Aziz NESİN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aziz NESİN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Aralık 2010

Mizah biraz acıtmalı...

Mizah biraz acıtmalı.. .

"MEMLEKETTE DEMOKRASİ VAR" FİLMİNİN BAŞROL OYUNCUSU MÜJDAT GEZEN AÇIK SEÇİK KONUŞTU

06 Aralık 2010 Pazartesi,


Kaynak: Fotoğraf Editörlüğü

Babamın aksine ben Menderes’i sevmezdim

“Memlekette Demokrasi Var” filminin başrol oyuncusu Müjdat Gezen’le röportaj yapmak çok keyifli

Kasmadan, içinden ne geliyorsa söylüyor, zamanda yolculuğa çıkmış gibi oluyorsunuz. Aziz Nesin’den Nejat Uygur’a uzandık, mizahın inceliklerini, ona getirdiklerini ve alıp götürdüklerini konuştuk. Bir türlü başarılı olamadığı yönetmenlik denemelerini ve simetri takıntısını anlatmaya başladığında ise çok güldük. Ama ben Müjdat Gezen’in yönetmenliğini yaptıktan sonra vizyona sokmadan rafa kaldırdığı, herkesten sakladığı bol yıldız oyunculu filmlerine kafayı taktım. O “Ancak evde gösterebilirim” diyor ama ben bir gün beyazperdede görmeyi çok istiyorum. Buradan bir çağrı olsun, bir film festivalinde, gırgırına da olsa göstersin o sakladığı filmlerini.

“Memlekette Demokrasi Var”ı konuşacağız sizinle. Menderes’i darağacından kurtarmak isteyen yarı deli bir karakteri canlandırıyorsunuz filmde. Bugün sinemaya gidecekler için özetlerseniz, nasıl bir film bekliyor onları?
- Bu senaryoyu daha ilk elime aldığımda çok çekti beni. Anlatımı hafif abartılı çünkü 1961’ler yani Menderes’in düşürüldüğü, Yassı Ada’ya götürüldüğü devir komik bir dille anlatılmaya çalışılmış. Kadromuz da güzeldi. Tabii son kararı seyirci verir ama filmin iş yapmasını istiyorum.

Biraz o dönemlere gidelim. Menderes’i kurtarmaya çalışan, bir dönem akıl hastanesinde yatmış Baradan adlı bir karakteri canlandırıyorsunuz. Sizin Menderes hakındaki düşüncelerinizi merak ediyorum.
- Babam çok severdi ama ben gençtim, sevmezdim tabii ki. Bu vatan cephesi diretmesi mesela halkı ikiye bölen bir tutum olmuştu. Menderes tutuklandıktan sonra, tünel kazıp onu Yassı Ada’dan kurtarmayı planlayan dört kişi tutukladı sıkı yönetim. Bu da groteks bir olay yani. Yani o devir hakikaten çok abartılıydı. Yönetmen de bunu komik bir dille anlatmaya çalıştı. “Siyasi film nasıl komik olur” ya da “Menderes’in idam edilmesindeki komiklik nedir”i anlattı. Bir ülke hiç başbakanını asar mı? Bir ülke hiç silah kullanmamış fidan gibi insanı darağacına gönderir mi? Böyle bir şey olur mu? Artık günümüzde böyle şeyler olmuyor ve olmayacak. Ama bu film 60’ların mizahe bir dilde sorgulaması gibi geliyor bana.
Menderes döneminde onun karşısında olduğuınuzu söylediniz. Böyle bir tünel kazma, kurtarma işine girmezdiniz herhalde.
- Filmde İlker Ayrık bana “Bu kadar mı çok seviyorsun Menderes’i?” diyor. “Yok o da sütten çıkmış ak kaşık değil” diyorum. Ben onu demokrasi adına yapıyorum ki ilerde gençler asılmasın, çünkü bu kısasa kısas vardır adetlerimizde...

MİZAH BAŞTAKİLERLE İYİ GEÇİNMEK DEĞİLDİR

Senaryoda müdahale ettiğiniz yerler oldu mu?
- Bir iki tane müdahale değil ama uyarıda bulundum. Ben bir iki tane daha Menderes hakkında bir şey söylemiştim onları makaslamış. “Menderes’in hataları da saymakla bitmez” diye bir ilave vardı, Menderes’in ailesini incitmek istemedi ve çıkarttı bunu. Çok zarif bir adam Süleyman (Nebioğlu), benim gibi değil.
Estağfurullah...
- Hayır ben bir mizahçıyım. Mizah biraz acıtmalı, mizah başa gelenlerle iyi geçinmek değildir. Mizahçı, komedyen diye geçinen bazı arkadaşlarımızın, aman reklamımıza bir şey olmasın, aman gelecek para bir yerlere gitmesin, aman bize dokunmasınlar fikrine de çok sıcak baktığım söylenemez. Mizah acıtır, mizah muhaliftir. Başkasının suyuna gidenlere Osmanlı’da methiyeci derlerdi. “Padişahım ne büyüksün, başbakanım ne büyüksün” der, bir kese altınını alır giderlerdi. Ötekiler yergiciydi ve başları hep derde girerdi. Hep cezaevlerinde buluşmuşlardır. Aziz Nesin gibi.

