"Bu ülkede, birbirimizi adam yerine koymayı belleyemiyorsak, bizlerden adam olmaz"
"Bu ülkede, birbirimizi adam yerine koymayı belleyemiyorsak, bizlerden adam olmaz"

Kısa bir süre öncesine kadar Örgütler (ekonomik, sosyal, siyasal) açısından temel başarı ölçütleri hedeflere ulaşmaktaki matematiksel veriler yani istatistiklerdi. Diğer bir ifade ile siyasi partide alınan oy, bir şirkette elde edilen kar, lobi örgütlenmesinde ulaşılan güçtü. Tüm dünyanın geçirdiği evrim ve gelinen süreçte,
Uluslararası ilişkilerde tüm büyük örgütler çok uluslu, çok kültürlü, örgütlü hale geniş bulunmaktadır. İş hayatında ki orta ve büyük ölçekli ( örgütlerin) nerdeyse tamamı çok kültürlü ve çok uluslu olarak kabul edilebilir. Bu çok uluslu/kültürlü yapılar içinde yer alan bireyler açısından en önemli sorun ise çeşitli şekillerde tezahür eden nefret suçlarıdır. Nefret suçları çok kültürlü çok inançlı örgütlerde demokrasinin, aidiyetin, üretimin ve mutluluğun önünde ki en büyük sorunlardan biridir. Gelişmiş tüm ülkelerde, konuya ilişkin çeşitli yasal düzenlemeler yapılmış olup konunun artık ülke gündemine taşınması için nefret suçları ve bunun örgütlere özelliklede iş yaşamına yansımaları ve toplumsal duyarlılığın arttırılması için bu çalışma hazırlanmıştır.
NEFRET SUÇLARI ve İŞ HAYATI
ÖZET
temel ölçüt sayısal veriler kadar örgütlenme içinde yer alanların, çalışanların mutluluğu, muhatapların tatmini de esaslı ölçüt olmaya başladı.
Ülkenin birisinde zalim, baskıcı, ve ırkçı bir kral yaşamaktadır.. Halka , her türlü zulmü yaşatmaktadır. İnsanlara yaşadıklarıyla kan kusturulmaktadır. Toplumun diğer kesimlerine hiç bir hoşgörüsü yoktur..... ********* Orkestra ekipleri, her hafta krala verdikleri müzik ziyafetindedirler.. ***** Gelin, diğer renk ve kültürlere; Farklılıklarımıza tahammül gösterelim. Çünkü; bu zenginlikler bizim yararımızadır.. Şair: Aydın ÖZTÜRK- anlatımıdır
Bir gün, Krala bir ders vermek istemektedirler..
Hepsi aynı anda çalmak yerine, piyano, çello, gitar, fülüt, keman, saz, davul, trampet vd. önlerine birer mum yakarlar..
-Ve, sıra ile herkes kendi müzik aletini çalar ve kalkar giderler.
-Piyanist, piyanoyu çalıyor ve önünde yanan mumunu söndürüp kalkıp gidiyor.
-Çello çalıyor ve önünde yanan mumunu söndürüp kalkıp gidiyor.
-Fülüt çalıyor ve önünde yanan mumunu söndürüp kalkıp gidiyor.
Ve diğer aletler çalıp bir, bir önünde yanan mumlarını söndürüp gidiyor..
-En son müzik aleti de çalıp önünde yanan mumunu söndürüp gidiyor..
İçerisi karanlığa gömülüyor.. Seslerde kesiliyor..
Bu duruma çok sinirlenen zalim kral;
Ne oluyor bu ne demektir diye ayağa kalkıp; bağırıyor..
-Yanındakiler; kralım siz farklılıkları bir, bir yok etmeye devam ederseniz, bir gün bu ülke, burada olduğu gibi karanlığa gömüleceketir.
