7 Aralık 2010
23 Kasım 2010
Etkili protesto ve Eric Cantona
18 Ekim 2010
İki Tünel kazma hikayesi ve haberdende ilginç yorum
İki Tünel kazma hikayesi ve
haberdende ilginç yorumAncak; bundan 34 yıl önce kazılmasına başlandığı bildirilen 10 km’lik Ankara Ayaş Tüneli ise bitmeden samanlık yapıldı..
Vatan gazetesinin haberinde bildirildiğine göre; ise iki örnek iki farkı ortaya koyulmaktadır..
Ayaş Belediye Başkanı Ali Başkaraağaç,
Vatandaşların samanlığı olan Ayaş Tüneli’nin tamamlanıp, projenin hayata geçirilmesi halinde Ankara-İstanbul arası mesafenin 146 kilometre kısalıp, 2 saate indirilmesi planlanmıştı. Ayaş’ın CHP’li Belediye Başkanı Ali Başkaraağaç, Çinli teknik heyetlere incelettirilen ve akibetinin ne olacağı merakla beklenen Ayaş Tüneli projesinin imkansız olmadığını, uygulanabilir olduğu yönünde rapor verildiğini hatırlattı."
"Türkiye’mizin güçlenmesi için bu tür yarım bırakılan projelerin tamamlanarak devam etmesi gerekmektedir. Yıllardır 2 bin 500 metrelik bölümü tamamlanamadığı için proje bekletilmektedir. Son 10 yıldır buraya bir çivi dahi çakılmadı. Bu yatırım tamamlanmayacaksa, neden bu kadar servet harcandı? Burası Ayaş’ın değil, Türkiye’nin yoludur." dediği belirtildi..
Daha da ilginç olanı ise; bu haberin yayımlandığı gazetede, habere ilişkin yapılan yorumlardır..
1.Yorumcunun habere ilişkin görüşü:
BOŞ VER TÜNELİ MÜNELİ, BASKETTE DÜNYA 2. Sİ OLDUK ASIL ONEMLİ OLAN O. SİZİN GİBİ MÜNAFIKLAR HEP KOTU TARAFLARIMIZI GORUYORSUNUZ.SANKİ TUNEL AÇMAK ZOR BİR ŞEY. İSTESEK 3 GUNDE AÇARIZ. İSTESEK ŞİLİ'LİLERİN 69 GUNDE KURTARDIGI İŞÇİLERİ BİZ 3 GUNDE KURTARIRDIK. AMA İSTEMEDİK.
2. Yorumcunun habere ilişkin görüşü:
Tünelden Samanlık Yaparız,/ Mirasımıza Hamallık yaparız/ Başaranı hor görür burun kıvırırız/ Fırsata İmkana mallık yaparız./
3.Yorumcunun habere ilişkin görüşü:
Turban meselesi daha önemli galiba ! Çünki hep birinci derecede görüşülüyor.
Değerli okuyucular; iki ayrı haber ve iki ilginç sonuç.. Ayrıca yorumcuların habere dair görüşleri..
Hiciv dolu yorumlar ..
Kendi adıma haberi hazırlayanların emeğine ve yüreğine sağlık diyorum ve yorumcularında yüreğine sağlık diyerek bu durumu sizinle paylaşmak istedim..
Unutulmaya yüz tutmuş neredeyse bizlerle yaşıt projeleri ve aktarılan milyar dolarlar düzeyinde harcanan ülke bütçesini hatırlamak ve hatırlatmak adına..
Kaynak:http://haber.gazetevatan.com/iste-aramizdaki-fark/335267/1/Gundem
22 Haziran 2010
KIRMIZI GİNSENG
26 Mart 2010
GOJİ- Üretim ve Çoğaltma
GOJİ-
Üretim ve Çoğaltma
Lycium barbarum veya chinense botanik ismi ile bilinen harika goji bitkisi, Himalaya bölgesine özgü olduğu ve doğal ortamda yetişen Goji, birçok diğer Asya topraklarındada bulunur, kırk değişik çeşit batı Çin, Moğolistan ve Tibete yayılmıştır.