Siz ve Levent Kırca eleştirel mizahınızla biliniyorsunuz. Bunun size artı ve eksileri neler oldu?
- Artıları değil, iş hayatında engellenmeler gibi eksileri oldu. Mesela Yılmaz Özdil, Uğur Dündar, Levent Kırca ve ben bir sohbet programı yapacaktık. Yalnız politika değil spor ve magazin de olacaktı. Önce kabul ettiler ve sonra yapmayalım bunu dediler. Aşikar bir baskı olduğu muhakkak.

GÜLDÜREN SEBZE GÖRDÜNÜZ MÜ

İnsanları ağlatmak mı zor, güldürmek mi?
- Nejat Uygur’un bir lafı vardır, “Hiç güldüren sebze var mı?” diye. Çünkü soğanı sıktın mı iki göz iki çeşme ağlarsın. Vicks sürersin, iki göz iki çeşme ağlarsın. Ama güldüren sebze yok. Aslında dram duygulara hitap eden bir şeydir, insan çabucak duygulanır. Benim ana haber bülteninde bile zaman zaman ağladığım olur. Ama gülme iki uyanık zekanın örtüşmesinden ve buluşmasından çıkar. Hem espriyi yapanın hem de algılayanın zeki olması lazım. Ben mesela Cem Yılmaz’ın esprilerini seviyeli buluyorum. Ama diğerleri konusunda aynı şeyi söyleyemem.
Sizin okulun öğrencilerinden İlker Ayrık da başarılı bir performans sergiliyor filmde. Bekliyor muydunuz İlker’den böyle bir başarı?
- Bekliyordum tabii. İlker bu filmin afiş fotoğrafı çekilirken dua ediyordu. “Ne yapıyorsun oğlum?” dedim. O da “Hocam hiç aklıma gelir miydi buraya geleceğim, oyuncu olacağım, hoca olacağım. Sonra sen bana kız isteyeceksin, evleneceğim” dedi.
Öyle mi oldu?
- Evet, babası yoktu. “Bana babalık yapar mısın?” dedi. “Ne yapacağım?” diye sordum, “Kız isteyeceğiz” dedi. Aldık çikolatayı, çiçeği, gittik. Mutlu da bir evliliği var, çok iyi bir oyuncu. Şu anda okulda ders de veriyor.

AZİZ ABİ YÖNETMENLİĞİMİN REZİLLİĞİNE GÜLÜYORMUŞ

Bu film Süleyman Nebioğlu’nun ilk yönetmenlik denemesi. Sizin de daha önce bir sürü yönetmenlik deneyiminiz oldu. Ama hep dalga geçiyorsunz kendinizle.
- Dalga geçiyorum çünkü sinemada oyunculuğu seviyorum da yönetmenliği yapamadığımı ilk filmimde gördüm. Aziz Nesin’le seyrettik, komedi filmiydi, nasıl gülüyor. “Aziz abi gerçekten bu kadar komik mi?” dedim. “Yok, rezalete gülüyorum” dedi! Ben böyle iki film yaptım ama hiç ortaya çıkarmadım. Birini de Avustralya, Japonya, Afrika, Amerika falan beş kıtada çekmiştim. “Gülümseyen Dünya” diye bir şey. Perran Kutman, Altan Erbulak, Zeki Alasya, Halit Kıvanç, Neco, ben,inanılmaz bir kadrosuardı
Ne olur bunu bir yerde görelim.
- Yok, görmeyelim. Amerikalılar istiyorlar bu filmi, vermiyorum (gülüyor).
“Dünyayı Kurtaran Adam” mantığıyla yaklaşırız filme biz de...
- Kült, hatta kültün kültü bu film.
Keşke ilerde görebilsek…
- Belki bir ara evde, özel olarak. Halk huzurunda olmaz.

HALUK’A EFENDİLİK DAHA ÇOK YAKIŞIYOR

Ben küçük bir eleştiride bulunacağım haddim olmayarak ama bula bula kapışmak için Haluk Bilginer’le birbirinizi mi buldunuz?
- Ben bir şey yapmadım, sadece Haluk’a karşı ölen meslektaşlarımı korudum. Sonra Haluk’un o talihsiz beyanının yer aldığı röportajın nasıl başlayıp bittiğini öğrendim. Haluk’a efendilik küfürden daha çok yakışıyor. Çok küfür etmiş o röportajda. “Turnede aç kaldım diyenler, babam ölünce sahneye çıkacağım diyenler gelsin kulağımı yesin” gibi sözlere gerek yok. Benim Haluk’la en ufak bir tartışmam olamaz. Gelip elimi öptüğünde dövmeyeceğim (gülüyor). Şaka yapıyorum tabii.
Konuştunuz mu sonrasında?
- Konuşmadık. İki kez aradım, hem gişesine haber bıraktım hem de cebine ama dönmedi.

MİNARE DÜZELTTİRDİM

Simetri takıntınız devam ediyor mu?
- Etmez mi? Cenk Koray bir gün oyunda bütün tabloları bilerek yamuk asmış. Sahneye çıktım; tavana bakıyorum, yere oynuyorum falan... Mikrofonu çevirdi, “Tavana bakma, duvara bak” dedi, bir baktım bütün tablolar yamuk. Dört saat sahnede kalacağım, “Bir dakika” dedim seyirciye, indim, düzelttim, “Başla” dedim.

