAD OĞUZ / ÖZEL HABER

50 yıl önce bugün, Türkiye’de darbeler dönemi başladı.

27 Mayıs 1960’ta, Türk Silahlı Kuvvetleri adına yönetime el koyan Milli Birlik Komitesi (MBK) TBMM ve hükümeti feshederek her türlü siyasal faaliyeti yasakladı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, TBMM Başkanı Refik Koraltan ile bütün bakanlar kurulu üyeleri ve Demokrat Parti’nin önde gelen yöneticileri hemen tutuklandılar. İzleyen günlerde de birkaç istisna dışında bütün DP milletvekilleri gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar arasında, Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun başta olmak üzere bazı yüksek rütbeli subaylar da vardı.

28 Mayıs’ta MBK, Orgeneral Cemal Gürsel’e MBK başkanlığının yanı sıra, başbakanlık, milli savunma bakanlığı ve başkumandanlık görevlerini de verdi. Gürsel asker ve sivil üyelerden oluşan bakanlar kurulu listesini aynı gün ilan etti.

Birinci Cemal Gürsel Hükümeti’nde (30 Mayıs 1960 – 5 Ocak 1961) görev alan üyelerin sayısı, yapılan değişikliklerle beraber otuzdu. Bu hükümette beş asker ve asker kökenli üye bulunuyordu. Başbakan da dahil olmak üzere toplam üç asker üye, aynı zamanda yasama yetkisini üzerine almış olan MBK’nın da (Milli Birlik Komitesi) üyeleriydi. Beş asker üyenin arasında, iki orgeneral, bir emekli korgeneral ve bir de tuğgeneral vardı. Sözü edilen üyeler Orgeneral Cemal Gürsel, Orgeneral Fahri Özdilek, Tümgeneral İhsan Kızıloğlu, kısa bir süre sonra tümgeneralliğe terfi edecek olan Tuğgeneral Sıtkı Ulay ve emekli Korgeneral Hüseyin Ataman’dı. Diğer üyeler arasına üniversite öğretim görevlileri, yargı mensupları, değişik bakanlıklardan gelenler ve bir de işadamı vardı.

Darbe sonrasının ilk Bakanlar Kurulu, 2 Haziran 1960’ta gerçekleştirildi…

SANSÜRSÜZ YAYIMLANIYOR
Ve bugün, Türk siyasi tarihinin yakın dönemine dair yayımlanabilen pek az sayıdaki belgeye bir yenisi ekleniyor: 27 Mayıs Bakanlar Kurulu Tutanakları... Yapı Kredi Yayınları, steno ile tutulup daktilo edilen, 2 Haziran 1960-16 Kasım 1961 tarihleri arasındaki 123 Bakanlar Kurulu tutanağından ulaşılabilen 111’ini kısaltmadan ve hiçbir sansüre uğratmadan yayımlıyor. Prof. Cemil Koçak’ın özenli çalışmasıyla hazırlanan kitap, yakın dönem siyasi tarihimize açılan çok önemli bir kapı niteliğinde.

Koçak, şöyle diyor: “27 Mayıs 1960’ın 50. yıldönümünde sanırım bu belgeler geçmişimize ilişkin tartışmalarımızda önemli rol oynayacaktır. Tutanakların önemi ve değeri hakkında herhangi bir yorumda bulunmak bile gereksiz. Uzun bir süre önce, Milli Birlik Komitesi Tutanakları, ama yalnızca açık toplantı tutanakları, TBMM tarafından, tıpkı TBMM Tutanak Dergisi gibi, araştırmacılara açılmıştı. 27 Mayıs Bakanlar Kurulu Tutanakları, bir dönemin zihniyetini açığa çıkarmak bakımından önemli belge niteliğindedir.”

İki ciltten oluşan tutanaklarda (2 Haziran 1960 – 6 Ocak 1961 ve 6 Ocak 1961 – 16 Kasım 1961), bugünün siyasi tartışmalarının kökenini de ortaya koyan pek çok kayıt mevcut. Cemil Koçak’ın bütün tutanakları elden geçirdikten sonra yaptığı değerlendirmeler de en az tutanaklar kadar önemli.