Goji bitkisini büyütmek kolaydır: Bitkiler, toprağın neredeyse herhangi bir tipinde büyütülebilir. Hafif-kumlu, orta-kuvvetli toprak, ve ağır-kil, v.b toprak tiplerinde, çiçek açmaya yönelir,
Goji küçük yumuşak meyve bitkisi, kısmi gölge veya bol güneşi tercih eder; Bol güneşte daha çok Goji meyve üretimiyle sonuçlanacak. Goji bitkisi, seçim yapmaz, yine de sırılsıklam, ıslak koşullarda iyi büyür, bir defa büyümeye başladı mı, göreli olarak kurak yaz günlerini de tölere edebilir. . Uç noktadaki sıcaklıkta bazı gölgeleme, soldurmayı engellemek için arzu edilirdir.
Goji bitkileri, güneş ışığını sever, -27 ; + 39 C soğuk ve sıcaklığı hoş görebilir. Goji bitkisinin tohumları, çok küçüktür, domates tohumlarının boyutu kadar. Goji 3 metre uzunluğunda kalın bir çalı görünümü vardır.. Goji bitkisi, çok dayanıklı bitkidir, ve genellikle, büyümek için gerekli besinleri çok iyi emzinleyen yetenekli geniş bir kök sistemi vardır. Bu geniş kök sistemi, kuraklığa çok hoşgörülüdür.
2 yaşında olduğu zaman meyveye başlar. Tam verim 4-5 yaşında olan Goji bitkilerinden beklenebilir, 6 aylık genç bitkilerde çiçek ve meyve görülebilir.
Goji bitkisi, kapalı yerde büyütülebilir, eğer yeteri kadar ışık sağlanırsa, her gün en azından 8 saat boyunca direkt güneş ışığını alabilen bir pencere önüne yerleştirilebilir. En iyi sonucu bahçe dış mekanlarda verir yinede başarılı bir şekilde kapalı yerde büyüyebilir.
Goji bitkisini kapalı alanda büyütmeyi seçersen, çiçekleri el ile tozlaştırman gerekecek, Tozlaştırma için basitçe, tek tek çiçeklere dokunarak, polenlerin bir çiçekten , diğer çiçeğe geçmesini sağlaman gerekecek.
En iyi çoğaltma şekli tohumladır , tohumla ebeveyinlerinin birebir aynısı bitki elde etmek mümkündür. Sera gibi kapalı alanda , çimlenme, genellikle iyi ve çabuktur, normal olarak, tohumlar serada ocak şubat gibi ekilip erkenden gelişmeleri sağlanır .Olgun meyvelerden alınarak hiçbir işleme tabi tutmadan ekilen tohumlar ,kurutularak depolanan tohumlardan daha erken ve kolay çimlenirler Tohumlar, eyer depolanacaksa serin bir yerde güneş ışığından uzak tutulmalıdır.
Fideler yeteri kadar büyüdüğü zaman, bireysel kaplara alınarak dış ortama alışmaları periyodik olarak sağlanmalıdır . Eğer büyüme, yeterliyse, sonbaharda sürekli konumlarına eklebilir. genellikle genç bitkilerin dış ortama dikimleri 1 kış geçtikten sonraki yıl olması daha doğrudur . Çalı gibi büyümeyi cesaretlendirmek için genç bitkilerin uç sürgünleri dışarı bükülmelidir
Çelikle çoğaltma ; Temmuz-Ağustos gibi alınan , yarı odunsu çelikler kapalı bir ortamda kolayca köklendirilir. Yarı odunsu çelikler 5 göz ve 10 cm hazırlanır ve torf perlit veya torf kum karışımı harç doldurulmuş 1- 1,5 litrelik üretim kaplarına dikilerek köklenmeye alınır. Temmuz Ağustos. Köklenme yüzdesi [78]..