Başka vukatınız var mı?
- Minare düzelttirdim ben. Bu bana yapılacak şey mi! Açtım telefon, ismimi verdim, “Mimar Sinan’ın bir eseri var Dolmabahçe’de, ucu yamuk” dedim. “Hocam, kuzeye bakanlar öyle olur” dediler, dedim “Bırak kuzeyi güneyi, düzelt şunu”... Valla 20 gün sonra iskele kurdular, düzelttiler.
İnanmıyorum size...
- Ben de inanmıyorum ama öyle...

DEMOKRASİ İÇİN HAPSE GİRDİM AYAĞIMA PRANGA VURDULAR

Siz demokrasi için neleri göze alırsınız? Canlandırdığınız Baradan karakteri denizin altına girip orada eylem yapmak istiyor.
- Ben demokrasi için 68 yaşıma kadar üç kez fatura ödedim. Cezaevine girdim, ayağıma pranga vurdular ve bu sadece yazdıklarımdan, düşündüklerimden söylediklerimden ötürüydü. Demokrasinin bu olmadığı kesin. Günümüzdeki demokrasiye de demokrasi demeye imkan yok. Ölene kadar hangi suçtan cezaevinde yattığını bilmeyen insanlar var hâlâ.


KORKU DUVARINI AŞTIM AMA PİSİ PİSİNE ÖLMEK İSTEMEM

Aziz Nesin’i özlüyor musunuz?
- Çok özlüyorum. “Aziz abi, korkuyor musun?” demiştim. “Korku duvarlarını aştım, artık ne korkacağım” dedi. Sivas olayından dört saat sonra yakaladım Ankara’da, “Burnumdan siyah kurum geliyor” dedi. “Korktun mu?” dedim, “Korktum” dedi. “Niye?” dedim, “Yanarak ölmekten korktum” dedi. Duman yüzünden odada arkadaşı ile yere çökmüşler, sonra Aziz abi demiş ki “Yataklara yatalım, bizi bulanlar korkarak öldü demesin” demiş. Bu bana çok dokunmuştu. Ben de artık korku duvarını aştım ama öyle pisi pisine ölmek de istemem.
Allah korusun.
- Hayır, yaş geçiyor ama ecelimizle ölelim.


