27 Eylül 2010
RÜZGAR İLE SU KUYUSUNDAN SU ÇEKİLİRMİ?
25 Eylül 2010
FANİ DÜNYA GEÇİNİP GİDİYORUZ İŞTE..
FANİ DÜNYA GEÇİNİP GİDİYORUZ İŞTE.!
Lütfen çevrenize bir bakın..!
Ne kadar çok..!
Ne kadar da bencil..!
Eğer; bu yaşanası dünya da, sizlere yaşam alanı kalmamışsa ve bir minderlik oturacak yer kalmamışsa? işte bunlar sayesindedir...
25.09.2010-Cumartesi
Yoksul köylünün birisi, dere kenarında yürürken bir bakmış ki, köyün imamı.. Gözlerine inanamamış..
Ne görsün; imam suyun içinde.. Elinde zil, ağzında sakız suyun üstünde tepinip duruyor..
Köylü-"Selamınaleyküm imam efendi ne yapıyorsun burada böyle?" demiş
İmam - "Ya, sorma, fani dünya işte, geçinip gidiyoruz" demiş
Köylü- "Hayırdır ne bu hal ne zıplayıp duruyorsun" demiş
İmam- " Ayağımın altında komşunun halısı var.. Üç beş kuruş alayım diye onu tepeliyorum.. Fani dünya işte, geçinip gidiyoruz" demiş
Köylü- " Ee peki, elinde zil var, onu ne sallayıp duruyorsun" demiş
İmam- " Ya sorma; onuda sallıyorum ki; şu yakında komşunun tarlası var.. Kargalar gelip konmasın diye.. Üç beş kuruş alıp, fani dünya işte geçinip gidiyoruz .." demiş..
Köylü- " Eee peki, ağzında da sakız var ne çiğneyip duruyorsun" demiş
İmam- "Ya sorma.. Geçenlerde köylünün cenazesi vardı.. Onun içinde hatim indiriyor üç beş kuruş alıyorum.. Fani dünya işte geçinip gidiyoruz" demiş
Köylü- "Lan, iyi ki fani dünya.. Ya fani olmasa ne yapardın acaba...? Biz acımızdan ölüyoruz lan " demiş
24 Şubat 2010
Hayattan Dersler !
Hayattan Dersler
Birinci Ders:Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test sorularını dağıttı.
Ben okulun en İyi öğrencilerinden biriydim.
Son soruya kadar soluk almadan geldim ve orada çakıldım kaldım.
Son soru söyleydi : 'Her gün okulu temizleyen hademe kadının ilk adı nedır ?'
Bu her halde bir çeşit şaka olmalıydı.
Kadını, yerleri sılerken, hemen her gün görüyordum.
Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı.
50'lerinde falan olmalıydı.
Ama adını nerden bilecektim ki !
Son soruyu yanıtsız bırakıp kağıdı teslim ettim.
Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuçlarına dahil olup olmadığını sordu.
'Tabii, dahil' dedi, Hocamız...
'İş yaşamınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar. Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hak eden insanlar bunlar. Onlara sadece gülümsemeniz ve 'Merhaba' demeniz gerekse bile...'
Bu dersi hayatım boyunca unutmadım.
Hademenin adını da...
Dorothy idi.
İkinci Ders :
Bir gece vakit gece-yarısına doğru Alabama Otoyolunun kenarında duran bir zenci kadın gördüm.Bardaktan boşanırca yağan yağmura rağmen, bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye çalışıyordu. geçen her arabaya el sallıyordu.Yanında durdum. 60'lı yıllarda bir beyazın bir zenciye, hem de Alabama'da, yardıma kalkışması pek olağan şeylerden değildi.
Onu kente kadar götürdüm.Bir taksi durağına bıraktım.
Ayrılırken ille de adresimi istedi, verdim.
Bir hafta sonra, kapım çalındı.
Muazzam bir konsol televizyon indiriyordu adamlar.
Bir de not ekliydi, armağanda...
'Geçen gece otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim.O korkunç yağmur sadece elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti.
Kendime güvenimi yitirmek üzereydim, siz çıka geldiniz. Sizin sayenizde ölmekte olan kocamın yatağının baş ucuna zamanında ulaşmayı başardım. Biraz sonra son nefesini verdi. Tanrı bana yardım eden sizi ve başkalarına karşılık beklemeksizin yardım eden herkesi kutsasın...
En İyi Dileklerimle,
Bayan Nat King Cole.'
Üçüncü Ders :
Size Hizmet Edenleri Hep Hatırlayın...
Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu... Çocuk sordu:
'Çikolatalı pasta kaç para ?'
'50 Cent.'
Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı. Bir daha sordu:
'Peki, Dondurma Ne Kadar ?'