İşte tutanaklardan yola çıkarak Koçak’ın yaptığı değerlendirmelerden, önemli konulara ilişkin bazı bölümler…

“İKİNCİ CUMHURİYET”İN İLK TELAFFUZU
Birinci Cemal Gürsel Hükümeti’nin programında “kurulacak İkinci Cumhuriyet”ten söz ediliyordu. Cumhuriyetin bir kırılma noktasında bulunduğunu açıkça belirten bu tanımlama hızla yaygınlaşacak ve bugünden bakıldığında hayli hayret verici olsa da, döneme “İkinci Cumhuriyet” adını vermek olağanlaşacaktır.
Bugünden bakıldığında, cumhuriyete numara vermenin, 27 Mayıs darbesiyle başladığını hatırlamak hayli şaşırtıcı gelebilir. O sırada iktidarda bulunan asker – sivil bürokratik siyasal elitin cumhuriyetin yeni bir ruha ihtiyacı olduğu iddiasında bulunması, yaygın bir eğilimi temsil ediyordu. Eğer 27 Mayıs darbesinden itibaren hükümet programının açıklandığı güne kadar “İkinci Cumhuriyet” tanımı telaffuz edilmemişse, bu tanımı ilk kullananın bizzat 27 Mayıs’ın ilk hükümeti olduğunu söyleyebiliriz.

SİYASETTE EĞİTİM KRİTERİ VEHBİ KOÇ’A TAKILDI
Bakanlar Kurulu’nun yedinci toplantısında, siyasal partilerin ocak ve bucak örgütlenmelerinin kaldırılmak ve siyasete katılmak için de eğitim seviyesi konulmak istenmesi üzerinde durulmalıdır. Ancak yeterli eğitimden geçmiş olan kişilerin politika yapabilecekleri görüşü, bu türden elitist bir yaklaşım, burada kendini bir kez daha açığa çıkarmaktadır…
Görüşmelerin seyrinden anlaşıldığı kadarıyla, ancak lise mezunu olan kişilere politika yapma hakkı tanınmak istenmektedir. Seçmen olabilmek için, herhangi bir eğitim derecesinin aranmasına gerek görülmemişti. Fakat bu görüş de yabana atılmamalıydı ve dikkate alınan bir görüştü. Hükümetin asker kanadından Sıtkı Ulay’ın, Vehbi Koç’un da eğitiminin yetersizliğine dikkat çekip, bu koşullarda onun da politikaya katılamayacağını hatırlatması, bu konudaki kısıtların bazı sonuçlarına dikkat çekmek bakımından anlamlıdır.

27 MAYIS’IN PROPAGANDA FAALİYETLERİ

Hükümetin geniş kitlelere yönelik propagandaya verdiği önem dikkat çekicidir. Bu önem, aynı zamanda karşı propagandanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Karşı propagandanın yoğunluğu ve dikkate değer yönleri, hükümetin her fırsatta propagandaya olan ihtiyacını doğuruyor ve arttırıyordu. Bakanlar Kurulu’nun yedinci ile on üçüncü ve otuz beşinci toplantılarında, propagandaya özel olarak değinildiğini görüyoruz. Radyo yayınlarının ve radyo alıcılarının daha geniş kitlelere ulaşabilmesinin sağlanmasına çalışılması, hükümetin propagandaya verdiği önemi göstermektedir. Basın ve kitap aracılığıyla halka ulaşılması da hedef olarak zikrediliyordu. Bu anlamda hükümet, tek parti döneminin halk ve halkçılık söylemine geri dönmüşe benzemektedir. Halkla buluşma, halka karşı sevecen ve anlayışlı tutum ve nihayet halkın her konuda yeniden aydınlatılması ve bilgilendirilmesi ve bunun için de halka yönelik doğrudan hitap yöntemlerinin ve kanallarının geliştirilmesi, hep gündemdedir. Bakanlar Kurulu üyelerinin büyük bir kısmı da, basınla iyi geçinmenin öneminden söz etmektedirler. Bakanlar Kurulu’nun otuz beş ve otuz yedinci toplantılarında zikredilen basına kağıt temini, bu ilişkinin iyi bir örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.

“SUBAYLARI PERİŞANLIKTAN KURTARMAK İÇİN…”
Bir askeri hükümette elbette orduyla ilgili meseleler ön planda yer alacaktır. Nitekim, Bakanlar Kurulu’nun daha üçüncü toplantısında, başbakan, ordu içi terfilerde yaşanan sorunu dile getirmişti bile… Terfi edemeyen subaylar, Danıştay nezdinde itiraz ederek terfilerini sağlıyorlardı. Danıştay, idari yargı olarak, ordu içindeki terfilerin itiraz merci halindeydi. Bu durum, anlaşılan ordunun üst yönetim kademesinde sıkıntı yaratmıştı ve bir an önce bu usulden vazgeçilmek isteniyordu.