Küçük yumuşak meyveleri biçmek, meyvenin, olgun olduğu zaman erken sonbahara geç yazda toplanır. Göreneksel olarak bambu hasırlarında ince yayılır, ve %50 gölgeli güneş ışığında kurutulur. Çiftçiler, kurutma süreci esnasında elleriyle meyveye dokunmamak için çok dikkatli olmalıdır çünkü bu, neredeyse siyah, arzu edilmeyen bir görünüme sebep olacak.
ÇİMLENDİRME ÖNERİSİ: Tohumları 3-4 cm derinliğinde steril toprağa gömün. Don tehlikesi geçtikten sonra dikin. Toprak sıcaklığı 21-27 C de birkaç haftada çimlenir.
Kaynak: www.goji -nutrition.com sitesinden çeviri
14 Şubat 2010
İşçi Sınıfı Neden Devrim Yapamaz?.
İşçi Sınıfı, Neden Devrim Yapamaz?.
Demir KÜÇÜKAYDIN
Tam da Tekel işçilerinin direnişiyle kendine sosyalist diyenlerin moral buldukları şu anda İşçi sınıfının neden devrim yapamayacağından söz etmek pişmiş aşa su katmak gibidir.
Bizim derdimiz ise pişmiş aşa su katmak değil, piştiği sanılan aşın pişmediğini ve böyle pişemeyeceğini göstermektir.Başlıktaki önermeyi daha da genelleştirelim. Sınıflar devrim yapamazlar.
Ya da bu önermeyi şöyle bir ifade daha doğru ve dakik olacaktır: devrimleri sınıflar yapmazlar ve de yapamazlar.Devrimler için sınıflar gerekli değildir. Sınıfsız toplumlarda da devrimler olur.Devrimler üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin o günkü biçimine uygun yeni bir üstyapının kuruluşlarıdırlar.Marks’ın ifadesiyle: “İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.” Ama böyle değişiklikler sınıfsız toplumlarda da olur.Diyelim ki avcılık ve toplayıcılığa dayanan komünden, bitki ve hayvanların ehlileştirilmesine dayanan köy komününe geçiş de bir devrimdir (ki bu devrimin bayramıdır Kurban bayramı ve gerçeğe yakın bir tasviridir bu devrimin Kurban Bayramı söylencesi)Ama bu devrim hiç de sınıf mücadeleleri biçiminde gerçekleşmemiştir. Çünkü sınıflar yoktur.Diğer bir ifadeyle Tarih Öncesi’nde de devrimler olmuştur. Bir bakıma mitolojiuler e kimi peygamberler bu devrimlerin hikayelerini anlatırlar.Zaten tanımı gereği, sınıflara dayanan bir devrim teorisi olamaz, çünkü sınıfsız toplumlarda da devrimler olur ve onlarda sınıflar yoktur.Öte yandan sınıflı toplumlar tarihi göstermektedir ki, sınıflar ve onların mücadeleleri devrimlere yol açmaz, genellikle çöküşlere yol açar, toplumsal çatışmalara yok açar ama sınıflar sınıf olarak devrim yapmazlar.Klasik tarihte, yani beş bin yıl boyunca sınıfların hiçbir yerde devrim yaptığı görülmemiştir. Ezilen sınıfların zaman zaman iktidara geldikleri görülmüşse de (Karamıtalar, Taipingler) bunlar, yıktıklarının bir benzerini kurmaktan öteye gidememişler; yeni bir toplum düzeni, yani bir topluluk tanımı yapmayı başaramamışlardır.Modern tarihte isi, burjuvazinin ve İşçilerin devrim yaptığını söyleyecektir. Klasik Marksist burada.Ama işçilerin yaptığı Ekim devrimi ayrı bir topluluk tanımı yapmamış, sadece burjuvazinin aydınlanma ile yaptığı tanıma dayanan bir devrim yapmaya, ama bunu işçiler eliyle yapmaya kalkmıştır.Burjuva devrimlerini ise burjuvazinin yaptığı ayrıca tartışılmaya ve yeniden araştırılmaya