Orkestra bu tutumuyla; sizin tutumunuzda bir değişiklik olmaz ise; ülkemizin sonu bundan farklı olmayacağını anlatmak istemişlerdir..!
Derler.
YÖK, Mardinli Öğrencileri KKTC'ye gönderdi
15.04.2010-perşembe
Aşağıdaki; yazı 15.04.2010 tarihinde Sn; Fikri Sağlar'ın birgün gazetesindeki köşesinde, "ANLAYANLARA AHMET TÜRK’ÜN VERDİĞİ DERS" başlıklı yazısının bir bölümünde şöyle geçmektedir..
*****
"Geçen pazar günü yapılan Yüksek Öğrenime Geçiş sınavları nedeniyle ciddi bir skandal yaşandı.
Kimse yapılanları umursamadı.
Hele “Açılımcılar” gık bile demedi.
YÖK geçen sene “kopya” çekildi diyerek Mardin ve ilçelerinde sınava girecek binlerce genci KKTC'ye gönderdi. Orada sınava soktu.
Yapılanları nasıl tanımlamak lazım? Bilemiyorum.
Hadi, masrafı ne olacak? Paraları var mı? Bu ne büyük haksızlık, eşitsizlik, ayrımcılık? Gibi soruları bir yana koyalım.
Adı üzerinde KKTC ayrı bir ülke!..
Bağımsızlığını ve egemenliğini tanıdığımız bir devlet!..
Siz nasıl bir başka ülkeye “sınava girmek” üzere öğrencilerinizi gönderebilirsiniz?
Almanya ya da Fransa’ya da, Vanlı, Muşlu veya Mersinli yurttaşlarınızı sınava girmesi için yollayabilir misiniz?
Bu “aymazlık” değilse nedir? Nasıl bir ülkede yaşıyoruz? Ne biçim bir siyasetle yönetiliyoruz?"
******
Evet, bu ülkede adaletin sağlanabilmesi için, yer değişiklikleri (Mahkeme veya sınavların en adil bir şekilde sonuçlanabilmesi için) yapılabilmektedir.. Ancak YÖK'ün bu uygulamasından nasıl bir sonuç çıkartılabilinirki: bu durum açık bir şekilde ortadadır.. Uygulamanın kendisi antidemokratiktir.. Ülkemin neresinde daha uygun bir yer bulunamadımı? Hangi şehir KKTC.den daha güvencesizdir.? Ülkemizin diğer şehirlerini daha güvencesizmi görüyorllarda o nedenlemi yapıldı, bu uygulama? Böyle düşünen bir üniversite üst kurulunun nasıl bir özgür, araştırıcı ve bilimsel bir eğitimden yana yüksek okul kurup yönetebilir.. Ülkemiz üniversiteleri, dünyada 500 üniversite arasına neden giremediğinin de bir örneği değilmidir bu olay.? Nasıl bir eğitim kadrosuyla eğitim verildiğinin anlaşılması açısından önemli olduğu kanısındayım.. Bu örneği; bir ceza verilme olarak almasak bile, mükafatta değildir herhalde...
Ayrıca; Fikri Sağlar'a köşesinde böyle bir habere yer verdiği için teşekür ediyoruz...
Taktiri okuyuculara bırakıyor, daha özgür, daha bilimsel ve daha demokratik bir Türkiye'de yaşama umuduyla saygılar sunuyoruz..
Evcioğlu
‘DEVRİM BİTMEYEN SEVDA’ ADLI KİTABI YAYIMLANAN AVUKAT-YAZAR MEHDİ BEKTAŞ:‘80 sonrasını hâlâ yaşıyoruz http://www.birgun.net/life_index.php?news_code=1271242457&year=2010&month=04&day=14
Avukatlık yaşamı boyunca Dev-Yol gibi önemli davaların avukatlığını yapan Bektaş tarihin tanıklarından biri.