'35 Cent.' dedi garson kız, sabırsızlıkla. Dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu.Bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki...
Çocuk parasını bir daha saydı ve 'Bir dondurma alabilir miyim, lütfen ?' dedi.
Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu.Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi.
Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu, birden..
Masayı sanki akan gözyaşları temizleyecekti.
Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15 Cent'lik bahşiş duruyordu..
Dördüncü Ders :
Yolumuzdaki Engeller...
Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu.Bakalım neler olacak diye gözlüyor...
Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler.
Pek çogu kralı yüksek sesle eleştirdi.
Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.
Sonunda bir köylü çıkageldi.Saraya meyve ve sebze getiriyordu.
Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı.Kan ter içinde kaldı ama, sonunda, kayayı da yolun kenarına çekti.
Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü.
Açtı...Kese altın doluydu.
Bir de kralın notu vardı içinde...
'Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir.' diyordu kral.
Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında ol madığı bir ders almıştı.
'Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır.'
Beşinci Ders :
Önemli Olan Vermektir..
Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler. Tek yaşam şansı, beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi.Küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın mikroplarını yok eden antikorlar oluşmuştu.
Doktor durumu beş yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu.
Küçük çocuk bir an duraksadı.
Sonra derin bir nefes aldı ve 'Eğer kurtulacaksa, veririm kanımı' dedi.
Kan nakli yapılırken, ablasının gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyordu.
Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük çocuğun yüzü de giderek soluyordu...
Gülümsemesi de yok oldu.Titreyen bir sesle doktora sordu :
'Hemen mi öleceğim ?'
Ufaklık, doktoru yanlış anlamıştı, ablasına vücudundaki bütün kanı verip, öleceğini düşünüyordu.
Eğer burada; anlatılanlar sizi hiç bir şekilde etkilemediyse zaten içinizdeki bazı duyguları kaybetmişsiniz demektir...
Not: Bu, hayat derslerini bize ulaştıran değerli arkadaşıma sonsuz teşekürler.
H.ATA"
21 Ocak 2010
Yerkürenin ısınmasından bana ne?
Yerkürenin ısınmasından bana ne?
Gökhan Günaydın
Küresel ısınma ve iklim değişikliği, yerküreyi giderek yaşanmaz bir hale getiriyor. İklim kuşaklarının 150 ila 500 kilometre kuzeye kaydığı bir süreçte, dünya daha sıcak ve daha az yağışlı bir yakın geleceğe doğru hızla ilerliyor. Kutuplardaki buz kütlelerinden büyük parçalar kopup sulara karışırken; ısınma sürecinin deniz seviyesini yükselteceği, birçok bitki ve hayvan türünün yaşamlarının sona ereceği, açlık sorununun etki alanını genişleteceği biliniyor…
Bu tablodan Türkiye’nin payına düşen ise, 50 yıl içinde 3 – 5°C daha ısınmak ve özellikle güney bölgelerinde yüzde 30 daha az yağış olarak öngörülüyor.
Yerküreyi bu noktaya, kapitalist üretim süreçlerinin taşıdığı açık. Toprağı, suyu, havayı birer üretim faktöründen ibaret gören kapitalizmin doğayla ilişkilerinde iki yüzyıl boyunca geçirdiği “aşama”, sorunun altını çiziyor.
Kuralsız piyasa ilişkilerinde doğanın sömürülmesi gerçeğini gizlemek için bulunan kılıf, sömürü düzeyini “sürdürülebilir” bir çizgiye çekme çabasından ibaret.
Kendi sorununu bile pazarlayan kapitalist piyasa ekonomisi, post-fordist üretim ilişkileri temelinde maliyetlerin düşürülmesi için çocuk emeğinin kullanılmasını dahi “mubah” görüyor. Sermayenin artık değere el koyma mekanizması, dünyayı bir üretim faktörü niteliğine indirgerken, “talep” sorunu yaratılan tüketim toplumları ile aşılıyor.
Klasik iktisat teorisinde tarım sektörünün, “tüm bu ilişkilerden etkilenmeyen usandırıcı bir durağanlık yığını” olduğu ima edilse de, aslında kapitalizmin elini uzattığı her alanda aynı “gelişimin” yaşandığı kanıtlandı. Bu bağlamda, çevre ülkelerin tümünde, giderek artan oranda kırsal alan kapitalizme eklemleniyor.
