küresel ısınma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
küresel ısınma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ocak 2010

Yerkürenin ısınmasından bana ne?

http://www.dipnot.tv/Files/Images/photo_11232008105151AM_4374.jpg

Yerkürenin ısınmasından bana ne?

Gökhan Günaydın

Küresel ısınma ve iklim değişikliği, yerküreyi giderek yaşanmaz bir hale getiriyor. İklim kuşaklarının 150 ila 500 kilometre kuzeye kaydığı bir süreçte, dünya daha sıcak ve daha az yağışlı bir yakın geleceğe doğru hızla ilerliyor. Kutuplardaki buz kütlelerinden büyük parçalar kopup sulara karışırken; ısınma sürecinin deniz seviyesini yükselteceği, birçok bitki ve hayvan türünün yaşamlarının sona ereceği, açlık sorununun etki alanını genişleteceği biliniyor…

Bu tablodan Türkiye’nin payına düşen ise, 50 yıl içinde 3 – 5°C daha ısınmak ve özellikle güney bölgelerinde yüzde 30 daha az yağış olarak öngörülüyor.

Yerküreyi bu noktaya, kapitalist üretim süreçlerinin taşıdığı açık. Toprağı, suyu, havayı birer üretim faktöründen ibaret gören kapitalizmin doğayla ilişkilerinde iki yüzyıl boyunca geçirdiği “aşama”, sorunun altını çiziyor.
Kuralsız piyasa ilişkilerinde doğanın sömürülmesi gerçeğini gizlemek için bulunan kılıf, sömürü düzeyini “sürdürülebilir” bir çizgiye çekme çabasından ibaret.

Kendi sorununu bile pazarlayan kapitalist piyasa ekonomisi, post-fordist üretim ilişkileri temelinde maliyetlerin düşürülmesi için çocuk emeğinin kullanılmasını dahi “mubah” görüyor. Sermayenin artık değere el koyma mekanizması, dünyayı bir üretim faktörü niteliğine indirgerken, “talep” sorunu yaratılan tüketim toplumları ile aşılıyor.

Klasik iktisat teorisinde tarım sektörünün, “tüm bu ilişkilerden etkilenmeyen usandırıcı bir durağanlık yığını” olduğu ima edilse de, aslında kapitalizmin elini uzattığı her alanda aynı “gelişimin” yaşandığı kanıtlandı. Bu bağlamda, çevre ülkelerin tümünde, giderek artan oranda kırsal alan kapitalizme eklemleniyor.

Sözü edilen “gelişen piyasalarda”, köylülüğün hızla tasfiye edilmesi ve tarımın şirketleştirilmesi talep ediliyor. Gerekçe görece masum: Rekabet edebilirlik…

Benzer bir talep, oldukça açık bir şekilde, 24 Mart 2007 tarihinde İstanbul’da yapılan toplantıda dile getirildi. Toplantının başlığı, “Et ve Süt Sektörlerinde Küresel Vizyon”. Türkiye’nin Başbakan ve Tarım ve Köyişleri Bakanı ile temsil edildiği toplantıya Polonya, Çin, Romanya, Bulgaristan, İran ve Kuzey Kıbrıs Tarım Bakanları veya yardımcıları da katıldılar. Dünyanın hayvansal üretim ve ticaretini denetleyen yapıların hemen hepsi orada: Avrupa Süt Birliği, Uluslararası Süt Federasyonu, Pan Amerikan Süt Federasyonu, Avustralya Süt Üreticileri Şirketi, Avrupa Birliği Et Sanayi İrtibat Merkezi, Avrupa Canlı Hayvan ve Et Ticareti Derneği, ABD Et Üreticileri Birliği, Brezilya Et İhracatçıları Birliği…

Toplantıyı Türkiye Süt, Et ve Gıda Sanayicileri ve Üreticileri Birliği (SET BİR) organize ediyor. Mehmet Altan başta olmak üzere, liberal köşe yazarları, “2015 Sonrası Beklentiler” gibi açık hedefler konulmuş panellere başkanlık ediyor, tarım bakanlarına öğütler veriyorlar.