Kitabını en çok gençlerin okumasını istediğini dile getiren Bektaş, bu nedenle ‘Devrim Bitmeyen Sevda’nın ithaf kısmında şu cümlelere yer veriyor:
“Bu kitap; bağımsız bir ülke; eşit, özgür, demokratik, devrimci bir devlet; bilimin yol gösterici olduğu, bireylerden oluşmuş, uygar, çağdaş, dayanışmacı bir toplum yaratma yolunda, emperyalizme ve yeni işbirlikçilerine karşı devrimci özünü ve duruşunu yitirmeden mücadele edenlere; bu uğurda yaşamını, özgürlüğünü hiçe sayanlara; ülkenin aydınlık ve güler yüzlü insanlarına; ülkemizin ve halkımızın umudu, geleceği ve her şeyi gençliğe sunulur!...”
»Kitabınızda ‘tarihi doğru okumalı’ diyorsunuz. Sizin için tarihi doğru okumak ne anlama geliyor?
Önyargısız geçmişe bakabilmeliyiz. Ben böyle olduğunu düşünüyorum. Bunun içinde geçmişte yaşanmış olayları gözden geçirmemizin, yansıtıcı bir gözle bakmamızın daha sağlıklı sonuç vereceğini düşünüyorum. Doğru okumak ile algıladığım bu. Eğer geçmişi doğru algılayabilirsek önümüzü de daha sağlıklı görebiliriz.
»Kitabınızın adı ‘Devrim Bitmeyen Bir Sevda’. Devrimi anlatmayı seçmenizin nedeni nedir?
Toplumları dönüştüren, hayatı yeniden kuran, geliştiren; kısacası insanlığın geçmişinden bugüne gelişindeki asıl itici budur, bu düşüncedir. Yenileşmedir, çağdaşlaşmadır… Bunu anlatmak için de ‘devrim’den başka bir sözcük yok. Bunlar ancak devrimlerle gerçekleşir.
»Piyasada yakın tarihi anlatan birçok kitap var. Sizin kitabınızı bunlardan farklı kılan nedir?
Bu bir akan ırmak gibidir. Bu akan ırmağa temiz sular da bulaşabilir, pis sular da bulaşabilir ama o ırmak yoluna devam eder. Bunun bitmemesi ve hedefine varana kadar yoluna devam etmesi gerektiğini düşündüm. Hedefine varsa da yine tez-antitez mantığından yola çıkılırsa bir süreklilik oluğunu görürüz. Yani insanlık var olukça, doğa var oldukça bu düşünce yaşayacaktır. Buna inandığım için devrimin bitmeyen bir sevda olduğunu söyledim. Bu kadar engele rağmen hâlâ böyle bir düşünceyi taşıyan insanlar vardır ve olacaktır.
»Kitabınızı en çok kim okusun istersiniz?
Ben bu kitabı gençlerin okumasını isterim. Umarım gençlere ulaşır ve yararı da olur. Şöyle bir şey gözlemlemiştim. Gençler kendi yakın tarihlerine çok fazla ilgi göstermiyorlar. Oysa sadece günceli okumak, güncele bakarak kararlar vermek çok da sağlıklı olmaz diye düşünüyorum. Bu kitap da genç için geçmişe bir pencere olsun istedim.
»Kitabınız 80’li yıllarda bitiyor. Aynı konuyla ilgili bu tarihten sonrası ve günümüzü de kapsayan bir kitap yazmayı düşünüyor musunuz?
Bu kitap daha çok geçmişi kapsıyor. Ancak bu kitabın okunur hale gelebilmesi için bazı bölümler çıktı. Kitabın girişinde günümüze bir miktar değiniyorum. 1980 sonrasını anlatmadım ancak insanlar bu süreci halen yaşıyor. Bu dönem daha tarih olmadı. Yazmak için önce bu devrin de kapanması gerektiğine inanıyorum.
»Aynı zamanda avukatsınız. Anılarınızı anlattığınız bir kitabınız var. Bunun dışında yaşadıklarınızı, şahit olduklarınızı anlatmayı düşündüğünüz başka kitaplar olacak mı?