Sözü edilen “gelişen piyasalarda”, köylülüğün hızla tasfiye edilmesi ve tarımın şirketleştirilmesi talep ediliyor. Gerekçe görece masum: Rekabet edebilirlik…
Benzer bir talep, oldukça açık bir şekilde, 24 Mart 2007 tarihinde İstanbul’da yapılan toplantıda dile getirildi. Toplantının başlığı, “Et ve Süt Sektörlerinde Küresel Vizyon”. Türkiye’nin Başbakan ve Tarım ve Köyişleri Bakanı ile temsil edildiği toplantıya Polonya, Çin, Romanya, Bulgaristan, İran ve Kuzey Kıbrıs Tarım Bakanları veya yardımcıları da katıldılar. Dünyanın hayvansal üretim ve ticaretini denetleyen yapıların hemen hepsi orada: Avrupa Süt Birliği, Uluslararası Süt Federasyonu, Pan Amerikan Süt Federasyonu, Avustralya Süt Üreticileri Şirketi, Avrupa Birliği Et Sanayi İrtibat Merkezi, Avrupa Canlı Hayvan ve Et Ticareti Derneği, ABD Et Üreticileri Birliği, Brezilya Et İhracatçıları Birliği…
Toplantıyı Türkiye Süt, Et ve Gıda Sanayicileri ve Üreticileri Birliği (SET BİR) organize ediyor. Mehmet Altan başta olmak üzere, liberal köşe yazarları, “2015 Sonrası Beklentiler” gibi açık hedefler konulmuş panellere başkanlık ediyor, tarım bakanlarına öğütler veriyorlar.
Türkiye Başbakanının iktidarları döneminde tarım sektörünün nasıl kalkındığına, yol ve su altyapısı yapımının hayvansal üretime ne denli katkı koyacağına ilişkin veciz sözleri ve saptamaları, fazla önemsenmiyor…
Toplantının ana fikri, sermaye tarafından açık biçimde ortaya konuluyor: Tarımsal desteklemeler kalkmalı, tarım ve köylü arasındaki bağ kopartılmalı. İş, Türkiye’de Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın adından Köyişleri’nin çıkartılmasına kadar vardırılıyor. Panel yöneticisi köşe yazarı, bu öneriyi oylamaya koymaktan son anda vazgeçiyor…
Sözü edilen öneri, kuşkusuz tarımı köylü üretici işi olmaktan tümüyle çıkarıp, şirket tarımını tahrik eden ve tarımı piyasalaştıran bir talebi gündeme getiriyor.
Bu noktada, dillendirilen talebin Türkiye için anlamını ortaya koymak gerekiyor: 73 milyon nüfusa sahip Türkiye’de kentleşme oranı yüzde 65.
Başka bir deyişle, 24 milyona yakın kırsal nüfus;
2 bin 265 belde,
36 bin 527 köy,
42 bin 098 köy altı yerleşme (köy bağlısı) olmak üzere toplam 80 bin 890 kırsal yerleşmede yaşıyor.
Tüm köyler ve nüfusu 25 binden az olan il ve ilçe merkezlerinde toplam hanehalkı sayısı 6 milyon 189 bin 351 iken, bunlardan 4 milyon 106 bin 983’ü tarımsal faaliyetle uğraşıyor.
Sermaye, şimdi, yığın olarak gördüğü bu kesimin tarımdan dışlanmasını, bu nicel büyüklüğün sosyal politika alanına itilmesi gerektiğini açık bir politika önerisi olarak dile getiriyor…
Önermenin meşruiyet temeli, yukarıda da belirtildiği gibi, “köylü tarımıyla rekabetçi olunmaz” savına dayanıyor. Kuşkusuz sermaye, desteklerden yoksun bırakılacak köylünün üretimle bağının kopartılması ve “sosyal politika” alanında yoksulluk yardımlarıyla ayakta tutulmasını önerirken, boşaltılan alana şirket tarımının egemenliğinin tesisini öngörüyor. Üreticiye tarım desteğinin sıfırlanması önerisi, taşıma – depolama – işleme – kalite unsuru – dışsatım sübvansiyonları gibi desteklerden doğrudan şirketlerin yararlandırılması talebiyle tamamlanacaktır elbette.
Köylülüğün tasfiyesi temelinde şekillenen öneriler, Türkiye’nin AB ile yürüttüğü tarım dosyaları tarama sürecinde hız kazandı. AB tarafı İlerleme raporları ve Etki Değerlendirme Raporu’nda Türkiye’de tarımsal istihdam oranının yüksekliğine özel vurgular yapıldı. Türkiye hemen sinyali aldı, 9. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda bu oranın yüzde 19’a çekileceği hedef olarak ortaya konuldu.
Yaşanan gerçeklik, vahşi kapitalist koşullarda bir tasfiye sürecine işaret ediyor. 1986 – 2004 döneminde tarım istihdamı 8.2 milyondan 7.2 milyona gerilemiş ve 18 yılda 1 milyon kişi tarım çalışanı olmaktan çıkmışken; 2004 sonrası dönemde her yıl 700 – 800 bin kişinin tarımdan kopuşuna tanıklık ediyoruz. Başka bir deyişle, tarım istihdamı şimdiden yüzde 35’ten yüzde 28.4’e geriletilmiş durumda.