Orduya gösterilen yakın ilgi, yalnızca manevi alanda kalmayacak, fakat tıpkı memurlara gösterilen yakın ilgide olduğu gibi, subayların da maddi imkânlarının geliştirilmesine gayret edilecektir. Bu konuda özellikle başbakanın vurgulamaları ve hatırlatmaları dikkate değerdir. Başbakan, Bakanlar Kurulu’nun dördüncü toplantısında,, “subayları içinde bulundukları perişanlıktan kurtarmak” için, “milletin ordusuna olan sevgisinden istifade” etmek gerektiğinden söz ediyordu.

Birinci Cemal Gürsel Hükümeti’nde gerçekleşen geniş tasfiyeden sonra, ordu içindeki tasfiyenin etkilerini yumuşatma operasyonu olarak da nitelendirilebilecek gelişmeler gözden kaçmamalıdır.

Ordudan uzaklaştırılan subaylar için üniversiteye girişte kolaylık sağlanmasına çalışılması, bu çerçevede ele alınmalıdır. Öneri, Bakanlar Kurulu’nun otuz ikinci toplantısında, MBK üyesi de olan hükümetin askeri kanadından Milli Savunma bakanı Org. Fahri Özdilek’ten gelmişti ve askeri kanattan bir başka hükümet üyesi olan Sıtkı Ulay’ın da desteğine sahipti. Nitekim, başbakanın da bir kolaylık talep etmesi, bu meselenin yumuşatıcı etkisini göstermektedir.

Milli eğitim bakanı ise yeni emekli olmuş bir albayın Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ne yaşamayan diller bölümüne bir nolu öğrenci olarak kaydını yaptırmıştı ve bundan şeref duyduğunu açıklıyordu. Öyle anlaşılıyor ki, Bakanlar Kurulu’nun sivil bürokratları da iç hiyerarşiyi özümsemiş gibiydi.

Diğer yandan, Bakanlar Kurulu’nun otuz sekizinci toplantısında, bu kez yine emekli edilmiş olan subaylara Petrol Ofisi bayiliği verilmesi isteğine, ordudan tasfiye edilen subaylara karşı bir yumuşa(t)ma operasyonu olarak da bakılabilir.

GÜRSEL’İN ÖNERİSİ: KÜRT TEHCİRİ

Başbakanın daha ilk toplantılardan birinde, Bakanlar Kurulu’nun üçüncü toplantısında, Kürt sorunundan söz etmesi manidardır. Başbakanın bu konuşmasından, eski iktidar mensupları gibi, pek çok Kürt aktivistin de gözetim altına alındığı belli olmaktadır. Daha da önemlisi, eski iktidar ile Kürtler arasında kurulan ama asla kurulmaması gerektiği belirtilen ilişki de dikkat çekicidir. Başbakan, özellikle Demokrat Parti iktidarını Kürtlere yakın davranmakla suçlamıştı. Başbakan, diğer yandan, komünistlerin de bu konudaki girişimlerini vurguluyordu. Daha ilk adımda, Doğu’dan Batı’ya göçürülme gündeme gelmişti bile… Bu da, tek parti dönemi politikalarına bir geri dönüşün işareti idi. Oysa Başbakan, Türkiye’de Kürt olmadığı kanısındaydı.

Bakanlar Kurulu’nun dördüncü toplantısında, başbakan, Doğu’dan Batı’ya göçürülmeyi ciddiyetle önermektedir. Tutuklamalar, yalnızca eski iktidar mensuplarıyla sınırlı kalmamış ve Doğu’da da epey tutuklama olmuştu. İşin ilginç yanı, başbakanın Kürtçülük hareketini teşvik edenin Moskova olduğundan hiç kuşkusunun olmamasıydı.

