VAHŞET etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
VAHŞET etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Ekim 2010

ZULMÜN ADI; "12 EYLÜL" ( İŞKENCEDE BİR ANNE)



ZULMÜN ADI; "12 EYLÜL" (İŞKENCEDE BİR ANNE)



EvcioğluHaber- Zeynep
Hüsniye KİLLİ ... 12 Eylül vahşetinin yaşandığı 1980-1984 Türkiye günlerinde, hamile olduğu halde bile işkence vahşetinden kurtulamayan aynı; zamanda hemşirede olan kadın, "yaralı ve hastalara neden yardım ettin" diye akıllara durgunluk veren işkencelerden geçiriliyor..
"Tarih.! Bir toplumun tarihi, bu kadar acılarla dolu olabilir ancak."
Bu vahşetin sahipleri Kimler?
Bu vatanı ve bu vatanda yaşayan insanların insanca yaşamasının, dahası en asgari barınma olanaklarını sağlayacak sorumluluğu taşıyanlar, işte olanlar....

Kanal 7 Tv.de,
"İşte Hayat: Direnenlerin Hikayesi' 23.10.2010 cumartesi akşamı yayındaydı.. Proğram sunucu, Uğur Arslan "Zeynep Hüsniye Killi’nin 12 Eylül döneminde hamileyken yaşadığı işkenceler, cezaevinde geçirdiği günler bütün detaylarıyla aslında Türkiyenin 1980 ve 1984 yıllarında neler yaşadığını gözler önüne sermek istiyoruz" diyordu..

12 Eylül darbesinin yaşandığı karanlık günlerdi.. Hamile olduğu halde, akılalmaz işkence ve vahşetlere tabi tutulan annenin şahsında karanlık döneme ışık tutulmaya çalışılıyordu.... Proğramda; Bir emekli Albay prof. Dr. da vardı.. Emekli bir Savcı, bu savcı aynı zamanda Kenan Evren'in yargılanmasını isteyen savcıydı.. Bir diğer konuk ise; vahşetin yaşandığı günlerin Diyarbakır cezaevinde Asteğmen olarak askerleğini yapan Şair-Yazar Ferman Karaçam'dı.

Diyarbakır, Mamak cezaevlerinde, 12 Eylül darbesiyle birlikte işkencehane kurmuşlardı..
Tüm şehirlerde, yoksul mahallelerdeki gece kondular insanların üstüne yılıldı..

Sistem, muhaliflerini top yekün yok etme planını uygulamaya koymuştu. İşkencelerde, ya aklını yitirip delirtinceye kadar yada kimliğini silinceye kadar, insan olanın hafsalasının alamayacağı akılıllara durgunluk veren sistemli bir işkence / vahşeti uyguladılar.. Bu toplumun aydın, yazar, bilim insanı, öğretmeni, memuru, işçisi, köylüsü ve daha milyonlarca insaını "12 Eylül DARBESİ"nden nasibini aldı..

Tarih hep kötü örneklerle dolu ama; bir kara sayfa daha eklendi..

Buralar askeri cezaevleriydi..
Zulmün dozu o kadar ağırdıki: İstanbul'dan Mamak'a, Mamak'tan Diyarbakır'a kadar ulaşıyor ve insanların kafaları duvarlarda parçalanarak öldürülüyordu..
Bu süreçte yaşananları açıklamaya vahşet kelimesi bile yeterli değildir. Toplumsal bir utanca dönüştü..

Yazar Metin Sever deyimiyle "Darbeciler, Batı'da tutukluların siyasi kimliğini, kişiliğini; Diyarbakır'da ise bir halkı yok etmeye çalıştı. Diyarbakır Cezaevi, Nazi toplama kamplarına rahmet okuttu." diyor..
Evet; Hüsniye ana şöyle diyor "nerede olduğumu bilmiyorum. Gözlerim bağlı.. Örgüte silah temin etmekten tutuklamışlar.. Oysa ben çocuklarıma silaha benzer oyuncak bile almadım ve kimseye de aldırmadım.." diyor.. Ve devam ediyor.. "Gözlerim ve ellerim bağlıydı. O kadar çok çeşitli işkenceler yaptılar ki; jopları yağlayıp insanların makatlarına sokuyorlardı.. Elektrik veriyorlardı.. Alt tarafımdan kan akıyormuş.. Ben sandımki; idrarımı kaçırıyorum.. İdrar değil kan geliyor dediler.." diyor..