Bu sonucu doğuran nedenin kentlerde, sanayi ve hizmetler sektörlerinde yaratılan yeni istihdam olanaklarının köylüyü çekmesi olmadığını biliyoruz. Kadın çalışan oranının en yüksek (tarımın feminizasyonu) ve okuma yazma oranının en düşük seviyelerde olduğu tarım istihdamı, işsizliğin yükseldiği bir süreçte “yeni iş olanakları” için erimiyor. Tersine, tarımsal çıktı fiyatlarının reel olarak gerilediği, buna karşılık girdi fiyatlarının her yıl daha da yükseldiği ortamda, tarımsal üretim köylü için sürdürülebilir olmaktan çıkıyor. Toprakta tutunamayan köylü savruluyor…
Bu süreç ilerletici midir? Tarım ve Köyişleri Bakanı ve AB müzakerelerini yürüten Bakan, bu alt üst oluşu, uygulanan politikaların olumlu sonuçları olarak tanımlıyorlar.
Peki bizim yanıtlarımız neler?
İki farklı eğilimin altını çizelim;
1 – Köylü tipolojisi tüm dünyayı kendi tarlasından ibaret gören ve ona dokunulmadığı sürece devrimlere – savaşlara kayıtsız kalan bir yapıdadır. Bu bağlamda köylülüğün tasfiyesi sosyal doku ve ekonomik düzen açısından ilerletici bir sürece işaret eder…
2 – Köylü üretici yapısının kırda yaşadığı yoksulluk bir bilinç aydınlanması ve direniş yaratmaktadır. Köylü üreticiye dayanan, doğayla dost bir tarımsal üretim yapısı, tüketiciye sağlıklı ve ucuz gıdaya ulaşma olanağı sunar ve böylece kır – kent arasındaki emek dayanışmasını kurgular…
Bu soruların sol içinde tüm yönleriyle tartışılması, emek – sermaye uzlaşmaz çelişkisinin tanımlanması açısından yaşamsal önem taşıyor.
* ZMO Genel Başkanı – 28 Mart 2007, Çarşamba
kaynak:www.sol.org.tr
14 Eylül 2009
BES- 4. DÖNEM 2. MTK.TOPLANTISI "H.ATA"
BÜRO EMEKÇİLERİ SENDİKASI 4. DÖNEM 2. MERKEZ TEMSİLCİLER KURULU TOPLANTISINA "SENDİKAL ÖRGÜTLENME VE SENDİKAL DEMOKRASİ" Merhaba, Değerli MTK üyeleri, saygı değer mücadele arkadaşlarım. Sendikamızın, örgütlü mücadele sürecine önemli katkıda bulunacağına ve özelde sendikal örgütlenme konusunda yaşadığımız sorunların ve genelde , yaşanan ekonomik ve siyasal krize rağmen, toplumsal dinamiklerin hala neden harekete geçirilemediğinin nedenlerini tartışacağımıza , yöntem ve araçlarının gözden geçirileceği ve doğru çözümler üretileceğine inandığım bu kurulun, başarılı geçmesini diliyor ve hepinizi saygı ile selamlıyorum. Arkadaşlar. Her şeyden önce, içinde yaşadığımız toplumun iç dinamiklerini, sosyal dokusunun kendine özgü niteliklerini ve sınıfsal yapıyı doğru analiz etmemiz, stratejilerimizi buna göre oluşturmamız gerektiğine inanıyorum. Bu gün, toplumun belirli kesimlerince bir mücadele yürütülüyor olsa bile; bulunduğumuz konumdan baktığımızda, siyasal bir yenilgi olarak alğılanmasada, sınıflararası dengelerin yeterince iyi anlaşılamamış ve anlatılamamış olmasından kaynaklı, içine düştüğümüz durum herkesin bildiği bir gerçektir.. Öyle ise, bu olgunun yeni mücadele döneminde yaşanmaması için, gerçek hedefler doğrultusunda birleşerek yeniden örgütlenme ve ayağa kalkarak dinamik bir tutum ortaya koymalıyız.. Yeni dönemin getirdiği koşullara uygun önlemler alınarak, her zamankinden farklı mücadele şekilleri belirlenmelidir.. “ Hiç bir şey imkansız değildir. Biri çıkar, gelir ve yapar” O halde,yapmamız gereken şey ne olmalı? Alternatif araştırma ve görüşlerin önünü açarak, bunlar üzerine toplumsal fizibilite çalışmaları yapılmalı ve bu çalışma sonucunu örgütlülüğün tüm kadrolarınca, benimsemesi ve ortaklaştırılması sağlanmalıdır. Yani ; şuan içinde bulunduğumuz yapıda olduğu gibi, sözde değil özde bir birliktelik sağlanmalıdır. Yoksa; biri diğerinin önerisini, örgüt çıkarı açısından değerlendirme gereği duymadan, sözlerinin üzerini çizip atmakla, büyük bir