Bir yerden başladık. Bu öyle bir şey ki okudukça, çalıştıkça yeni düşünceler de oluşuyor. Bazı hazırlıklarım var fakat bunlar ne zaman olgunlaşır, ortaya nasıl bir şey çıkar şimdiden söylemek zor.
»Kitabınızın ortaya çıkışında yaşadığınız sıkıntılar oldu mu?
Ben bu yayın piyasasının bu kadar karmaşık olduğunu içine girmeden önce bilmiyordum. Kitabı yazmak ayrı sorun, basmak ayrı sorun, dağıtmak ayrı sorun. O kitapların okunmasını sağlamak yine ayrı sorun. Ve son yıllarda pek de kitap okunmadığı yönünde bir izlenim edindim. Okumamak biraz da okulların yapısından kaynaklanıyor. Gençleri araştırmaya, incelemeye, düşünmeye yöneltmezseniz okuyan kişi sayısı da sınırlı kalıyor.
»Tarihi doğru anlamak için de doğru kaynakları okumak gerekir diyebiliriz…
Bilimsel düşünmek lazım. Bilimsel bakmak lazım. Tarihin her zaman sınıfsal bir mücadeleden kaynaklandığını görmek lazım. Bu sınıfların çıkarlarına bakmak lazım ve büyük dönüşümleri iyi izlemek lazım. Bu da okumaktan geçiyor. Herkes her dönemde yaşayamayacağına göre… Denizi balık ne kadar biliyorsa biz de içinde yaşadığımız dönemin o kadar farkındayız. Hatta o yılları yaşayan insanlar şimdi farklı değerlendirmeye başladılar. Bir de bu yönü var.
»Okuma işini en iyi beceren kesim İslami kesim gibi gözüküyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
İslami kesimin çok uzun bir geçmişi var. Birike birike gelen bir yapıları var. Son yıllarda da bu işin iyice farkına vardılar. Türkiye’de sol-sağ çekişmeleri, çatışmaları yaşanırken onlar kendilerini korudurlar. Eğitimlerini en yerlerde okuyup aldılar ve bugün de toplumu yönetiyorlar. Ancak bugünkü icraatları topluma yarar mı getiriyor yoksa zarar veriyor bunu gelecekte tahlil etmek daha kolay olacaktır.
»Okumak da yeterli değil galiba. Bir de üretmek gerekiyor…
Elbette; sadece okumakla olacak bir iş değil. Hayatın bir parçası olmak lazım. Ne derler; eylem olmadan düşünmenin bir mantığı yok. Ve mutlaka toplumsal mücadelede yer almak lazım. Bunun için çaba sarf etmek uğraşmak lazım. Yoksa okumak tek başına hiçbir zaman yeterli olmaz. Okumanın amacı nedir zaten? Hayata müdahale etmek. Öğrenmenin amacı da budur. Hem kendini değiştireceksin hem de toplumun değişmesine katkıda bulunacaksın.
»Şu an Türkiye’nin gündeminde anayasa paketi var. Bir hukukçu olarak bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz hukuk bir inisiyatif kurumu diye biliyoruz. Aşağıdaki sınıfsal yapının dışa yansıtılmış halidir denir. Ülkemizde anayasaların oluşma sürecinde o sınıfsal karakteri net görme olanağı yok. Ve bu ülkede iktidarların seçimle gelip seçimle gitmeleri de problemli olmuştur. Hiçbir gelen geldiği yerde kurallara uygun kalmayı ve çalışmayı sindirememiştir. İktidarın tamamını ele geçirmek gibi bir amacı taşımışlardır. Bugünkü iktidarın amacı da budur. Amaç devletin tüm kurumlarını kendi inisiyatifi altına almak ve yönlendirmektir. Bu anayasa değişikliğinin altında yatan nedenlerden biri de budur. YÖK, RTÜK ve hatta TÜBİTAK bugün iktidarın isteklerini yerine getiren kurumlara dönüşmüştür. Şimdi karşılarında yargı organları ile ordu var. Bu anayasa değişikliği de bu iki kesimi yıpratmaya yönelik bir çabadır.