Türkiye Başbakanının iktidarları döneminde tarım sektörünün nasıl kalkındığına, yol ve su altyapısı yapımının hayvansal üretime ne denli katkı koyacağına ilişkin veciz sözleri ve saptamaları, fazla önemsenmiyor…

Toplantının ana fikri, sermaye tarafından açık biçimde ortaya konuluyor: Tarımsal desteklemeler kalkmalı, tarım ve köylü arasındaki bağ kopartılmalı. İş, Türkiye’de Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın adından Köyişleri’nin çıkartılmasına kadar vardırılıyor. Panel yöneticisi köşe yazarı, bu öneriyi oylamaya koymaktan son anda vazgeçiyor…

Sözü edilen öneri, kuşkusuz tarımı köylü üretici işi olmaktan tümüyle çıkarıp, şirket tarımını tahrik eden ve tarımı piyasalaştıran bir talebi gündeme getiriyor.

Bu noktada, dillendirilen talebin Türkiye için anlamını ortaya koymak gerekiyor: 73 milyon nüfusa sahip Türkiye’de kentleşme oranı yüzde 65.
Başka bir deyişle, 24 milyona yakın kırsal nüfus;
2 bin 265 belde,
36 bin 527 köy,
42 bin 098 köy altı yerleşme (köy bağlısı) olmak üzere toplam 80 bin 890 kırsal yerleşmede yaşıyor.
Tüm köyler ve nüfusu 25 binden az olan il ve ilçe merkezlerinde toplam hanehalkı sayısı 6 milyon 189 bin 351 iken, bunlardan 4 milyon 106 bin 983’ü tarımsal faaliyetle uğraşıyor.

Sermaye, şimdi, yığın olarak gördüğü bu kesimin tarımdan dışlanmasını, bu nicel büyüklüğün sosyal politika alanına itilmesi gerektiğini açık bir politika önerisi olarak dile getiriyor…

Önermenin meşruiyet temeli, yukarıda da belirtildiği gibi, “köylü tarımıyla rekabetçi olunmaz” savına dayanıyor. Kuşkusuz sermaye, desteklerden yoksun bırakılacak köylünün üretimle bağının kopartılması ve “sosyal politika” alanında yoksulluk yardımlarıyla ayakta tutulmasını önerirken, boşaltılan alana şirket tarımının egemenliğinin tesisini öngörüyor. Üreticiye tarım desteğinin sıfırlanması önerisi, taşıma – depolama – işleme – kalite unsuru – dışsatım sübvansiyonları gibi desteklerden doğrudan şirketlerin yararlandırılması talebiyle tamamlanacaktır elbette.

Köylülüğün tasfiyesi temelinde şekillenen öneriler, Türkiye’nin AB ile yürüttüğü tarım dosyaları tarama sürecinde hız kazandı. AB tarafı İlerleme raporları ve Etki Değerlendirme Raporu’nda Türkiye’de tarımsal istihdam oranının yüksekliğine özel vurgular yapıldı. Türkiye hemen sinyali aldı, 9. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda bu oranın yüzde 19’a çekileceği hedef olarak ortaya konuldu.

Yaşanan gerçeklik, vahşi kapitalist koşullarda bir tasfiye sürecine işaret ediyor. 1986 – 2004 döneminde tarım istihdamı 8.2 milyondan 7.2 milyona gerilemiş ve 18 yılda 1 milyon kişi tarım çalışanı olmaktan çıkmışken; 2004 sonrası dönemde her yıl 700 – 800 bin kişinin tarımdan kopuşuna tanıklık ediyoruz. Başka bir deyişle, tarım istihdamı şimdiden yüzde 35’ten yüzde 28.4’e geriletilmiş durumda.