mücadeleyi örgütlememizin olanağı olmayacağı gibi, sınıfsal bir örgüt olma iddiasınında gerçekçi olamayacağı kanısındayım. Aksine; burada konuşan her arkadaşın, katkılarını önemseyip önerilerini , ortak doğrular etrafında birleştirip, ortak bir söylem haline getirmenin yol ve yöntemlerini bulmalıyız. Yoksa: ne olur dersiniz ? Burada herkes, doğru bildiği şeyleri söyleyip; yine ortak bir sonuç elde edemeden, rutin görevimizi yapmış olup; çekip gideriz. Değerli Arkadaşlar, İçinde bulunduğumuz çağa, kendini yenileyebilen devrimci fikir ve çözümlemelerin, yaşamda karşılık bulabilmesi için gerçekçi ve ayakları yere basan bir tutum içinde olmakla, yaşanan sorunlara acil, güncel ve etkinliği toplumsal etki yaratan süreci, sen, ben, bizim oğlan üçlemesinden hızla çıkartılıp; kitlesel bir taban üzerine oturtulmalıdır.. Yoksa; gecikme ve doğru çözüm üretilememesi durumunda düşeceğimiz durum etkin olmaktan çok edilgen ve sembolik bir sendikal anlayışa dönüşürüz ki; bu durum arzu edeceğimiz bir netice değildir. Zaten, sol siyasal hareketin dağınık görünen, her biri etkin oldukları farklı bölge ve kurumlarda kendi doğru bildiği yolda yürümeye devam etmesi (aralarında çok küçük ritüel farklılık olmasına rağmen) zaman zaman bazı etkinliklerde ittifak yapıyor olsalar da henüz (koşulların onca olumluluğuna rağmen) bir birlik ve ciddi çekim merkezi olma durumundan çok uzaktadırlar. Mevcut bu durumdan bir sonuç çıkarmamaz gerekmez mi? Evet; gerekir. Hem de, bu günden başlayarak, toplumsal muhalefeti; emekten ve özgürlükten yana olan herkesi içimize alarak sınıfsal dayanışmayı ve sınıf bilincini örgütlemek zorundayız. En azından bu dağınıklığı ortadan kaldırabilmemizin zeminin burada olabileceğine inanıyorum. Tabi, en önemli sorun bu işin nasıl olacağı! Gelinen noktada, mücadelemiz geniş bir destek elde edemiyor ise; geriye dönüp bir bakmamız gerekir. Birbirimizi maniple etmekten enerjimizi gerçek bir mücadeleye yoğunlaştıramadık. Bugün, hem ekonomik, sosyal, siyasal ve hem de kültürel taleplerin en yoğun şekilde yaşandığı bir dönemden geçmekteyiz. Dünyanın yaşadığı (kapitalizm kendini en güçlü hissettiği zamanda) krizden mağdur herkesi (esnafı, işçiyi, memuru, köylüyü, işsizi, öğrenciyi ve diğer tüm toplumsal dinamikleri) içine alan, emek ve özgürlük mücadelesi çerçevesinde, sorunları ve çözümü birbirinden farklı olsa bile, yaşanan sorunun kaynağı aynı olması, ortak bir mücadeleyi örgütlememiz için yeterli bir nedendir. Eylemlerimizi, günü birlik mesai saatine bağlı ve dar kadro eylemleri olmaktan çıkarmalıyız. Kürt açılımı adı altında kamuoyunca tartışılan sorun, yeni bir dönemi başlatmış ve artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağı gibi, her türden gelişmeye ucu açık bir durumda arz etmektedir. Egemenlerce, kotrollü bir şekilde tartıştırılan Kürt sorunu, başta emek örgütleri olmak üzere, sol ve sosyalistlerin çok dikkatli bir tutum içinde olmaları gerekmektedir.. Bu süreçte, demokratik Kürt hareketine de önemli bir sorumluluk düşmektedir.. 30 yıldır devam eden ve onbinlerce insanımızın ölümüne ve onbinlerce insanımızın faili meçhul katline neden olan bu haksız savaşın bitirilmesi için, Türk ve Kürt emekçilerinin emek ve özgürlük çerçevesinde ortak bir mücadeleyi örgütlemelidir... Demokratik ve özgürlükçü bir Anayasa talebimizi her yerde dillendirmeli ve taleplerimizi içeren kendi Anayasa taslağımızı da hazırlamalıyız.. İşimiz kolay değil elbet, henüz teba olmaktan kurtulamamış, sınıf bilinci olmayan ve her daim ırkçı ve gerici kesimler tarafından bize karşı kışkırtılmaya hazır halk kitlelerinin varlığını da unutmamak