BENİM YAŞ'LARIMDA

İNSAN
5 yaşına gelmeden anlıyor; açlığın öldürdüğünü, soğuğun dondurduğunu, ateşin yaktığını...
Sevgisizliğin insanın canını acıttığını...
Duyguları, nesneleri, kişileri, çevresini tanıyor.
Her şey ona çok büyük görünüyor:
Ev, masa, anne, baba...
10'una gelmeden; oyunla, sayılarla, harflerle tanışıyor.
Azgın bir iştahla öğreniyor. Kız ya da erkek olduğunu fark ediyor. Dünyanın evde, okulda kendisine anlatılandan da büyük olduğunun ayırdına varıyor.
15'inde, tam da en çok kendini sevdireceği çağda, sivilcelenen yüzünden, değişen bedeninden utanırken aşkı keşfediyor.
Dış dünya kadar iç dünyanın da büyük salonları ve kendisinin bile bilmediği odaları olduğunu, açıldıkça o odalardan devasa bahçelere çıkıldığını hissediyor, büyüleniyor. Şarkıların içinde sevdalar gezdirdiğini, şiirin her türden hasreti dindirdiğini anlıyor. Aşk acısını öğreniyor. Yine de seviyor; ille seviyor, inadına seviyor.
20'sinde, putlarını yıkıyor, başkaldırıyor, kanatlanıyor.
Her şey ona küçük görünüyor:
Ev, masa, anne, baba...
"Dünya küçükmüş; büyük olan benim" efelenmeleri başlıyor.
Lakin dünya bunu bilmiyor.
O yüzden 20'ler çoğu zaman hayal kırıklıklarıyla geliyor.
25'inde, ayaklar biraz yere değiyor.
Okul bitiyor, iş telaşı başlıyor.
Sınıfta öğrenilenlerin akı, sokaktaki gerçeklerin karasına çarpıp grileşiyor.
Yolu hızlı gelenler çabuk yorularak, sevdiğini bulanlarsa kalbinden vurularak evleniyor genelde...
5 yıl önce uzak bir ülke olan "istikbal", daha yakına geliyor.
"Bir denizde yangın çıkarma" hayali erteleniyor.
"Dünya zor"laşıyor.
30'unda, muhasebeye başlıyor insan:
"Dünya hâlâ beni tanımadı, üstelik galiba ben de dünyayı tam tanımıyorum" dönemi...
Mevcut bilgilerin sorgu yeri...
Kuşkunun beyliği...
Tehlikeli yaşlar: "Bunun nesine hayran oldum ki ben" pişmanlıkları, "Hakkımı yediler" sızlanmaları, sırta saplanan hançerler, çelmeler, dost kazıkları, ağır ağır olgunlaştırıyor insanı...
35, yolun yarısı...
Hiç okul asmadan, evden kaçmadan, bir terasta sevdiğiyle öpüşüp bir çadırda uyanmadan 20'sine gelenler için gecikmiş telafi çağları...
Daha önce hiç yüz verilmemiş ana-babaların sözüne yeniden kulak kabartılan yaşlar... Olgunluğun karasuları...
40'ında, Eski kotlar dar gelmeye, saçlara ak düşmeye, aile büyükleri yaşlanıp ölmeye başladığında bocalıyor insan...
Panik, kadınları kuaföre sürüklüyor, erkekleri araba galerilerine; ve ikisini birden yeni sevda hayallerine...
Yiten gençliğe, boyalı saçlarla, içe çekilen karınlarla, kırmızı arabalarla çare aranıyor.