Bakanlar Kurulu’nun yedinci toplantısında ise, başbakan, Kürt aktivisti toplam 164 kişinin Sivas’ta gözetim altında tutulduğunu açıklıyordu. Başbakanın talebi, Doğu’dan Batı’ya göçürülme idi. İçişleri bakanı da aynı görüşteydi. Fakat yasaların yetersizliğinden de şikayetçiydi. Bu konuda 5398 sayılı yasa ile 1947-50 yılları arasında benimsenmiş olan yasalar da mevcuttu. Fakat “eski kanun, tehcir esasına dayanıyordu.” O zamanlar Doğu’dan Batı’ya göçürülme, İskân Kanunu temelinde gerçekleştirilmişti. İçişleri bakanının verdiği bilgiye göre, Muş, Bitlis, Van, Diyarbakır ve Erzurum bölgelerinden 164 kişi gözetim altına alınmıştı. Fakat bütün bunlar, “esas 85 aile” idi. Aile efradı ise eski bölgelerinde kalmıştı. Aslında görünen odur ki, bütün bunlar, tek parti döneminin iskân politikalarının tekrarı bir girişimdi.

Bakanlar Kurulu’nun yedinci toplantısında gündeme gelen bu görüşler, yine o birinci toplantıda da, Kürtler için “tehcir”e kadar uzanan önlemler paketi ile dikkat çekmektedir. Hükümet üyeleri de, bunun “demokrasi”yle ilgisini kurmakta zorlanıyor ve daha sonra gelecek olan hükümetlerin “demokrasi prensipleri üzerine hürriyetleri iade edebileceğinden” söz ediyordu.

İSTANBUL’DAKİ SERSERİLER MUŞ’A…

Bu arada, hazırlanan ve Bakanlar Kurulu’nda tehcire benzetilen yasa tasarısından da söz edilmelidir. İçişleri bakanı bile, tasarının tehcire benzediğini ve antidemokratik göründüğünü ifade etmişti. Doğu’dan 400 aile tehcire uğrayacaktı. İskân Kanunu da yenilenecekti. İstanbul’dan da serseriler Muş’a sürülecekti. Başbakan da bütün bunlara taraftardı. Yörenin emniyeti ve idarecileri, gereken soruşturmaları tamamlayacak; tehlikeli ve şüpheli gördükleri isimleri, Bakanlar Kurulu’na bildirecekti. Bakanlar Kurulu’nun kararıyla bu isimler tehcir edilecekti.

Başbakana göre, Alevilere Kürt denildiğinden, Aleviler, Şiiler ve Bektaşiler otomatikman Kürt oluyordu. Sünniler de, onlara düşman oluyordu. Çözüm, onlara kendi benliklerini öğretmekti. Mezhep farklılıkları, ayrılıkları ve çatışmaları da bu meseleyle yakından ilgiliydi. Amaç, mezhep ayrılıklarını ortadan kaldırmak olmalıydı. Aleviliğin içinde bulunduğu durum düzeltilmeliydi. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Alevilik masası oluşturulmalıydı. Böylece, Aleviler, Kürtçülükten ayrılırlardı. Kürtçülük, Alevilik ve din meselesi iç içe girmişti. Başbakan, İmralı’ya yobazları doldurmak istiyordu. Din reformu gerekiyordu ve ibadet dili Türkçe olmalıydı. Ayrıca camilere tertemiz sıralar konulmalıydı. Amaç, İslamı modern ve tertemiz bir hale getirmek olmalıydı.

Bakanlar Kurulu’nun 35. toplantısında ise, Kürt aktivisti memurların görevlerinden uzaklaştırılmaları ve öğretmenler arasında Kürtçe konuşan Kürt asıllı öğretmenlerin de yine aynı şekilde görevlerinden alınmaları talep edilmişti. Kürt asıllı olanlar, Doğu’da öğretmen olarak görevlendirilmemeliydi.

RADYODA TÜRKÇE KURAN TARTIŞMASI
Bakanlar Kurulu’nun otuz beş ve otuz sekizinci toplantılarında, Türk öğrencilerin eğitim için Mısır’daki el-Ezher Üniversitesi’ne kayıt olmalarının engellenmesi gündeme gelmişti. Bu, Araplaşma olarak da görülüyordu. Bu türden eğilimlerin engellenmesi için de, Türkiye’deki imam-hatip okullarında ve ilahiyat fakültelerinde reform yapılması söz konusuydu. Başbakan, ezanın Türkçe okunmasından yanaydı. Türkiye’de halihazırda toplam 19 imam-hatip okulu vardı. Bu sayı İstanbul’da iki – üç taneydi.