gerekir.. Tarihin her döneminde, efendisine aşık kölelerin varlığını da hepimiz biliriz. İktidar nimetlerinin küçük kırıntılarından beslenen Lümpen işçi sınıfının parçaları vardır... Tarihler boyunca, resmi otoritenin tercihleri ile, halkın eğilimleri çoğu zaman farklı doğrultularda olduğundan tepede alınan kararların kitlelerce sindirilmesi doğal bir direnç nedeni ile uzun süreçlere yayılır. Hele bu kararlar, insanların yaşam biçimleri ile ilgili köklü değişiklikleri dayatıyorsa. Bu neden ile oldukça sancılı ve zorlu olacaktır. Resmi karaların zorlayıcılığı ile insanlara empoze edilmeye çalışılan bir inanç ve bu inanç tarafından kesin kurallar ile yönetilmek istenen gündelik yaşam değişimi, etkileri toplumsal sorunları da beraberinde getirecektir. Bu bir siyasal süreç olup; yaşanan sürecin sınıfsal ve kültürel tabanı, arka planı üzerine ciddiyetle eğilinmeli, günü birlik gelişmelere göre tepki vermekten vazgeçip uzun vadeli plan, program ve stratejiniz olmalıdır. AKP' nin açılımıyla içinde Alevilerin olmadığı bir çalışma iki yüzlü bir çalışmadır. Aleviler bu oyunun farkındadır.. O nedenle de, taraflarını emekten ve çözümü de sol çözüm olarak açıklamışlardır. Anadolunun binlerce yıllık ve aydınlanma tarihimizin de önemli inanç ve yaşam biçime ve hümanist bir dünya görüşüne sahip; ezilen, ötekileştirilen ve asimile edilmeye çalışılan Alevi toplumsal muhalefetinin “Eşit Yurttaşlık Hakkı “ temelinde yürüttüğü başta ( AİHM,Danıştay ve Mahkeme kararlarına rağmen okutulan) zorunlu din derslerinin kaldırılması ve Diyanetin lav edilmesine yönelik taleplerinin, işe yerleştirilmede dahil, karşılaşılan eşitsizliklerin giderilmesi, “eşit yurttaşlık hakkı “ demokratik ve hukuksal temelde sahiplenmesi ve korunması yönünde mücadele ortaklaştırılmalıdır. ÖNÜMÜZDEKİ SÜRECE İLİŞKİN Sendikamızın yayın politikası olmalı. Bu politika sürekli ve etkin bir şeklide iş yerlerine kadar, aylık dergi, eğitim dizileri, bilgilendirici afiş ve broşür şeklinde ulaştırılmalıdır. Sendikal faaliyetleri içerisinde olan bu yayınların içeriği temelde sendikal alanla ilgili olmakla birlikte; toplumsal tüm sorunları dikkate alarak da çıkartılmalıdır. SGK'da yaşanan yeniden yapılanma süreci adı altında çalışanlar ve özellikle üyelerimizin son iki yılda birden çok o kadar yer değiştirmişler ve sürgün niteliğinde tayin yapılmıştır ki, bunların bir çoğunun hangi birimde çalıştığını dahi bilemez durumdayız. Bunu sendikamızın şube yönetimleri ve genel merkezde bilmediği kanısındayım. Yaşanan diğer tüm sorunlar başta olmak üzere keyfi yer değiştirmeler ve sürekli yoğun bir baskı ve “hizmetin gereği şu birimde görevlendirildiniz yazısı ile” yer değişiklikleri geçici görevlendirmeler yapılmaktadır. Söz konusu uygulama, çalışanlar arasında bir korku ve panik yaratmaktadır. Bu durum aynı zamanda, sendikal örgütlülüğümüze büyük bir darbe indirmektedir. Bu sürece etkin bir şekilde müdahale edebilmemiz için sendikamızın ilk, SGK. 5510 sayılı kanun taslak halinde iken, müdahale edecek politika, program ve eylem ve etkinliklerde etkin bir şeklide bulunmalı idi. Yani sendikamızca, başta sosyal güvenlik kurumunda yaşanan yeniden yapılanma süreci olmak üzere hem çalışanların çalışma yaşamına ilişkin ve hem de toplumsal bir sorun olması sebebi ile insanların sağlık haklarının elinden alınmasına etkin bir şekilde müdahil olunamamıştır. Günü birlik eylem ve etkinliklerle başta bu süreç olmak üzere şu anda tüm toplum kesimleri etkisi altına almış ve yüzbinlerce insanın işten atıldığı ve halkın giderek yoksullaştığı bir kriz döneminde bile ( günü birlik eylem ve basın açıklamaları yapılmış