Proğram sunucusu: "peki sizi doktora götürmedilermi? " diye sorduğunda " Hayır ne doktoru.? Beni, gözlerimi açmadan ellerim bağlı halde, bir koğuş olduğunu sonradan gördüğüm bir yere attılar.. Erkekler koğuşuydu.. Alın bacınızı.. Bakın altından kanıyor diye söyleyerek.." diyor.. O günün onca üzerindeki ağırlığıyla.. Gözleri yaşararak..

Aynı günlerde; kızını aradığı hiç bir yerde bulamayan babası gittiği her yerde kızın burada yok deyip geri çevrildiği anda kızına karnında bebeği ile darbecilerin cellatlarınca işkencenin her türlüsü yapılmakta içeride.. Aynı cellatlar; Maraş'ta yaşanan katliamda hamile kadınların karınlarını deşerek bebekleri çıkartmadılarmı?

Aynı zamanda, ödülde almış olan bir film gösterilmekte.. Hüsniye annenin yaşadığı vahşet günlerini anlatan bir film..
Orada bulunan Emekli Albay. Prof.Dr. olan Psikolog soruyor.. "Bu filmde gösterilen görüntüler gerçekmi.?"

Hüsniye ana ise; "Siz aynı zamanda bir askersiniz nasıl bilmiyorsunuz, o yapılanları..? O flimde gösterilen Diyarbakır cezaevinde yaşanan vahşetin sadece yüzde biri bile değil.. Ne kadar anlatılsada orada yaşanan zulmü anlatamaz.." diyirek " halen kabüs görüyorum" diyor..

Psikolog; "Bu işkenceleri yapanlar kesinlikle özel eğitimle yetiştirilmişler.. Aksi taktirde; normal bir insan bu işkenceleri yapamaz " diyor..
Aynı dönemde Diyarbakır cezaevinde Ast teğmen olan Ferman Karaca; " Kenan Evren cezaevini ziyaret ettikten sonra Kürtçe konuşmeyı yasaklamıştı.. Tam o sırada bir anne gelmişti. Hiç Türkçe bilmiyordu.. Kürtçe konuşmakta yasaktı, görüş yaptırılmadı.. Tutuklu oğlu iki kelime ile anlatayım izin verirsen dedi bana bende yasak dedim.. Gidip kafasını duvara vurdu.. Sanıyorum sonradan öldü o çocuk" diyordu..

Çocuğunu cezaevinde doğuran hemşire Hüsniye ana, o çocuğu 6-7 yaşına kadar cezaevinde büyütüyor... Cezaevinden çıkıyor ama, toplum tarafından kabul edilmiyo ve dışlanmışlıkla bir ceza daha veriliyor.. Kadın için, yeni bir travma dah yaşanıyor.. Yanında birde çocuğu var..
Cezaevinde hiç hasta olmayan çocuk, dışarı çıkınca devamlı hasta oluyor. diyor. Doktor inceliyor çocukta birşey yok sapa sağlam.. Durumu anlatınca anne: Dr. " evet diyor o koşullara alışkın olan çocuk devamlı hasta olur, sende dikkat etmen lazım " diyor..
Emekli Savcı; işin enteresan yanına parmak basıyor.. " Darbe den önce, 19 ilde sıkıyönetim vardı.. Sıkıyönetimle yönetildiği halde ülke; 5.000 den fazla sağdan ve soldan gençler öldürüldü.. Bunu birbirlerine karşı kışkırtılmış insanların yaptığı gibi; darbeyi yapanlarda yaptı.. Neden? darbe şartlarının oluşturulması için" dedi..

Hüsniye ana " Siz savcısınız, bizi mahkemeye çıkartılarmı; bizden sadece " Suçsuzum Tahliyemi istiyorum" dedittirirlerdi.. sadece ben İşkence yaptılar bana dedim.. Mahkeme savcısı; kötü muamele yapılmış diye evraka yazdırdı.. İşkence yaptıklarını mahkemede söylemek bile yasak ve suçtu. Diyarbakırda" diyordu..
Telefonda katılan yine Diyarbakır cezaevi mağduru; Ömer Paçacı; "30 yıl geçti hala uykularımda kabuslar görüyorum" deyip konuşamadan felefonu kapattı..