Maliye Bakanı Kemal Kurdaş, arkadaşından bir mektup aldığını anlatıyordu. Arkadaşı, mektubunda, 1959 yılının ramazan ayında sokaklarda ezan sesinden geçilmediğinden şikayetçi olmuştu. Kurdaş’a göre bu, bir münevverin feryadı idi. Kurdaş’a göre de taviz verilmemeliydi. Radyoda Kuran okunmamalıydı. Aksi davranış taviz olurdu. Dışişleri Bakanı Selim Sarper de, Kuran’ın Türkçe okunmasından yanaydı.

Adalet Bakanı Ekrem Tüzemen de, Bakanlar Kurulu üyelerinin tamamının radyoda Kuran okunmasından yana görüş bildirdiğine dikkat çektikten sonra; radyoda Kuran okunmasın diyen bir üyenin bulunmadığını tekrar ettiğinde, Osman Tosun, bu öneriye karşı çıkan tek üyenin kendisi olduğunu hatırlatmak ihtiyacı duymuştu. Tüzemen, teenni ile hareket edilmesinden yanaydı ve ona göre Atatürk bile zamanında öyle yapmıştı. Bakana göre dinciler çıkarcıydı. Ancak, zaten yeni vergi yasaları hayli tepki doğurmuştu. Şimdi bir de bununla ilgili tepkiler doğmamalıydı.

SAİD-İ NURSİ’NİN MEZARI ISPARTA’DA
Bakanlar Kurulu’nun beşinci toplantısındaki görüşmelerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Said-i Nursi’nin Isparta’da ölmesi ve Urfa’da defnedilmesi rahatsızlık yaratmıştı. Başbakana göre Urfa, bu nedenle ve bu vesileyle Kürtlüğün merkezi haline gelebilecekti. Başbakan Said-i Nursi’nin Isparta’da defnedilmesinden yanadır ve bunu da kamuoyuna sunarken, yine dini ve ruhani bir atmosferde sunmayı tercih etmektedir. Güya bizzat Said-i Nursi, defin yeri olarak Isparta’yı tercih ettiğini açıklayacaktır.

Bakanlar Kurulu’nun on birinci ve on ikinci toplantılarında, Said-i Nursi’nin mezar yerinin değiştirilmesinin gerçek nedenleri, mezarın siyasi bir merkez olma ihtimali karşısında mezar yerinin değiştirilmesi planı ve planın uygulanması ile gerçek mezar yeri de tutanaklardan anlaşılmaktadır. Görünen, planın fikir babasının başbakan olduğudur. Öyle anlaşılıyor ki, uygulama içişleri bakanına düşmüştü. Cenazenin nakil senaryosu tamamen tertiptir. Günümüze kadar yeri hayli tartışmalara neden olan mezarın Isparta’da olduğu artık açıkça anlaşılmaktadır.

1960’TA 520 BİN GAYRİ MÜSLİM AZINLIK
Bakanlar Kurulu’nun beşinci toplantısında yapılan görüşmelerden anlaşıldığı kadarıyla, devletin elinde gayri Müslim azınlıklara ilişkin resmi rakamlar vardı. Buna göre, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Süryanilerin ve Keldânilerin nüfusları, üstelik bağlı oldukları mezheplere göre derlenmişti. Toplam 520 bin civarında gayri müslim azınlık nüfus saptanmıştı. 1960 yılında yapılan nüfus sayımına göre, Türkiye nüfusu yaklaşık olarak 27.800.000’di. Bu durumda gayri Müslim azınlıkların toplam nüfus içindeki oranı yaklaşık olarak sadece yüzde iki idi.

“İŞÇİLER PAZAR GÜNÜ DE ÇALIŞSIN”

Bakanlar Kurulu’nda sosyal sorunların bir alt dalı olarak işçiler de gündeme gelmekteydi. Ancak işçilere yakın ilgi gösterildiğini söyleyemeyiz. Nitekim, Bakanlar Kurulu’nun sekizinci toplantısında, işsizlik sorunu gündeme geldiğinde, işsizlik sigortası oluşturulması yönündeki öneriye, ekonomik yetersizlikler ve istikrar önlemleri adına karşı çıkılacaktır. İşçi ücretlerine yapılacak zam sözkonusu olduğunda da benzer bir tepki gösterilecektir.