Kaynak: Ömür GEDİK


http://www.rtuk.tv/

EvcioğluHaber-12.12.2010

6 Temmuz 2010

Madımak

Madımak

Daha sonra İstanbul Başsavcılığı’nda ifadesine başvurulan Aziz Nesin, şöyle demişti: “Başsavcı soruyor bana; kimden şikâyetçisin? Şöyle yanıt bekliyor benden: Efendim, itfaiye merdivenlerinden inerken beni döven itfaiye erinden şikâyetçiyim. Başka? Beni yere atıp sürükleyen, başımdan yaralayan ve bindirdikleri arabada döven polisten... Başka? Beni döven encümen üyesi o sakallı adamdan. Böylece figüranlık oyunu tamamlanmış, oynanan oyun bitmiş ve perde kapanmış olacak. Ama benim derdim, bu kanlı senaryoyu yazmış olanlarla. Bu senaryoyu kim yazdı?”
2 Temmuz 1993 günü, 35 kişinin Sivas’taki Pir Sultan Şenliği’ne 35 şair-yazar-müzisyen, kaldıkları Madımak oteli, önünde toplanan göstericiler tarafından tekbirler eşliğinde ateşe verilerek öldürülmüştü. Günün anılması, gösterilerle hatırlanıp hatırlatılması kimilerini rahatsız ediyor. Sivas’ın artık bu kara lekeden arındırılması, katliamıyla anılarak ekonomisinin baltalanmasına izin verilmemesi çağrıları yanı sıra “Kaşımayın, tesis edilmiş barış ortamını bulandırmayın” çizgisinde çok alışılmış uyarılarla da tembih ediliyoruz. Oysa Sivas katliamının üstünden geçen 17 yıl içinde böyle bir katliamın yeniden yaşanmaması için toplum olarak bir adım atabilmiş miyiz? Katliamcıların yüce Türk adaletiyle sınavına bir bakalım. Gazeteci Belma Akçura, çok güzel özetlemişti: “Olaylarla ilgili olarak 124 sanık hakkında dava açıldı. Sekiz yıl süren hukuk mücadelesinden sonra dava 2001’de sonuçlandı. Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin onadığı karar uyarınca, ‘Cumhuriyete karşı örgütlü kalkışma’ girişiminde bulunan sanıklardan 33’ü TCY’nin 146/1. maddesine göre idam cezası aldı. Bu müebbet ağırlaştırılmış hapse çevrildi, geri kalan sanıklar değişik cezalara çarptırıldı. 13 yılda içeride kalan sanık sayısı beraat ve tahliyelerle 33’e düştü. 8 sanık ise Yargıtay’ın 1997’deki bozma kararından bu yana firarda. Tutuklama kararı bulunan sanıklardan, başta Sivas Belediye Meclisi üyesi Cafer Erçakmak olmak üzere sekiz kişinin Almanya ve Suudi Arabistan’a sığındıkları öğrenildi. Davada kilit isim Cafer Erçakmak hiç yakalanamadı. Sivas katliamı sanığı Muhammed Nuh Kılıç’ın yıllardır Almanya’da Mannheim’da eşi adına açtığı dönerci dükkânını işlettiği ortaya çıktı”.
Vahşilerin cezalandırılmalarının ağrılı bir süreç olduğu, yargının da bu konuda biraz hevessiz davrandığını düşünmüyor musunuz? Bir sonraki hükümetin Adalet Bakanı, gelmiş geçmiş en ürkütücü Adalet bakanlarından Şevket Kazan, sanıkların avukatlığını üstlenmekle kalmamış, bakanlığı sırasında da onları hapisanede ziyaret etmişti. Ama o kadarla kalsa, Şevket beyin, öncesinde ve sonrasında hiçbir siyaside rastlamadığımız gözükaralığına verir, işin içinden çıkardık. Oysa, o vahşetin hemen ertesinde muktedirlerin ve kanaat liderlerinin hatırı sayılır bir bölümü, açıkça, imayla ya da sadece kaş kaldırarak suçluyu bulmuş işaret ediyordu: Aziz Nesin. Sözgelimi marifetleri yanına kâr kalmış emekli darbeci ressam Kenan Evren, elbette hiç çekinmeden Sivas katliamı ile ilgili fikirlerini dile getiriyordu: “Gereksiz bir konuşma sonunda çıkan olay, solcularla dinciler arasındaki çekişmeye dönüşüyor. Bunu önlemek lazım. İnsan dinsiz olabilir. Ama bunu ilan etmenin gereği yok.” hayatımızda en iyi bildiğimiz, Türk halkının tahrik-tahriş-tahrip üçgenine provokatör, yani tahrik eden, kışkırtan olarak yazılan isim, gerçekten de oydu. sistemin yine tıknefes olduğu, hoyratça vites değiştirmeye çalıştığı şu dönemde laik Türk evlatları olarak yeniden gündeme gelen siyasetçi eskilerinin tepkilerini hatırlıyoruz kaçınılmaz olarak.
Baba hayaleti olarak ufkumuza gerilmiş Süleyman Demirel, dönemin Cumhurbaşkanı’ydı. Tahrik olmuş katliamcı halkına sahip çıkıyor, “Halkla polisi karşı karşıya getirmeyin” uyarısında bulunuyordu. Daha sonra da “Olayda ağır tahrik var. Çatışma yok. Otel yangınında can kaybı var” diyordu. şimdilerde neredeyse şefkatle anılan Susurluk baronesi Tansu Çiller, dönemin Başbakanı idi. Onun açıklaması da tarihe geçecek nitelikteydi. Halkın kaygılarına su serpiyordu: “Otelin etrafını saran vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır. Ölenler de çıkan yangın sonucu boğularak ölmüştür.”
Muhalefet lideri Mesut Yılmaz’ın katliam sonrası demeci de gerek insan gerek siyasetçi olarak tıynetini yansıtıyordu. Olayın büyütülmesini doğru bulmayan Yılmaz, “Bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi” deyivermişti. kim karşı? Katliamını hatırlanmasını, bu vahşetin anılmasını toplumsal barışa darbe vuracak bir eylem olarak görenler karşısında kimsenin şaşırmamasının sırrı, işte yukarıda andığım demeçlerde açıkça kendini aşikâr ediyordu. Orada halk olarak, vatandaş olarak görülen, kışkırtılmış, ‘talihsiz’ açıklamalarla tahrik edilmiş katliamcı güruhtur. Onlara verilecek destek hiçbir zaman yadırganmayacak, onlara anlayışla yaklaşıp başlarını okşayıp sırtlarını sıvazlamak siyasetin tartışılmaz gerekliliği olarak algılanacaktır.
Sivas katliamını anmanın, unutulmasın diye emek vermenin büyük önemi vardır.
Çünkü bu memleket bir türlü linç ikliminden çıkamamakta, asla korunmayacakların listesi her daim el altında hazır tutulmaktadır. 2 Temmuz 1993 günü askerin ve polisin gözleri önünde binlerce kişi bir olup bir oteli kundaklamış, şeytan taşlamış gibi ruh huzuru içinde evlerine dönmüşlerdir. Polis ve askeri güçlerin bu vahşeti engelleme konusundaki isteksizliği, yine polis ve itfaiyecilerin kurtarmaları gereken insanlara yönelik nefreti unutulmamalıdır. İkide bir TAYAD üyesi gençleri linçe yeltenen ve oranın tarafından sırtları okşanan Türk-İslâm sentezi de günün birinde amacına nail olduğunda dizimizi dövmedik mi? Üniversitelerde polisin gözleri önünde dışarıdan gelen yine aynı marka yiğitler tarafından öldüresiyle dövülen solcu gençlerin hayatını yeterince umursadık mı?
Hayatın her alanında lince giden bir ayrımcılık damarını besleyen karşı uyanık olmak zorundayız. Maraş’ta, Malatya’da, Çorum’da aynı tezgâhı kurup aynı yoldan kan döken güçlerin desteklendiğini, birçok muktedirin gözünde halk gibi durduğunu biliyoruz. Referans alarak politika yapan hükümet partisi ve yandaşlarının ‘demokrasi mücadelesi’nin bir anlam kazanabilmesi için Aleviler konusundaki ayrımcı yaklaşımlarına bir son vermeleri şarttır.