değer.Aydınlanma devrimini Paris’in donsuzları yapmıştır,ama donsuzlar olarak değil, yurttaşlar olarak,ya da insanlar olarak. Burjuvazi bu devrime daha başından her adımda ihanet etmiş ve tıpkı Mekke eşrafının İslam’ı ele geçirmesi gibi ele geçirmeye çalışmış ve ele geçirerek Muaviye benzeri bir Ulusçuluk gericiliği kurmuştur. Aydınlanma devriminin Muaviye’si Napoleon’dur. İşçilerin yaptığı Aydınlanma devriminin Muaviye’si de Stalin’dir.Aydınlanma dini, tıpkı Emeviler döneminin İslam’ı gibi, yayılmasını, gerici biçimi içinde (Uluslar ve ulusçuluk biçiminde) gerçekleştirmiştir.Ama konuyu dağıtmamak için burada keselim ve sınıflı toplumlarda sınıflar ve devrimler ilişkisine yeniden bakalım.Elbette devrimleri sınıflı toplumlarda var olan düzenden çıkarlı olmayan ezilenler yaparlar. Gayrı memnunluk devrimci olmanın ilk şartıdır. Bu anlamda bütün devrimleri alt sınıfların yaptığından söz edebiliriz.Ancak alt sınıflar sınıf olarak devrim yapamazlar. Devrim yapabilmeleri için yeni bir topluluk (din, üstyapı) tanımlaması yapmaları, yeni bir din kurmaları, o günkü üretim ve ekonomi ilişkilerine uygun yeni bir dini savunmaları gerekir.Bunu şöyle ifade edebiliriz. Köleler köle olarak isyanlar etmişlerdir fakat devrim yapamamışlardır, ama köleler, Hıristiyan olduklarında, Hıristiyanlar olarak bir devrim yapabilmişlerdir. Hıristiyan olmak için ise Köle olmak gerekmez.Mekke’nin plepleri particilere, yani Kureyşli asillere karşı bir mücadele içindeydiler ve İslam bir anlamda ve başlangıçta onların partisiydi. Ama onlar birer plep olmaktan çıkıp bu partiyi yeni bir dine dönüştürdüklerinde, yani plepler Müslüman olduklarında bir devrim yapabilmişlerdir. Ama Müslüman olmak için plep olmak gerekmez.Modern devrimi ne Donsuzlar ne de işçiler yapabilmiştir. Donsuzlar ve İşçiler, aydınlanmacı veya demokrat olduklarında devrim yapabilmişlerdi.Sınıflı bir toplumda, verili bir topluluk veya din veya toplum biçimi içinde, ezilen ve egemen sınıfların mücadelesi elbette veridir. Bu mücadelenin aracı partiler ve tarikatlardır. Partiler ve tarikatlar devrim yapamazlar.Devrim o parti veya tarikatlar, onları bir parti veya tarikat olmaktan çıkaracak, bir din yapacak bir mutasyon geçirdiklerinde, yani yeni bir dine, yeni bir topluluk tanımına, yeni bir üstyapı tasavvruna dönüştüklerinde devrim yapabilirler.Örneğin Hıristiyanlık, Yahudilik içinde bir tarikat olarak kalabilirdi diğer yüzlercesi gibi, ama Yahudi olmayanları da kapsayıp, yeni bir topluluk tanımına geçtikten sonra yeni bir din olup bir devrim başarabilmiştir. Tarikat,yani bir Parti, yani bir sınıf mücadelesi aracı olarak kalsaydı, diğer yüzlerce benzeri gibi yok olup giderdi.O halde bundan günümüze ilişkin çıkarılacak sonuç şudur:İşçi sınıfı sınıf olarak devrim yapamaz!Tıpkı köleler veya plepler, köle ve plep olarak nasıl devrim yapamadılarsa; köle ve plep partilerinde örgütlendikleri sürece yapamadılarsa, İşçiler de işçiler olarak, işçi partilerinde, sosyalist partilerde örgütlenerek devrim yapamazlar. Evet çıkarlarını savunabilirler, bir sınıf