Bakanlar Kurulu’nun kırkdördüncü toplantısında, subaylara ekstra kömür dağıtımı gündeme geldiğinde, hemen ardından işçilere ücretli izin verilmesi talebi tepkiyle karşılanacaktır. Başbakan da buna katılmıştı. Askerler, hep çalışılmasından yanaydı. Aynı şekilde Kızıloğlu da, pazar günleri bile çalışılmasından yana olduğunu söyleyecektir. Memurlara gösterilen tolerans, işçiler sözkonusu olduğunda hiç hatırlanmıyordu bile…


MEMURLAR İÇİN HARCAMAYA HOŞGÖRÜ

İlginç olan nokta, ekonomik yatırımlara ara verilmekte olan bir dönemde, memurlar için harcamalarda gösterilen hoşgörü ve destektir. Bu da, bürokrasinin hükümet üzerindeki itibarını göstermektedir. Bu anlamda memurlar baştacı edilmiştir. Hükümet üyeleri, memurlara karşı son derece anlayışlı ve onları destekler durumdadır. Döviz darlığına karşın, memur ailelerinin yurtdışında tedavi sorununun gündeme gelmesi ve sorunun olumlu yönde çözülmesi de buna işarettir. Buna karşılık, işçilere ve işsizlikle mücadeleye aynı oranda ilgi gösterildiği söylenemez.


http://www.haberturk.com

2 Şubat 2010

TARİH, ÖZELLİKLE YAZILI TARİH AFFETMEZ

TARİH, ÖZELLİKLE YAZILI TARİH AFFETMEZ
BİR GÜN MUTLAKA ONUN KARŞISINDA HERKES HESAP VERECEKTİR.
http://www.tutkuhaber.com/pictures/1233554746.jpg

NAZLI ILICAK'IN DARBE GÜNCESİ
12 mart ve 12 eylül darbeleri için ne demişti?
Bu gün ne diyor.?


„1974 affıyla anarşistleri sokağa salıvermiş,
12 Mart’ın Türün Paşasına, Elverdi Paşasına faşist damgası vurulmuş, kontrgerilla iddiaları ile etraf bulandırılmış, (…)
İşte12 Eylül, Türk milletinin meşru müdafaaya geçtiği gündür.
İdamlar bu meşru müdafaanın bir neticesidir. (…) 1972’de Deniz Gezmiş’e, Yusuf Aslan’a, Hüseyin İnan’a Meclis’te oylarıyla sahip çıkanların Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmesini ‘devlet terörü’ olarak vasıflandıranların artık sesi soluğu kesilmiştir.” (Nazlı Ilıcak, 10 Ekim 1980, Tercüman.)

Bu satırlar, Sabah gazetesi yazarı Nazlı Ilıcak'a ait.
1942 doğumlu olan Ilıcak, 30 yıl önce, yani tam 38 yaşındayken askeri darbeler hakkında böyle düşünüyordu...

Tarih: 28 Ocak 2010...Taraf gazetesinde yayımlanan bir habere dayatanarak "Balyoz" adlı darbenin "tutuklancaklar listesinde" yer aldıklarını öne süren 26 gazeteci, Grand Cevahir Otel'de basın toplantısı düzenleyerek, "darbeciler hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını" açıkladılar...

Grubun sözcüsü, 12 Eylül darbesini en ateşli biçimde savunmuş olan Nazlı Ilıcak'tı...

Ilıcak'ın ''27 Mayıs 1960'da başlayan süreç, 50 sene geçmiş olmasına rağmen hala sona ermedi. 21'inci asra adım attığımız yıllarda da askerin yoğun bir şekilde siyasete müdahalesinden kurtulamadığımız peş peşe ortaya çıkan belgelerden anlaşılıyor'' diye konuştuğu basın toplantısına Mehmet Altan, Abdurrahman Dilipak, Cengiz Çandar, Ekrem Dumanlı, Hasan Celal Güzel, Ali Bayramoğlu, Sadık Albayrak, Etyen Mahçupyan da katıldı.

"Tarih ve arşiv unutmaz" diyor ve Nazlı Ilıcak'ın 12 Eylül darbesine ateşli destekler verdiği o satırları bugünün naylon demokratlarına değil ama halka bir kez daha hatırlatıyoruz...