olsa bile) toplumsal bir muhalefeti örgütleme gücünü gösterememiştir. Bu durum en ufak bir deyim ile sürecin iyi tahlil edilemediği anlamına gelir. Sendikamızın içine düştüğü edilgen durumdan derhal kurtulunmalı. Etkin, tüm kesimlerin mücadele sürecine katılması doğrultusunda çoğulcu demokratik bir çalışma ve örgütlenme sürecinin başlatılması gerekmektedir. Bütün kararlar sendikalarımızın üst yönetimlerinde beş altı kişi ile değil, tabandan tavana doğru çalışarak alınmalı ve her süreçte katılımcı ve demokratik bir kültürün oturmasına olanak sağlanmalıdır. Bu durum sendika içi demokrasinin hayata geçmesi ile birlikte üyeden işyeri temsilcisine ve yöneticilere kadar herkesin kendini içinde bulduğu bir örgüt olmalıdır. Aksine kitlelerce sahiplenilmeyen bir örgütün uzun süre ayakta kalma şansı veya kitlelerin anlayacağı bir dille kitlelere inemeyen bir örgütün, sınıfsal anlamda bir örgüt olma iddiası da olamaz. İnsanların karnı açsa, fakirse, eğitimsiz ve sağlıksız ise, siyasal tercihini, emekten ve özgürlükten yana kullanamaz. Egemenler; ahiret inancının ortadan kaldırılmasına izin vermezler. Çünkü; dünyada yaşanan çelişkilerin sorgulanmaması için, öbür tarafa havale ettiren bir inancı insanlara dayatmaktadır. “Öğretilmiş çaresizlik'i ” öğretmektedirler. Şükreden, sorgulamayan bir toplum yaratmak istenmektedir. Bu gerekçeyle, hümanizmaya, felsefeye, diyalektiğe ve sola karşıdır.. işte bu nedenle, öncelikle, yoksulları, emek ekseninde birleştirecek örgütü örgütlemek lazımdır.. Önümüzdeki süreçte karşılaşacağımız, bir konuya daha dikkat çekmek istiyorum. Silahı üretenler ile sigarayı üretenler aynı uluslararası şirketler değil mi? İlaç fabrikaları da onların değil mi? Evet. Öyle ise bu sigara yasağını bu açıdan değerlendirerek baktığımızda nasıl bir tablo ortaya çıkıyor. Burada bir çelişki yok mu? Şöyle zenginliğin ve mülkiyetin tek elde toplanması için bireylerin ev, araba varsa birikimlerinin ve devamlı borç altına alınarak, geleceklerinin ipotek altına alınması hedeflenmektedir. Nasıl? Çok kolay! SGK yasasına bir paragraf ilave edilerek “sigara ve madde bağımlılığından kaynaklı kendi sağlığına zarar verenlerin sağlkı giderleri ödenmez” denilerek Başta özel olmak üzere hastanelerde sağlık giderleri hastadan alınır... Yani yıllarca sosyal güvenlik pirimi ödemiş olmasınında bir anlamı kalmayacak. Çünkü; sağlığa harcanan para bir tarafı yoksullaştırırken tekelleri zenginleştirecek... Sigara, toplumda yaygın bir alışkanlık olup; bu bağımlılık bir anda da ortadan kaldırılamayacağına göre sağlık giderleride kendilerince karşılanınca sosyal güvenlik de biriken katirilyonlarca biriken sosyal güvenlikteki sermaye birikimi büyük holding ve şirketlere ucuz sermaye olarak aktarılacaktır. Başta sağlık hakkı olmak üzere geleceğimiz elimizden alınmış olacak. ….. Memur alımına ilişkin ise Personel ihtiyacınını, kpss sınavı ile memur almak yerine 4/b – 4/c li olarak personel istihdamı, kurumların referans mektubu ile temini sağlanmaktadır.. Hem kpss sınavı istemiyor, hemde üniversite yönetimlerinin “tarikatçı ve cemaate yakın” referansı ile daha henüz üniversite eğitimini yeni bitirmek üzere olanların kadro ve yandaş olarak kamu kurumlarında istihdamı sağlanmaktadır.. Bu konuda MYK.nın, bir çalışma yapması gerekir.. İşyeri sorunlarına ilişkin İşyerlerinde işyeri temsilcilik odası onca çabamıza rağmen alınamamıştır. Bu da işyerinde düzenli sendikal faaliyetlerimizi sürdürebilmemizin olanağını ortadan kaldırmaktadır. İş yeri temsilcilik odalarının mutlaka alınması gereklidir. Aylık düzenli yayınlar olarak, dergi, bildiri ve broşürler