Birkaç yıl önce Ahmet İnsel, bir zamanlar hayatımızın ve insanlığımızın sığınaklarından gördüğümüz Mazlum-Der’in o zamanki başkanı Ayhan Bilgen’in Düzel söyleşisinden yola çıkarak durumu mükemmel özetlemişti.
Tekrar okumakta yarar var: “Ayhan Bilgen cemevleri konusunda Sünnilerin, Alevilerin cemevi talebini kıskandığını açıkça belirtiyor... Sünniler cemevlerine de para verilecek, Diyanet İşleri Bakanlığı’ndaki tekelci konumlarını kaybedecekler diye korkuyorlar. Size Türkiye’de Müslüman çoğunluğun demokrat bilinci. Sünni çevrelerin, Osmanlı İmparatorluğu’ndan beri hiçbir zaman kendilerini gayrimüslimlerle, Alevilerle, ‘ötekilerle’ eşit olarak görmemiş olmaları üzerine de düşünmeleri gerekiyor. Bununla yüzleşmeden, bu zihniyetle, bu zihniyetten türeyen pratikleri teşhir etmeden, bunları karşınıza almadan Türkiye’de ucuz bir mağduriyet söylemi üzerinden demokrat gömleği giyemezsiniz.”
Ama giydiler işte.
Bu yıl orayı ziyaret edip karanfil bırakan Bakan Çelik ‘ayrımcılığa karşı’ çıkıyor aklısıra. Orası 5 katlıymış. Müze olur muymuş? Yoksa her yeri müze yaptırmak gerekirmiş.
Bir Alevi şenliği için Sivas’ta toplanmış barışçı insanlardan bir kitle tarafından katledilmiş olmasının artık unutulmasını isteyenleri iyi tanıyoruz.
Onlar, örtbas edilmiş, unutturulmuş, hesabı sorulması imkânsız kılınmış katliamlar üstüne inşa etmeye çalışırlar toplumsal barış dediklerini. Linç tehdidiyle sürdürdükleri sıkıyönetimin adıdır, barış.
Haydi tekrarlayalım: Biz katliamcıyla, işkenceciyle, darbeciyle barışmak istemiyoruz.


http://www.radikal.com.tr/

5 Temmuz 2010

Yakıldılar, Yandılar. Ama Kül Olmadılar. SİVAS ŞEHİTLERİ ve önemli not

Yakıldılar, Yandılar...
Ama Kül Olmadılar...
SİVAS ŞEHİTLERİ

resim


EvcioğluHaber- 01.07.2010 tarihli Alevi haber ajansı sitesinde yayımlanan ve Reyhan CÖMERT tarafından kaleme alınmış olan aşağıdaki yazıyı sizlerin vicdanına ve düşüncelerine ( şu küçük dünyamızın her köşesinde kan ve göz yaşından başka neredeyse güzel bir şeyler kalmadığını düşünürken) bir ışık tutacağı inancıyla sizlerle paylaşmak istedik... Ve tarihe bir diğer açıdan önemli bir not olacağı kesindir.. .!


Sivas vahşetinin üstünden 17 yıl geçti…

Yazık, Koray Kaya 12 yaşından 13’üne gelmiş olacaktı. Serpil Canik, İngiliz dilini kazanacaktı. Gülender Akça, Açık öğretimi bitirecekti. Muammer Çiçek ile İnci Türk nişanlanmış olacaktı…

Olmadı…

Asım Bezirci bir inceleme kitabını daha bitirmiş olacaktı. Behçet Safa Aysan, Hasret Gültekin gene notalara basacak ve bizi ağlatacaktı…

Olmadı…

Katil sürüsü buna izin vermedi…

Gene bir şiir kanatacaktı.

Tam 17 yıl geçti… Kimi unuttu, kimi sineye çekti… Ama benim gibi düşünen çoğu insan ne unuttu ne de sineye çekti…

Katliam olduktan sonra ki ilk beş yıl gerek davalarda gerekse suçluların cezalandırılması için çok koşuşturuldu. Tabi bu koşuşturanlar ölenlerin yakınları ve onlarla gönül ortaklığı yapmış insanlardı… Bu onlar için namus borcuydu. O zaman ki süreci kısaca anlatırsak, DGM’de ki en alt görevliden en üstüne kadar olaya ne kadar duyarsız olduklarını görmüş, Türkiye halkının büyük çoğunluğunun, katiller ellerinde benzin bidonlarıyla kapılarına dek dayanmadıkça, kıpırdamayacaklarını anlamıştık. Ya da o zamanın aydınlarının korkularından mıdır bilinmez kumdan kafalarını çıkarmadıklarını gördük.

Sivas vahşetini yaratanların, onu aynı zamanda örtme, unutturma, geçiştirme azminde ve kararlılığında olduklarını da kavradık.