Kanal 7 Tv.nin Proğram sunucusu Ugur Arslan, proğramı kapatırken; " Hüsniye killi'nin canını ve çocuklarının canını kurtarabilmek için yüzme bile bilmediği halde, Meriç Nehrinden gece yarısı geçerek yurtdışına göçmeyi başardığını" belirterek " Bu ülkeden ne kadar hemşire, doktor, mühendis bilim adamı, öğretim üyesi gibi insanlar yaşanan darbeler ve darbeciler yüzünden büyük bir beyin göçü yaşanmıştır." diyerek ülkemizde yaşanan toplumsal travma ve kayıp ettiğimiz gerçeklerin altını bir kez daha çizmiştir..

Değerli proğram sunucusu arkadaş; 12 Eylül gibi bir zulmün yüzünü ortaya koymak üzere
yaptığın proğram için; tarihi bir görev yaptığının farkındamısın bilmem ama; tarihe bir not düşerek kayda geçtin...
Çok teşekürler arkadaş...

EvcioğluHaber
24.10.2010

20 Eylül 2010

İşte Tek Vietnam Gerçeği


İşte Tek Vietnam Gerçeği





EvcioğluHaber- Dünyanın tüm halkları..! kendinizi tanıdınız tanıyalı, dünyanızın neresinde bir emperyalist savaş yaşanmadı.? Kendi çıkarları uğruna mazlum ülkeler işgal edildi.. Çocuklar öldürüldü.. Kendi çevrenizde yaşananlara bir bakın.. Kıtalararası bilmem kaç arşındır.. Oralardan gelip; sizin ülkenizde sizin yaşamınıza çeki düzen verenlere bir bakın.. Ne getirdiler..! insanlık adına, söylernmisiniz kendinize dürüst olun.. Ne getirdiler.? İşkenceden, tecavüzden , kan ve göz yaşından katliamdan ve ölümden başka..!

Yıllar önce Vietnam'da yaşanan vahşetin görüntüleri var.. Yorum sizin..!

20.09.2010 Pazartesi

"


