"Kızıl ahtapotların kolları ülkemizi yavaş yavaş sarıyor. Ve hala at gözlüğü takanlar, faşizmin tırmanışından söz ediyor. Faik Türün’ü faşistlikle mi suçluyorsun, MİT’e kontrgerilla damgasını mı vuruyorsun, devlet teröründen mi bahsediyorsun, işkence iddiaları ile yeri göğü inletiyor musun, faşizm geliyor diye yaygarayı mı basıyorsun... Geç kardeşim uzatma o eli bana, çünkü o el kızıl ahtapotu boğmak yerine onu besliyor. Ben o kirli eli sıkmam”. (Nazlı Ilıcak, 27 Temmuz 1980)

"13 ilde sıkıyönetim yürürlüğe girdi. Huzura susamış milletimiz yürekten sesleniyor: Merhaba Asker”. (Nazlı Ilıcak, 17 Aralık 1978, Tercüman)


“Birkaç gündür 12 Eylül harekâtı ile 27 Mayıs’ın mukayesesi yapılıyor ve hemen herkes, birincisinin üstünlüğünü ortaya koyuyor.[ Biz bu konuda tarafsız olamayız. Çünkü 27 Mayıs, mensubu bulunduğumuz Demokrat Parti camiasına karşıydı. Halbuki 12 Eylül’de açıklanan hedeflerle yıllardır bizim yazdıklarımız arasında, geniş bir mutabakat mevcuttur.] Ümidimiz memleketimizin birlik ve beraberliğimizin son şansı olan Türk Silahlı Kuvvetleri harekâtının başarı ile neticelenmesidir”. (Nazlı Ilıcak, 16 Eylül 1980, Tercüman)

8 Mayıs 2009

İnsan Haklarında, Darbeleri Anlamak

           İnsan Haklarında, Darbeleri Anlamak.!         
 http://www.maras-gazze.com/palestine/wp-content/uploads/2009/08/siyonist_zindanlari_iskencesi.png

Değerli okuyucular, Kültür ve Turizum Bakanı Sn: Ertuğrul Günay'ı bir sinama ödül töreninde Tv.de izlerken; Konuşmaları umut verir nitelikte olduğu ve önümüzdeki dönemlerin daha güzel olacağı, ve hatta karanlıkta kalan önemli şeylerin aydınlanması için bir ışık parladığını hissettim...
Sn; Ertuğrul Günay,
TRT-2 TV. de 07.05.2009 akşamı yayımlanan, yılın oyuncularını seçerken, “Uçan Süpürge FİLİM festivalinde” kadın filmlerinde rol alan oyunculara çeşitli rollerde başarılı olanlara ödüller verildi. Bunların içinden, cadı rolünde oynayan kadın sanatçıya ödülünü siz verdiniz. Ben de o ödüle layık görülen kadın sanatçımızı kutluyor, sizin tarif ettiğiniz gibi ve o ödülü almaya hakkıyla hak ettiğine inanıyorum.

Sn: Kültür Bakanım, Ertuğrul Günay; ödül töreni kadar ve daha da önemli olanı, en çok dikkat çeken ise, o ödül töreninde yaptığınız konuşmadır. 

27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbesi; hakkında söylediklerinize katılmamak mümkün değil. Hatta öyle sözler ettiniz ki; Bu gün ülkemizin darbelerle hesaplaşıyor görüntüsünün verildiği, ergenekonu hatırlamamak da olası değil. Yani; bu gün darbe planlandığı iddia edilenler yargılanırken, yapmış olanların bekliyor olmasının anlaşılmakta zorluk çekilmektedir.
Ne söylemiştiniz? Bir hatırlayalım; “Bu ülke çok büyük tuzaklardan geçti. 27 Mayıs darbesi, 12 Mart muhtırası ve 12 Eylül Darbesi gibi, içinde büyük tuzaklar var olan bir dönemden geçti. Hatta dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen ve bütün dünya da darbecilerin yargılandığı ve Pinoçek’in yargıdan kaçmak için salak/deli rolü bile yaptığında düşündüğümüzde; başka bir ülke daha var mı? darbeci Generale ressam ödülünün verildiğini gösterebilir misiniz” dediniz.
Sizin söylediklerinizin tamamına, harfi harfine, sonuna kadar katılmamak mümkün değil. Ayrıca, akşam sizi TRT-2 de izlerken, açık yüreklilikle söylediklerinizden ötürü alkışladım. 

Ben sizin söylediklerinizi duydum ama siz benim alkışımı duymadınız.

“Bugün, hayatını çocukların eğitimine adamış, insanın evleri/yerleri aranıyor ve darbecilerle ilişkisi var diye takip altına alınıyor” gibi bir şey daha söylediğinizi hatırlıyorum. Bunu da, söyleminizden Türkan Saylan hanımı kast ettiğinizi anladım. Umarım doğru anlamışımdır. Eğer yanlışım varsa düzeltin lütfen.
Sn: Bakanım. Siz, bu gün tek başına iktidar olan hükümetin Kültür ve Turizm Bakanısınız. Sadece milletvekili de değil. 