45'inde, "istikbal" denilen o uzak ülkenin toprağına ayak basıyor insan...
Hem ölüm yarınmış gibi, hem hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamasını öğreniyor.
Eski dostlar, hatıralar kıymete biniyor.
Didişmenin yerini sükûnet, böbürlenmenin yerini nedamet, kinin yerini merhamet alıyor. "Keşke"ler "iyi ki"lerle, hırslar hazlarla yer değiştiriyor.
Bu dünyayı silkelemekten, daha iyi bir dünya için kavga vermekten vazgeçmeseniz de, öbür dünya umuduna da kulak kabartıyorsunuz, ara sıra...
Genellenemez tabii; bunlar benim yaş'larım.
Sonrasını bilmiyorum henüz; öğrendikçe yazarım.
Can Dündar...
BU RAKKAMLARA DİKKAT!!!!
BU GÜN NEDEN BU HALDEYİZİN CEVABI.!
NTV'deki 'Neden' programında 'Aleviler ve Siyaset'i tartışıldı.
Açılışta Alevi-Bektaşi Federasyonu Genel Sekreteri Turan Eser'e soruldu:
* * * Neden her seçim öncesi 'Sünniler ve Siyaset' değil de 'Aleviler ve Siyaset' tartışılır....?'
Eser, rakamlarla yanıtladı bu soruyu...
Verdiği rakamlar, tartışmaya yer bırakmayacak kadar net bir tablo sergiliyordu. Bu rakamları yorumsuz olarak sizlerle paylaşmak istiyorum:
***Türkiye'de kaç okul var ?........... ........67. 000
***Kaç hastane var ?........... ........1. 220
***Kaç sağlık ocağı var ?........... ......... 6.300
***Peki kaç cami var ?........... ......... .85.000
Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 cami düşüyor.
***Peki, kaç kilise var ?........... ......... .270
***Kaç cemevi var ?........... ......... .100
***Türkiye'de kaç doktor var ?........... ......... .77.000
***Peki, kaç din görevlisi var ?........... ......... .90.000
Türkiye'de her 900 kişiye bir doktor düşerken,her 780 kişiye bir din görevlisi düşüyor.
Eğitim-Sen'e göre Türkiye'nin 200 bin öğretmen açığı var.
***Türkiye'de kaç kütüphane var?........ ......... ......1.435
***Almanya'da kaç kütüphane var?........ ......... .....11.000
***Türkiye'nin kaç kentinde devlet tiyatrosu var ?......13
*** Kaç kentte kuran kursu var?........ ......... .......81
***Bu kursların toplam sayısı kaç ?........... ......... ......3.852
***Türkiye'de 1 opera derneği var, 11 bale, 10 heykel, 18 resim, 18 sinema, 38 tiyatro derneği var.
***Peki, kaç tane 'cami yaptırma derneği' var ?........35. 000
***İçişleri Bakanlığı'nın bütçesi ne kadar ?........... ....783 trilyon
***Ulaştırma Bakanlığı'nın ?........... ........678 trilyon
***Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nın ?........... ...677 trilyon..
***Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın ?........... .......632 trilyon...
***Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın ?........... ........280 trilyon..
***Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın ?...249 trilyon...
***Çevre ve Orman Bakanlığı'nın ?........... ........404 trilyon...
***Sadece Sünnileri temsileden; Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesi nekadar ?........1.3 katrilyon...
8 bakanlığın bütçesi kadar...
22 üniversitenin toplam bütçesine denk...
***Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin yıldan yıla büyümesine bakalım:
1997'de 66 trilyon.
1998'de 119...
1999'da 180...
2000'de 270...
2001'de 302....
2002'de 553...
*****************************
2003'te 771...
2004'te 1 katrilyon...
2005'te 1 katrilyon...
2006'da 1,3 katrilyon...
2007'de 2,7 katrilyon...