************
EvcioğluHaber

6 Temmuz 2010

Madımak

Madımak

Daha sonra İstanbul Başsavcılığı’nda ifadesine başvurulan Aziz Nesin, şöyle demişti: “Başsavcı soruyor bana; kimden şikâyetçisin? Şöyle yanıt bekliyor benden: Efendim, itfaiye merdivenlerinden inerken beni döven itfaiye erinden şikâyetçiyim. Başka? Beni yere atıp sürükleyen, başımdan yaralayan ve bindirdikleri arabada döven polisten... Başka? Beni döven encümen üyesi o sakallı adamdan. Böylece figüranlık oyunu tamamlanmış, oynanan oyun bitmiş ve perde kapanmış olacak. Ama benim derdim, bu kanlı senaryoyu yazmış olanlarla. Bu senaryoyu kim yazdı?”
2 Temmuz 1993 günü, 35 kişinin Sivas’taki Pir Sultan Şenliği’ne 35 şair-yazar-müzisyen, kaldıkları Madımak oteli, önünde toplanan göstericiler tarafından tekbirler eşliğinde ateşe verilerek öldürülmüştü. Günün anılması, gösterilerle hatırlanıp hatırlatılması kimilerini rahatsız ediyor. Sivas’ın artık bu kara lekeden arındırılması, katliamıyla anılarak ekonomisinin baltalanmasına izin verilmemesi çağrıları yanı sıra “Kaşımayın, tesis edilmiş barış ortamını bulandırmayın” çizgisinde çok alışılmış uyarılarla da tembih ediliyoruz. Oysa Sivas katliamının üstünden geçen 17 yıl içinde böyle bir katliamın yeniden yaşanmaması için toplum olarak bir adım atabilmiş miyiz? Katliamcıların yüce Türk adaletiyle sınavına bir bakalım. Gazeteci Belma Akçura, çok güzel özetlemişti: “Olaylarla ilgili olarak 124 sanık hakkında dava açıldı. Sekiz yıl süren hukuk mücadelesinden sonra dava 2001’de sonuçlandı. Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin onadığı karar uyarınca, ‘Cumhuriyete karşı örgütlü kalkışma’ girişiminde bulunan sanıklardan 33’ü TCY’nin 146/1. maddesine göre idam cezası aldı. Bu müebbet ağırlaştırılmış hapse çevrildi, geri kalan sanıklar değişik cezalara çarptırıldı. 13 yılda içeride kalan sanık sayısı beraat ve tahliyelerle 33’e düştü. 8 sanık ise Yargıtay’ın 1997’deki bozma kararından bu yana firarda. Tutuklama kararı bulunan sanıklardan, başta Sivas Belediye Meclisi üyesi Cafer Erçakmak olmak üzere sekiz kişinin Almanya ve Suudi Arabistan’a sığındıkları öğrenildi. Davada kilit isim Cafer Erçakmak hiç yakalanamadı. Sivas katliamı sanığı Muhammed Nuh Kılıç’ın yıllardır Almanya’da Mannheim’da eşi adına açtığı dönerci dükkânını işlettiği ortaya çıktı”.
Vahşilerin cezalandırılmalarının ağrılı bir süreç olduğu, yargının da bu konuda biraz hevessiz davrandığını düşünmüyor musunuz? Bir sonraki hükümetin Adalet Bakanı, gelmiş geçmiş en ürkütücü Adalet bakanlarından Şevket Kazan, sanıkların avukatlığını üstlenmekle kalmamış, bakanlığı sırasında da onları hapisanede ziyaret etmişti. Ama o kadarla kalsa, Şevket beyin, öncesinde ve sonrasında hiçbir siyaside rastlamadığımız gözükaralığına verir, işin içinden çıkardık. Oysa, o vahşetin hemen ertesinde muktedirlerin ve kanaat liderlerinin hatırı sayılır bir bölümü, açıkça, imayla ya da sadece kaş kaldırarak suçluyu bulmuş işaret ediyordu: Aziz Nesin. Sözgelimi marifetleri yanına kâr kalmış emekli darbeci ressam Kenan Evren, elbette hiç çekinmeden Sivas katliamı ile ilgili fikirlerini dile getiriyordu: “Gereksiz bir konuşma sonunda çıkan olay, solcularla dinciler arasındaki çekişmeye dönüşüyor. Bunu önlemek lazım. İnsan dinsiz olabilir. Ama bunu ilan etmenin gereği yok.” hayatımızda en iyi bildiğimiz, Türk halkının tahrik-tahriş-tahrip üçgenine provokatör, yani tahrik eden, kışkırtan olarak yazılan isim, gerçekten de oydu. sistemin yine tıknefes olduğu, hoyratça vites değiştirmeye çalıştığı şu dönemde laik Türk evlatları olarak yeniden gündeme gelen siyasetçi eskilerinin tepkilerini hatırlıyoruz kaçınılmaz olarak.
Baba hayaleti olarak ufkumuza gerilmiş Süleyman Demirel, dönemin Cumhurbaşkanı’ydı. Tahrik olmuş katliamcı halkına sahip çıkıyor, “Halkla polisi karşı karşıya getirmeyin” uyarısında bulunuyordu. Daha sonra da “Olayda ağır tahrik var. Çatışma yok. Otel yangınında can kaybı var” diyordu. şimdilerde neredeyse şefkatle anılan Susurluk baronesi Tansu Çiller, dönemin Başbakanı idi. Onun açıklaması da tarihe geçecek nitelikteydi. Halkın kaygılarına su serpiyordu: “Otelin etrafını saran vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır. Ölenler de çıkan yangın sonucu boğularak ölmüştür.”
Muhalefet lideri Mesut Yılmaz’ın katliam sonrası demeci de gerek insan gerek siyasetçi olarak tıynetini yansıtıyordu. Olayın büyütülmesini doğru bulmayan Yılmaz, “Bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi” deyivermişti. kim karşı? Katliamını hatırlanmasını, bu vahşetin anılmasını toplumsal barışa darbe vuracak bir eylem olarak görenler karşısında kimsenin şaşırmamasının sırrı, işte yukarıda andığım demeçlerde açıkça kendini aşikâr ediyordu. Orada halk olarak, vatandaş olarak görülen, kışkırtılmış, ‘talihsiz’ açıklamalarla tahrik edilmiş katliamcı güruhtur. Onlara verilecek destek hiçbir zaman yadırganmayacak, onlara anlayışla yaklaşıp başlarını okşayıp sırtlarını sıvazlamak siyasetin tartışılmaz gerekliliği olarak algılanacaktır.
Sivas katliamını anmanın, unutulmasın diye emek vermenin büyük önemi vardır.
Çünkü bu memleket bir türlü linç ikliminden çıkamamakta, asla korunmayacakların listesi her daim el altında hazır tutulmaktadır. 2 Temmuz 1993 günü askerin ve polisin gözleri önünde binlerce kişi bir olup bir oteli kundaklamış, şeytan taşlamış gibi ruh huzuru içinde evlerine dönmüşlerdir. Polis ve askeri güçlerin bu vahşeti engelleme konusundaki isteksizliği, yine polis ve itfaiyecilerin kurtarmaları gereken insanlara yönelik nefreti unutulmamalıdır. İkide bir TAYAD üyesi gençleri linçe yeltenen ve oranın tarafından sırtları okşanan Türk-İslâm sentezi de günün birinde amacına nail olduğunda dizimizi dövmedik mi? Üniversitelerde polisin gözleri önünde dışarıdan gelen yine aynı marka yiğitler tarafından öldüresiyle dövülen solcu gençlerin hayatını yeterince umursadık mı?
Hayatın her alanında lince giden bir ayrımcılık damarını besleyen karşı uyanık olmak zorundayız. Maraş’ta, Malatya’da, Çorum’da aynı tezgâhı kurup aynı yoldan kan döken güçlerin desteklendiğini, birçok muktedirin gözünde halk gibi durduğunu biliyoruz. Referans alarak politika yapan hükümet partisi ve yandaşlarının ‘demokrasi mücadelesi’nin bir anlam kazanabilmesi için Aleviler konusundaki ayrımcı yaklaşımlarına bir son vermeleri şarttır.