Öyle ise; size acizane bir önerim var. Eğer; kayda değer bulur ve Bakanlar Kurulu kararı olarak da meclise sunarak kanun değişikliği yapılması yönünde teklif götürürseniz, hali hazırda darba yapmış olanların yargılanması sağlanmış olursunuz. Tabii diğer bakanlar da sizin gibi düşünür ve önceki darbelerden onlarda sizin gibi zarar gördüler ise, sizin kanun değişikliği teklifimizi destekleyeceği kesindir. 

Kaldı ki; siz şikâyet mercii değil, çözüm yerisindesiniz!

Ayrıca; bir şey daha söylediniz! “Sizlere, ‘görülmüştür’ damgalı onlarca mektup getireceğim. Eşim ve benim adıma “ dediniz sizin mektuplarınızı o gün kontrol edip, ‘Görülmüştür’ damgası basanlar bu gün neredeler nasıl bir şatafat içinde yaşamaktadırlar. Lütfen ! Bunları da kamuoyuna açıklarsanız ve milyonlarca insanları stadlara doldurup işkenceden geçirerek bütün Türkiye’nin üstüne korkunun eğemen olmasını sağlayan darbecilerin Yüce Türk Adaletinin” önüne çıkarılabilmesinin önünün açılmasını, ”Eşit Yurtaşlık Hakkı” için istiyorum. 
 
Öyle ki; 17 yaşındaki çocukların yaşını büyütüp “Asmayalım da, besleyelim mi?” diyen ve bu gün sizinde sözünü ettiğiniz gibi, ressam ödülü verilen generallerin yargılanması için, değerli Cumhuriyet Savcılarının elini kolunu bağlayan ve Evrensel Hukuka” da aykırı olan yasaların ortadan kaldırılmasını sağlayacak konumda ve yetisindesiniz! 

Değerli Bakanım, sizin aklı selim yaklaşımınıza ve samimi duyarlılığınıza inanıyorum.

        · Kahraman Maraş katliamında katledilen, anne karnındaki bebekler için,
        · Çorumda katledilen masum zavallı halk için,
        · Malatya’da, Sivas’ta yaşatılan kardeş kavgası için,
 · 1 Mayıs 1979 da İstanbul da yaşanan katliamın ve
       · 1980 öncesi tüm Türkiye’de yaşatılan o kaos ortamının ve kardeş kavgasının  gerçek     faillerinin, “görülmeyen ellerin” Adalet önünde hesap vermesinin; 
      · Darbenin olgunlaşması için 14 ay beklediklerini söyleyenlere, neyi olgunlaştırdıklarının “yukarıdaki sayılan maddeler o olgunlaşma sürecinde yaşanan vahşetlerdir,” hesabının “Türk Milleti Adına” sorulmasını.! Bu ülke de artık kardeş kavgasına bir son verilmesi için karanlık güçlerin ortaya çıkarılmasını, TBMM de siz ve sizin gibi cesur ve yürekli vekillere ihtiyaç olduğuna inanıyor ve bekliyoruz..
Yukarıda belirtmeye çalıştığım ve sizin de söylemlerinizden çıkarsamalar yaptığım konuların alt alta toplamında, "ülkede demokrasinin yeniden tesisi için.!" sizin bizim ve onların çektiği acıların, işkencelerin, katliamların ve sonuçta ülkemizi 50 yıl geriye götüren darbelerin toplamı çıkmaktadır.
Hatırlatmak isterim; dün 6 Mayıstı. 12 Mart 1972 Muhturası ülkemiz üzerinde hala bir karabasan ve korku imparatorluğu gibi durmaktadır. Henüz bu ve diğer darbelerle hesaplaşılamamıştır. Onlarca aydın, yazar, sanatçı öğretim üyesi ve bilim insanı gibi onbinlerce ülkemizin yetiştirdiği ender insanların yaşama olanakları ortadan kaldırılmıştır. İnsan Hakları İhlalleri, sayılamayacak buyutlarda ölçüsüz yaşanmıştır..

 Talebimiz,"Eşit Yurtdaşlık Hakkı" talebinden başka bir şeyde değildir..
Bu sonuca bir nihayet getireceğinize inanıyor.
Saygılarımı sunuyorum.
 
Haydar ATA

Güncelleme 15.10.2012- EvcioğluHaber