*********
2008'de 3.0 milyar dolar
2009'de 3,5 milyar dolar
Bir ülke; Diyanet'e, bütün üniversitelerine ayırdığı bütçe kadar pay ayırıyor, bunu son bir yılda ikiye katlıyorsa,?
Doktordan, öğretmenden fazla imam yetiştiriyorsa?
Hastane değil, cami yaptırıyor, kütüphaneden çok Kuran kursu açıyorsa?
O ülkenin durup bir daha düşünmesi gerekmez mi?
Not: Yukarıdaki rakamlara bakarken 2003 den sonraki rakamlara ayrıca bir daha bakmak gerekir. Her yıl iki katına çıkarılmış.
Neden?
"
OLİVER CROMWELL
Dünya tarihini değiştiren 50 nutuktan biri sayılıyor
Meclis oturum halindeydi, meclis üyeleri her zamanki gibi kendi çıkarlarını koruyan bir kanun maddesini tartışıyorlardı. Generali salonda görünce kakofoni durmuştu, ağır adımlarla meclis başkanının kürsüsüne yaklaşan general tane tane seçilmiş kelimelerle konuşmaya başlamıştı: 'Oturumunuzu sonlandırmaya geldim. Meclisi yaptığınız her icraat ile kirletmenize ve şerefsizleştirmenize artık kalıcı bir son vermeye geldim. Siz ki; fitneci, fesatçı, meclis üyeleri, siz ki; iyi bir hükümet olmak dışında ki her şey! Kiralık sefil yaratıklar, zavallılar, ülkenizi en küçük şahsi çıkar adına satılığa çıkaranlar, Judas gibi birkaç kuruş için Tanrı'ya ihanet edenler, içinizde bir parça da olsun erdem kalmadı mı? Bir parça vicdan da mı yok? Atım kadar bile dindar değilsiniz! Altın sizin yeni Tanrı'nız olmuş! Satılığa çıkarmadığınız bir değerde mi kalmadı? Ulusunuzun adına iyi bir şey düşünemez misiniz? Sizi çıkarcı sürüsü, bulunduğunuz bu kutsal meclisi varlığınızla kirletiyorsunuz! Tanrı'nın kutsadığı bu meclisi ahlak yoksunu davranışlarınızla hırsızların ini haline çevirdiniz! Halkın size verdiği yetkiyi kötüye kullandınız, siz ki halkın umutsuz dertlerine çare olmalıydınız, kendiniz halkın en büyük dert kaynağı oldunuz! Ama ülkeniz beni bu asırlardan beri temizlenmemiş ahırı temizlemeye çağırdı! Ve bu gücü de bana Tanrı verdi, bu şeytan ocağını yönetmeye geldim, ki ;vay halinize! Şimdi derhal defolun! Acele edin rüşvetin köleleri! Acele edin gidin! Süslü saltanat eşyalarınızı alın ve gidin!" Bazı parlamento üyeleri 'meclisin üstünlüğü' ya da 'halkın iradesi' falan gibi laflar edecek olmuştu. Generalin insanı donduran bakışları karşısında hepsi susmuş, usulca ve ellerinden geldiği kadar çabuk tüm korkakların yaptığı ve yapacağı gibi meclisi terk etmişlerdi. Din adına ülkeyi yobazca yönetmenin bedeli, bir süngünün veya kılıcın ucunda bertaraf edilmekti. Bu dün nasıl böyle ise bu gün de öyledir yarın da, öyle olacaktır...! *Ha unutmadan yukarda ki hikaye demokrasinin beşiği diye bildiğimiz İngiltere de geçmişti, 1653 senesinin 20 Nisan günü OLİVER CROMWELL adındaki bir general idi yukarda ki sözleri sarf eden. Küçümseyenler veya kör cahiller için birde hatırlatma yapalım, bu nutuk tarihi şekillendiren 50 söylevden biri sayılıyor!!! 1975-hvho-mezunlari [mulkiye 68 kuşak] |