Bütün bunlara rağmen mücadele etmek gerekiyordu, eksiğimizle, fazlamızla ettik, ediyoruz…

Bugün, olayın sıcaklığı geçtikten, duygusal ortamdan uzaklaştığımızda neyi ihmal ettik diye dönüp baktığımızda şu noktalar göze çarpıyor:

1- Şenlikten iki hafta önce, şenlik programı açıklandıktan sonra, 16 Haziran 1993 tarihli imzasız bir mektup geliyor Pir Sultan Abdal Derneği’ne. Bu mektubun kimi satırları şöyle; ‘Sizler, Hz. Ali’ye tabi olduğunuzu iddia ederek… Aleviyim diyerek Kemalist olmak, iki yüzlülük ve şirktir. Size tavsiyemiz kimliğinizi Kemali olarak değiştirmenizdir. Neden ki; Hz. Ali sizden davacı olmasın. Ancak ve ancak müminler kardeştir. İnancımıza saldıranlarla savaşmak cihadımızdır.

Kardeşimiz de değil. Çağdaşlık, inancını her çağda muhafaza etmektir. Çağa göre fikir ve şekil değiştirmek değildir. Yaşamın sorumlulukları nefse olan sorumluluklar değil, Allaha olan sorumluluklardır. Güzel toplumumuzun bünyesine vurulmuş birer paslı çivi olan Laiklik ve Demokrasi hiçbir zaman insanlara huzur sağlayamaz. HUZUR İSLAMDADIR.’

Sivas Gemerek’ten postaya verilen bu mektup hiç tartışılmadı…

1994 Ağustos tarihli Teori dergisinde Dr. Şükrü Günbulut’un yazısından alıntılarla anlatalım:

KATLİAM HAZIRLIKLARI:

Sivas’a vardığımız 1 Temmuz sabahı, Madımak Oteli önünde ki, sokağın Cumhuriyet Caddesi’ni kestiği köşede bir taş yığını gördük. Bu yığının, biz gelmeden biraz önce getirilip konulduğunu öğrendik. Taban çapı iki; yüksekliği bir buçuk metrelik bir küme oluşturan bu taşlar, otelin taşlanmasında ilk elde kullanılmıştır.

Bahanesi ne olursa olsun (kaldırım onarımı vb.) bu yığıntının, bizi taşlamak amacıyla önceden bilinçli olarak yerleştirildiği kanısındayız…

…Taşlamanın en ateşli, kalabalığın en çok olduğu akşam saatlerinde, otelden ceketsiz, beyaz gömlekli bir adam fırladı. Kapının önünde ki arabanın tepesine çıkarak, arabaya saldıranlara tekmeler savurmaya ve bağırıp çağırmaya başladı.

Taşlayanlar bir anda çil yavrusu gibi dağıldı. Bu gösteriyordu ki, eğer orda yönetim, katliamı önlemek için azıcık çaba sarf etselerdi, bu caniler kalabalığını dağıtabilir ve katliamı önleyebilirlerdi. Bunu adım gibi biliyorum…

…Otel yakıldı. İçinde 37 can yakılarak öldürüldü. Yaralılar daha da fazla. Kara adamlar doymuş uykuya döndüler. O gece ve ertesi sabah, bu cinayetin asıl başları, ellerini kollarını sallayarak Sivas’tan kaçtılar. Ne bir barikat, ne bir işlem, ne bir arama… Yollar kesilip, hiçbir şekilde arama yapılmadı. Nerden mi biliyoruz? Otelden kurtulan bir kişiyle katliam gecesinin sabahında elimizi kolumuzu sallayarak, Sivas caddelerinden geçtik. Hani o saatte Sivas’ta sokağa çıkma yasağı vardı? Kenti serbestçe geçtik, garajlara gittik, biletimizi aldık. Sorup soruşturan yok! Kimsiniz, nereye gidiyorsunuz diyen yok!

…Peki, 78 yaşında ki Aziz Nesin’i itfaiye merdivenlerinden aşağı savuran, yumruklayıp tekmeleyen kişi… O zamanın Refah partisi üyesi…

O ölüm kalım anında, en büyük birkaç yazar ve düşünürümüzden biri olan Nesin için ‘Asıl ölecek kişi o,gebertin! O insan değil hayvandır!’ diyen ve demir kancalarla öldürmeye çalışan kişi… Bu kişi o merdivenin orda ki bir sürü polisin önünde nasıl kaçabilir?

Bunlar gibi aslında cevapsız o kadar çok soru var ki… Otelden yaralı olarak çıkanların kurşunlanmış olması, hastaneye götürülenlerin kayıt listesinden daha da fazla olması ve tanımadık, yani otelde kaydı olmayan, garip kıyafetli insanların olması daha da şaşırtıcı değil mi?

Ne yazık ki bütün bunlar zamanın tozlu yapraklarına gömülerek unutturuldu ve bizde unuttuk…

Aslında Sivas bu yakılma olayına ilk kez şahit olmuyordu.1590’larda zamanın aydını ve bilgesi Pir Sultan Abdal’da yine burada yakılarak öldürülmüştü. Pir Sultan Abdal’da o zaman Osmanlı’nın isteklerine karşı gelmiş, onlarla aynı düşünmediği için bu şekilde cezalandırılmıştı.