Bu sonucu doğuran nedenin kentlerde, sanayi ve hizmetler sektörlerinde yaratılan yeni istihdam olanaklarının köylüyü çekmesi olmadığını biliyoruz. Kadın çalışan oranının en yüksek (tarımın feminizasyonu) ve okuma yazma oranının en düşük seviyelerde olduğu tarım istihdamı, işsizliğin yükseldiği bir süreçte “yeni iş olanakları” için erimiyor. Tersine, tarımsal çıktı fiyatlarının reel olarak gerilediği, buna karşılık girdi fiyatlarının her yıl daha da yükseldiği ortamda, tarımsal üretim köylü için sürdürülebilir olmaktan çıkıyor. Toprakta tutunamayan köylü savruluyor…

Bu süreç ilerletici midir? Tarım ve Köyişleri Bakanı ve AB müzakerelerini yürüten Bakan, bu alt üst oluşu, uygulanan politikaların olumlu sonuçları olarak tanımlıyorlar.

Peki bizim yanıtlarımız neler?
İki farklı eğilimin altını çizelim;

1 – Köylü tipolojisi tüm dünyayı kendi tarlasından ibaret gören ve ona dokunulmadığı sürece devrimlere – savaşlara kayıtsız kalan bir yapıdadır. Bu bağlamda köylülüğün tasfiyesi sosyal doku ve ekonomik düzen açısından ilerletici bir sürece işaret eder…

2 – Köylü üretici yapısının kırda yaşadığı yoksulluk bir bilinç aydınlanması ve direniş yaratmaktadır. Köylü üreticiye dayanan, doğayla dost bir tarımsal üretim yapısı, tüketiciye sağlıklı ve ucuz gıdaya ulaşma olanağı sunar ve böylece kır – kent arasındaki emek dayanışmasını kurgular…

Bu soruların sol içinde tüm yönleriyle tartışılması, emek – sermaye uzlaşmaz çelişkisinin tanımlanması açısından yaşamsal önem taşıyor.

* ZMO Genel Başkanı – 28 Mart 2007, Çarşamba

kaynak:www.sol.org.tr

7 Nisan 2009

Dünyamıza Sahip Çıkalım

Ankara, 01.04.2009 Foto: H.ATA

Dünyamıza Sahip Çıkalım



Doğal Hayatı Koruma Vakfı(WWF) dünya genelinde hazırladığı etkileyici afişlerle çevre kirliliği ve küresel ısınmaya karşı uyarıyor...

Çevre bilincini geliştirmeye ve duyarlı olmaya çağıran, insanlara yaşadığı bu dünyaya sahip çıkmasının nedenli bir zorunluluk arz ettiğini aykırı fotoğraflarla anlatmaya çalışan; Doğal Hayatı Koruma Vakfı , umuyorum ve istiyorumki; İnsanların dikkatini çeker ve deve kuşu gibi kuma soktuğu kafalarını kaldırtmayı başarır.

Dünyamız Çöl olmaktan kurtulur..

Yine, karakış biter, bahar erişir..
Leylaklar ilkbaharı müjdeler bir gün.
Yine depreşir
umutlar,
Ve yine
, dolu dizgin aşklar yaşanır, ...
Ve meyvesini verir fidanlar...
Mutlu ve şen,çocuklar büyür ...
Meşeler göverir, varsın göversin..
İğde çiçek açar, kuş cıvıltısıyla patlanguç ağaçları..
Kanaryalar, şarkı söyler her gece, uykudan uyandırır..
Kaysı çağlaya durur..
Selvi boy verir sıra, sıra..
Gelincik tarlaları renga renk..
Örter doğayı mor sümbül, renk cümbüşü dağlar ovalar....
Gök kuşağı doğar üstüne, üstüne..
Davullar vurulur; lorke oynar, gelinler kızlar boy, boy..