mücadelesi verebilirler ama devrim yapamazlar. Çünkü Partiler, var olan dini ya da topluluğun nasıl belirlendiğini tartışmaz, o topluluk içinde bölüşümü tartışırlar.Ancak yeni bir dinin paradigması bu ufku aşabilir,İşçi sınıfı ancak, yeni bir dinin kuruluşuna giriştiğinde devrim yapabilir.Bu günkü dünyanın ilişkileri, tıpkı Muhammet’in İbrahim’e dönmesi ve geleneği yozlaşmalardan arındırması gibi, Aydınlanma’nın programına ve ideallerine bir geri dönüş gerektirmektedir.Aydınlanma, komün ve uygarlık dinlerinin, yani soyların ve “inançların” topluluğu tanımladığı bir dünyada doğmuş ve onları bir özel ve politik ayrımı aracılığıyla topluluğun tanımlanmasından dışlayarak topluluğu tanımlamıştı. Yani kendisinin din olmadığı söyleyen bir din olarak ortaya çıkmıştı.Bu din daha doğarken kendi içinde bir karşı devrim geçirdi ve ulusçuluk biçimindeki gerici biçim bu dine egemen oldu.Bu nedenle bugün, ulusların ve ulusal devletlerin tüm dünyayı kapladığı buna karşılık, dünya ticaretinin ve üretimin kıyaslanamayacak ölçüde globalleştiği bir çağdayız. O halde, Aydınlanma’nın tanımını bugünkü dünyaya göre yeniden yapmak gerekmektedir. Bu tanm aydınlanmanın ilk tanımını (Yani “inançların” ve soyların hiçbir politik anlamının olmaması) da içermeli ama onu aşmalıdır.Bunun tek biçimi, tıpkı eski dönemin soyları veya dinleri gibi bu günün uluslarının da politik olandan dışlanması, ulusal aidiyetin özel bir sorun olarak tanımlanması olabilir.Yani İnsan Hakları Bildirgesini bir de ulusları da kapsayacak şekilde genişletmek gerekmektedir.Yani ulusları ve ulusal devletleri yıkma, ulustan olmayı bütünüyle kişilerin özel bir sorununa indirgeme çağrısı; bir insanlık topluluğu tanımı yapılmalıdır.Diğer bir deyişle, işçiler İnsan oldukları takdirde, tıpkı Roma’nın kölelerinin Hıristiyan oldukları, Mekke’nin Pleplerinin Müslüman oldukları takdirde devrim yapabilmeleri gibi, devrim yapabilirler.Elbet her işçi biyolojik bir varlık olarak insandır. Burada kastedilen bu değildir.Her hangi bir ulustan olmanın hiçbir politik anlamı olmamasını savunanlar, uluslara ve ulusal devletlere karşı savaşanlar ancak insan olabilirler.Diğer bir ifadeyle, işçiler her hangi bir ulustan olmanın politik bir anlamı olmamasını savunduklarında; ulussuz olma hakkını savunduklarında; daha somut olarak uluslara ve ulusal devletlere karşı bir “Kutsal savaş” başlattıklarında, İnsan olduklarında; işçi olarak değil İnsan olarak mücadele ettiklerinde devim yapabilirler ve var olan toplumun en iyi kalp ve beyinlerini kendi saflarına kazanabilirler.İşçiler, sadece kendi ekonomik ve sınıfsal çıkarları için değil; tüm yeryüzünde yeni bir düzen için mücadele ettiklerinde devrimci olabilirler ve devrim yapabilirler.Bu önermeler, bugün dünyada İşçi Sınıfı’nın nasıl devrim yapabileceğini gösterir.Ama bugünkü Türkiye’ye gelirsek var olan somut mücadeleler içinde bu görev şöyle tanımlanabilir.Türkiye de işçiler, tutarlı demokratlar olduklarında, yani ulusun tanımından her türlü dil, din, soy, tarih belirlenimini dışladıklarında; ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımladıklarında Türkiye’de bir demokratik devrim yapabilirler.Türkiye’de sosyalistler eğer bir demokratik devrime öncülük etmek istiyorlarsa, öncelikle kendilerinin demokrat olmaları ve işçilere demokrasiyi “tebliğ” etmeleri gerekmektedir.