özellikle iş yerlerine ilişkin ve çalışanların güncel yaşamlarında karşılaştığı sorunlara yönelik olmalıdır. Eğitim çalışmalarına başlanıp; Öncelikle; mevcut kayıtlı üyelerimizin eğitim sürecinden geçirilerek yeniden örgütlenmesi için çalışmalar yapılmalıdır. Özelikle Bahçelievler ve Beşevler merkezde kurulan kimlik kartı ile geçiş yapılan elektronik turnikeler vardır. Bu ise personelin günlük dışarı kaç defa girip çıktığını, dışarıda kaç dakika kaldığını bir döküm ile görebilmektedir. Örneğin, günde dört defa dışarı çıkıp sigara içmiş olsa 15 dakikadan bunu da topladığımızda 1 saat yapar. Günlük mesai 8 saat olduğuna göre bir saati dışarıda geçiren bir personelin mesai almak hakkı ölür, normal mesaisini tamamlayamamış sayılmakta. Ayda yirmi iki saat fazla çalışması gerekir. Veya yıllık izinden ayda 3 gün kesileceği bilgisi ortada dolaşmaktadır. Bu durum çalışanlar arasında hem büyük bir huzursuzluk hem de korku yaratmaktadır. Yani idarenin bu sürekli ve yoğun baskısı psikolojik sıkıntıların yanı sıra sendikal örgütlülüğümüze de katılımı etkilemektedir. Önlem alınmadığı taktirde, çalışanların bu koşullara alışması kaçınılmaz olup; korkularına göre karar vererek kendilerini çaresiz bırakanların kanatları altına sığınacak ve kendi örgütüne karşı tutum dahi alacaktır.. Bu yönde sendika yönetimimizin derhal ve ciddi olarak bir çözüm üretme yoluna gitmesi gerekir. SGK Ankara İl Müdürlüğünce 25.08.2009 tarihinde sevk ve muayene işlemleri başlıklı bir genelge yayınlamıştır. Bu genelgede il müdürlüğü bünyesinde kurum tabibi bulunmadığından bağlı birimlerde görev yapan her kademedeki personel hasta muayene istek formuna “ kurum tabibi yoktur” açıklaması yapılmak sureti ile işyerlerine en yakın sağlık kuruluşlarına doğrudan veya sevk ile başvurabilirler denilmek sureti ile, kendilerince; kurum tabibi atanmayan birimlerde artık bundan sonra da atanmayacağının, hukuku ve yasal zeminlerini oluşturmuşlardır. SGK.da yaşanan bu konunun ciddi bir şekilde ele alıp incelenmesi çözüm üretilmesi gerekmektedir.. Buna, aykırı bir örnek verecek olursak, SGK, Beşevler Merkezince, elli kişinin üzerinde işçi çalıştıran iş yerlerine doktor yetkisi verdiği halde,yaklaşık 450 kişi çalışmış olmasına rağmen kendi kurumunda doktor yoktur ve bundan sonrada olmayacaktır.. Bu yönde MYK'nın özel bir çalışma yapmasını öneriyorum.. KESK'in 15 Ağustos, toplu görüşme sürecine ilişkin ise; Burada, KESK'in aldığı kararı eleştirdiniz. Neden böyle bir karar aldı diye. Peki; diğer türlü bir karar alsaydı eleştirmeyip; alkışlayacakmıydınız.? 15 Ağustos sabahı cumartesi olmasına karşın, şehir dışından arkadaşlar otobüslerle Ankara'ya gelmişler ve Ankara'dan kaç kişi vardı.? İlk önce kendi tutumumuzu gözden geçirmemiz gerekmektedir.. Örgüt disiplini gereği, alınan karar sizin hoşunuza gitmese bile, ilk önce bütün kadrolarınızı çağırıp, altını dolduracak ve sonra alınmış bu kararın yanlış olduğunu eleştireceksiniz.. Etik olarak da böyle olması gerekir. Yani; KESK başkanı, işyerlerinden üyelerin yakasından tutupta eyleme mi getirecekti..! Yoksa; bir eylemin altını doldurmak sizin göreviniz değilmi? Beni dinlediğiniz için, teşekkür ediyor. Hepinizi, saygı ile selamlıyorum. Haydar ATA 10,09,2009 (Büro Emekçileri Sendikası Merkez Temsilciler Kurulu 4.Dönem 2.Merkez Temsilciler Kurulu Toplantısında Konuşma metni)
Önemli olan, yoksulluk ve işsizliğin de önüne geçen bu süreci, emekçilerin lehlerine nasıl çevireceğidir..
Eğer; örgütlenme sorunumuzun önünü açacaksa; toplum psikolojisini iyi bilen bir uzmanla çalışılmalıdır..
Katkı sunmadan, eleştirme hakkınız olduğuna inanmıyorum.. !