*********

Oysa; gidişat ve vurdum duymazlık devam ediyor..!
Bir düşünsenize? Aşağıdaki fotograflarda yansıtılan görüntüler bugün gerçek olsa; yaşam diye birşey kalırmı..?
Yarın çokmu uzak.? Cehenneme dönmesini bekleyecekmiyiz dünyanın.. Bu rahatlık niye.? Dünyamızı delik deşik eden altın kazıcıları, yaşadığımız çevreyi yaşanamaz hale getiren bu zevatlar, bir ağaç dikmemiş ama binlerce ağaç ormanı yok ediyor.
Müreffeh bir dünya için; bombalar yağdırılan ve dağlar ormanlar alev, alev yanarak çölleşmektedir..!
Kazdağları yok olduğunda, Bergama ovası çöl olduğunda, Anadolunun bir karış ekilebilir temiz toprağı, içilebilir bir avuç suyu ve gölgesinde oturacağımız bir ağaç kalmadığında.!
Doğa tahrip edilirken; nemalandığı için ses çıkarmayanlar; "yaşayacakları başka bir dünya bulabilirlermi? kaçacak.!"

Biriktirdikleri altınları ekmek yapar ve altının suyunuda içerler herhalde...
Bu kirlettikleri dünyada,
her yer çöp yığını, çöpten leylek.. Hatta; altından ağaçlar bile yaparlar.!..

Bir kızılderili sözü:
" En son ağaç kesildiğinde.
En son ırmak kuruduğunda.
En son balık tutulduğunda.
O zaman, beyaz adam para yer."
Kızılderili bu sözü söylediğinde; henüz nükleer santral, atom bombası, fabrika atıkları ve siyanürle altın çıkarılmadığı zamandı.. Ama; o zaman da bile beyez adamın yüzündeki sömürge ifadesi, benciliğin ve acımasızlığının kızılderili tarafından okunduğunun anlamıdır..
Evet.! Umarım; beyaz adamlar, çok geç olmadan, birbir yok ettikleri yaşam alanlarının bir daha geri dönüşü olmayacağının ve kendi bindiği dalı kestiklerinin farkına varırlar.!
Daha da önemlisi; İnsanların kendi dünyalarına sahip çıkmalarıdır elbet. Herkes, kendi çepesinden karşı çıkmalı, bu yıkıma bu yok oluşa dur demeli..

Derneklerinden, sendikalarından, partilerinden, köyünden kentinden karşı çıkmalı. Bergamaya, Fırtına deresine, Kazdağlarına ve Anadolusuna sahip çıkmalı.
Çünkü; oralar bizim yaşamımız için çok önemli..

Oralar bakir kalmalı ki ; bizler buralarda yaşama olanağı bulalım..
Çember daralıyor ve nefes almamız zorlaşmaktadır.. Irmaklar, çağlayan dereler bir bir kurutulmakta ve ormanlarımız can çekişmektedir...
Yarına, çocuklarımız için; yaşayacak bir dünya bırakalım..
Bizler, bugünü insanca ve güzel yaşayabilirsek, yarına öyle bir dünya kurarak bırakabiliriz...

Eğer; "güzel günler göreceğiz çocuklar" diyorsa şair.
"yarını güzel görmek istiyorsak, bugünü güzel yapmalıyız"
Yarını anlayabilmek için bugüne bakmalıyız.
.Bu gün ne haldeyiz..

Çok geç olmadan; Geri dönüşü olmayan bu gidişe, yaşam alanlarımızın elimizden alınmasına seyirci kalmayalım..
Çocuklarımızın aşkına..
Lütfen biraz duyarlılık....


Rıfat ILGAZ 'ın bir şiiriyle bitirmek istiyorum yazımı..

"Kendimizle Yarışmaktayız Gülüm;
Ya Uzak Yıldızlara Götüreceğiz Hayatı.
Yada Dünyamıza İnecek Ölüm."

Sevgiyle kalın.
Haydar ATA

Fotograflar Milliyet Gazetesinden alınmıştır