Ancak bir şeyi engelleyemediler, Pir Sultan’ın düşünceleri ve öğretileri günümüze kadar gelmiş ve birçok aydına ışık tutmuştur…

Aslında bu yakılma olayları tarih boyunca dünyanın her yerinde gerçekleşmiş ve hepsi da din başlıklı olaylar ekseninde olmuştur. Avrupa’dan örnek vermek istersek, Giordano Bruno ilk aklıma gelen…

1548 yılında İtalya’da Napoli yakınlarında doğmuştur. Bruno, ünlü bir filozof, matematikçi ve astronomdur. Çağdaş bilime öncülük eden kuramlarının en önemlileri, evrenin sonsuzluğuna ve birden çok dünyanın varlığına ilişkin olanlardır. Bruno, geleneksel yer merkezli astronomiyi reddeder. O, Katolik ve Protestan Kiliselerinin Avrupa’yı Hıristiyanlaştırma mücadelelerinin olduğu bir dönemde yaşamıştır. Böylesi bir dönemde, aykırı görüşlerini inatla korumuş ve görüşleri nedeniyle yakılarak öldürülmüştür.

Bruno, çorbada tuzu bulunan herkesin yaptığını yapmış, kendisi için değil, gelecekteki insanlık için yaşamıştır. Yaşamını yakılarak yitirmiş olması onu yok edememiştir. Çünkü gerçeklere ulaşmada engel tanımamış, fikirlerinden ödün vermemiş, eserleriyle düşüncelerini insanlara ulaştırmıştır…

Şunu söyleyebiliriz ki, bugün gerek Sivas’ta ki aydınları, gerek Pir Sultan Abdalı, gerekse Bruno’yu yakanlar değil, yakılanlar galip gelmiştir… Düşünceleri ve yaptıkları yıllarca anlatılmış, şiirleri, şarkıları ve sözleri dilden dile dolaşmıştır…

Yazımı 2 Temmuz 1993 Sivas’ta Madımak Otelinde yanarak hayatını kaybedenlerden Metin Altıok’un birkaç dizesiyle bitirmek istiyorum:

-Bilmemem gereken, şeyler öğrendim.
Sorular sordum, sormamam gereken,
Gördüm apaçık görmemem gerekeni,
Söylenmezi söyledim.
Suçum büyük ve taammüden.

-Rüzgarlarla aşındı, yıllar yılı bedenim,
Çağıdır şimdi kurgusal bütün kötülüklerin,
Kıyamet çoktan koptu,
Haberiniz yok…
Siz hala güneşin, her sabah doğuşuna güvenin…


KAYNAKLAR:

- Teori Dergisi (1994-Ağustos) Dr. Şükrü Günbulut’un ; Sivas’ta İlk Sabahımız adlı makalesi.
- Teori Dergisi (1994-Temmuz) Ali Balkız’ın; Geriye Baktığımızda Sivas adlı makalesi.
- Ana Britannica, 5.cilt
- Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi. İletişim Yayınları,1.ve 8.cilt

KAYNAK : Alevihaberajansi.com - 1 Temmuz 2010

8 Şubat 2010

NİŞAN ALAN EŞEK..

http://www.mozaik.at/images/tr/db_web_story_56/aziz_nesin3.jpg
NİŞAN ALAN EŞEK..

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken,Memlekette bir padişah varmış. Tanrı göstermesin, anlatılmaz bir kıtlık baş göstermiş. Bir zamanlar yediği önünde, yemediği ardında, bir eli yağda bir eli balda olan insanlar, bir dilim kuru ekmeğin yoksunu olmuşlar.
Padişah bakmış ki kıtlık halkı kırıp geçirecek, bunu önleyici bir çıkar yol aramış. Sonunda, memleketin dört biyanına, sokak sokak, köşe bucak çığırtkanlar salmış.

Çığırtkanlar Padişah fermanını şöyle bağırırlarmış:

- Ey ahali!.. Duyduk duymadık demeyin!...
Her kimin devlete bir hizmeti, vatana bir yararlığı olmuşsa, koşup saraya gelsin!
Padişahımız efendimiz onlara nişanlar verecek!.. İnsanlar, açlığı, yokluğu, derdi, borcu, harcı unutup, Padişahtan nişan almak sevdasına düşmüşler.
Padişahta yapılan hizmetin büyüklüğüne göre çeşit çeşit nişanlar varmış.
Birinci dereceden altın yaldızlı nişan,
ikinci dereceden altın suyuna batmış nişan,
üçüncü dereceden gümüş kaplama nişan,
dördüncü dereceden demir nişan,
beşinci dereceden kalaylı nişan,
altıncı dereceden çinko nişan,
yedinci dereceden teneke nişan...

Gelen giden nişan alıyormuş.
Artık öyle olmuş, öyle olmuş ki, nişan yapmaktan Padişahın memleketinde hurda demir, çinko, teneke kalmamış.
Fincancı katırının boynundaki çangur çungur sallanan cam boncuklar nasılsa, körük gibi şişirilen göğüsler üzerinde de nişanlar, işte öyle sallanmaya başlamış.