Birkaç yıl önce Ahmet İnsel, bir zamanlar hayatımızın ve insanlığımızın sığınaklarından gördüğümüz Mazlum-Der’in o zamanki başkanı Ayhan Bilgen’in Düzel söyleşisinden yola çıkarak durumu mükemmel özetlemişti.
Tekrar okumakta yarar var: “Ayhan Bilgen cemevleri konusunda Sünnilerin, Alevilerin cemevi talebini kıskandığını açıkça belirtiyor... Sünniler cemevlerine de para verilecek, Diyanet İşleri Bakanlığı’ndaki tekelci konumlarını kaybedecekler diye korkuyorlar. Size Türkiye’de Müslüman çoğunluğun demokrat bilinci. Sünni çevrelerin, Osmanlı İmparatorluğu’ndan beri hiçbir zaman kendilerini gayrimüslimlerle, Alevilerle, ‘ötekilerle’ eşit olarak görmemiş olmaları üzerine de düşünmeleri gerekiyor. Bununla yüzleşmeden, bu zihniyetle, bu zihniyetten türeyen pratikleri teşhir etmeden, bunları karşınıza almadan Türkiye’de ucuz bir mağduriyet söylemi üzerinden demokrat gömleği giyemezsiniz.”
Ama giydiler işte.
Bu yıl orayı ziyaret edip karanfil bırakan Bakan Çelik ‘ayrımcılığa karşı’ çıkıyor aklısıra. Orası 5 katlıymış. Müze olur muymuş? Yoksa her yeri müze yaptırmak gerekirmiş.
Bir Alevi şenliği için Sivas’ta toplanmış barışçı insanlardan bir kitle tarafından katledilmiş olmasının artık unutulmasını isteyenleri iyi tanıyoruz.
Onlar, örtbas edilmiş, unutturulmuş, hesabı sorulması imkânsız kılınmış katliamlar üstüne inşa etmeye çalışırlar toplumsal barış dediklerini. Linç tehdidiyle sürdürdükleri sıkıyönetimin adıdır, barış.
Haydi tekrarlayalım: Biz katliamcıyla, işkenceciyle, darbeciyle barışmak istemiyoruz.


http://www.radikal.com.tr/