İnsanların göğüslerinde şangur şungur nişanların sallandığı, Padişahın kim gelirse nişan dağıttığını duyan bir inek de,
- "Nişan asıl benim hakkım!" diyerek bir nişan almayı aklına koymuş.
Açlıktan bir deri bir kemik, böğrü böğrüne çökmüş, kaburgası omurgasına geçmiş inek koşa koşa sarayın kapısına gelmiş.
Kapıcıbaşıya,
- Padişaha haber verin! demiş.
Bir inek kendisini görmek istiyor.
Başlarından savmak istemişlerse de,
- Padişahı görmeden, bu kapıdan bir adım atmam!...
diye böğürmeye başlayınca,
Padişaha,
- Efendimiz, kullarınızdan bir inek huzurunuza çıkmak istiyor... demişler.
Padişah,
- Gelsin bakalım, bu da nasıl bir inekmiş... diye ineği huzuruna çağırıp,
- Böğür bakalım, ne böğüreceksin?... diye sormuş,
İnek de,
- Sultanım, demiş, duyduğuma göre nişanlar dağıtıyormuşsun. Ben de nişan almak istiyorum. Padişah,
- Hangi hakla? diye bağırmış. Sen ne yaptın. Memlekete nasıl bir yararlılığın dokundu ki sana nişan verelim?...
O zaman inek,
- Efendimiz! diye söze başlamış. bana nişan verilmesin de kimlere verilsin?
Ben daha insanlara ne yapayım?
Etimi yersiniz, sütümü içersiniz, derimi giyersiniz.
Gübremi bile bırakmaz kullanırsınız.
Teneke bir nişan için, daha ne yapayım?
Padişah, ineğin isteğini haklı bulmuş.
İneğe ikinci dereceden bir nişan verilmiş.
Boynunda nişanı, inek sevinçten oynaya oynaya saraydan dönerken katırla karşılaşmış.
- Selam inek kardeş!
- Selam katır kardeş!
- Nedir bu sevincin? Nereden gelirsin böyle?
İnek herşeyi bir bir anlatmış. Padişahtan nişan aldığını da söyleyince katır da coşmuş.
O coşkunlukla doğru dörtnala saraya varmış.
- Padişahımız efendimizi göreceğim!.. demiş.
- Olmaz!.. demişler.
Ama, babadan kalma inatçılığı ile katır art ayaklarıyla saray kapısında direnince, Padişaha durumu iletmişler. Padişah,
- Gelsin bakalım, katır kulum da... demiş.
Katır huzura varınca, bir katır selamı verip, el etek öptükten sonra, nişan istediğini söylemiş
Padişah sormuş:
- Sen ne yaptın ki nişan istiyorsun?
- A hünkarım, daha ne yapayım?
Savaşta topunuzu, tüfeğinizi sırtımda taşıyan ben değil miyim?
Barışta çoluğunuzu çocuğunuzu arkamda götüren ben değil miyim?
Ben olmazsam, işiniz temelli bitiktir.
Katırı da haklı bulan Padişah,
- Katır kuluma da birinci dereceden bir nişan verilsin!... diye ferman eylemiş.
Katırda bir sevinç bir sevinç, dörtnala saraydan dönerken eşekle karşılaşmış.
Eşek, - Selam yeğenim!... demiş.
Katır, - Selam amcabey!.. demiş.
- Nereden gelip, nereye gidersin?
Katır başından geçenleri anlatınca,
- Dur öyle ise, padişahımıza gider, bir nişan da ben alırım!.. diye dörtnala saraya koşmuş.
Saray koruyucuları, deh demişler, çüş demişler, eşeği bir türlü atlatamayınca,
Padişaha varıp,
- Eşek kulunuz gelmiş, huzura çıkmak ister! demişler. Eşeği kabul buyuran Padişah,
- Ne dilersin ey eşek kulum?.. deyince,
Eşek de dilediğini bildirmiş.
Padişah, canı burnuna gelip kükremiş:
- İnek eti ile, derisi ile, gübresiyle bu memlekete, bu millete hizmet etti.
Katır dersen savaşta, barışta yük taşıdı, bu vatana hizmet etti.
A eşek, ya sen ne iş gördün ki, bir de kalkmış eşekliğine bakmadan nişan istersin?..
Utanmadan bir de karşıma gelmişsin. Söyle, ne halt ettin?
O zaman eşek keyfinden sırıtarak,
- Aman Padişahım efendim, demiş, size en büyük hizmeti eşek kullarınız yapmıştır. Eğer benim gibi binlerce eşek kulların olmasaydı, hiçbir taht üzerinde oturabilir miydin? Saltanat sürebilir miydin? Dua et biz eşek kullarına ki, bizim gibi eşekler var da, sen de böyle saltanat sürüyorsun.
Padişah, karşısındaki eşeğin, öyle her eşek gibi teneke nişanla gözü doymayacağını anlamış,
- Ey eşek kulum, Haklısın senin sayende ben bu makamdayım. Senin bu çok yüksek hizmetini karşılayabilecek bir nişanım yok. Sana ölünceye kadar beylik ahırından her gün Makarna, Bulgur, Üzüm hoşafı ve Kış aylarında da kömür, bağladım..
Ye, yee ve saltanatım için durmadan anır!.. demiş...

Aziz NESİN'den ALINTIDIR..

"Değerli Aziz Nisin, iyiki sen bu dünyaya geldin.!"

BİZİM MEMLEKETİN HİKAYESİNE NE ÇOK BENZİYOR DEĞİL Mİ...?
**********************************************
Ruhi Mehmet Çilek dostuma teşekürler

rmcilek2001@gmail.com