İşçilerin sınıf mücadelesinin kıçına hayranlıkla bakıp, en gericisinden ırkçı bir ulus anlayışıyla tanımlanmış bir devlette sosyalizm kurmaktan söz etmek, egemen sınıflar arasındaki mücadelede basit bir piyon olmaktan başka bir sonuç vermez.*Türkiye’nin sosyalistleri eğer dünya çapında bir sosyalist düzen içir mücadele etmek istiyorlarsa önce, dünyadaki işçilere insan olma uluslara ve ulusal devletlere karşı savaş çağrısı yapmalıdırlar. Bu çağrıyı yapmayan her çaba var olan ulusal devletlerin savunusu ve onlar arasındaki çatışmaların bir piyonu olma sonucunu verir.Şimdiye kadar olan anlayış ve strateji ters yüz edilmelidir. Şimdiye kadar olan şöyledir: Her biri ulus ilkesin göre belirlenmiş devletlerin sosyalistleşmesi ve sonra bir sosyalist cumhuriyetler birliği kurularak giderek bir dünya cumhuriyetine ulaşmak.
Yani önce Sosyalist sonra İnsan olmak.Ne teorik kavramlar ne de yaşanan deneyler bunun olmadığını ve olamayacağını göstermiştir.Yapılması gereken ve izlenmesi gereken strateji tam da bunun tersidir. Önce uluslara karşı savaş ve bir dünya cumhuriyeti, sonra Sosyalizm.
Yani işçiler önce İnsan olmalıdırlar Sosyalist bir toplumda yaşayabilmek ve işçi olmaktan kurtulabilmek için.
Yani önce İnsan sonra Sosyalist olmak.Bu gün Türkiye’deki (ve Dünyadaki) sosyalistler ne Demokrattır ne de İnsan.İnsanların ve Demokratların görevi öncelikli görevi İnsan ve Demokrat olmayan bu sosyalistlere karşı mücadele etmektir.Sosyalistler çözümün değil problemin bir parçasıdır bugün.Çünkü onlar İnsan veya Demokrat değil, Türk’türler (Kürt, Alman, Amerikalı, Çinli).Tıpkı işçiler gibi. İşçiler Türk işçileri ve Türk olmaktan çıkmadan ne Demokrat ne de İnsan olabilirler.***********
Not: Konuya farklı bir bakış açısıyla yaklaşılan yukarıdaki yazı ile, "Bu yazı bence aynı zamanda Aleviler Neden Özgürleşemez? Kürtler Neden Kendi Kaderini Tayin Edemez? Femistler Neden Kadın Meselesinde Başarılı Olmaz sorularınında cevabını içermektedir. Veya Şöyle söyleyelim 'Yeni Bir Sol Harkete Neden Yeni Olamaz' " diyen Uğur TÜRE arkadaşıma, bu yazıyı iletmesinden ötürü teşekür ediyorum.
H.ATA
Kaynak: http://www.koxuz.org/
21 Ocak 2010
Yerkürenin ısınmasından bana ne?
Yerkürenin ısınmasından bana ne?
Gökhan Günaydın
Küresel ısınma ve iklim değişikliği, yerküreyi giderek yaşanmaz bir hale getiriyor. İklim kuşaklarının 150 ila 500 kilometre kuzeye kaydığı bir süreçte, dünya daha sıcak ve daha az yağışlı bir yakın geleceğe doğru hızla ilerliyor. Kutuplardaki buz kütlelerinden büyük parçalar kopup sulara karışırken; ısınma sürecinin deniz seviyesini yükselteceği, birçok bitki ve hayvan türünün yaşamlarının sona ereceği, açlık sorununun etki alanını genişleteceği biliniyor…
Bu tablodan Türkiye’nin payına düşen ise, 50 yıl içinde 3 – 5°C daha ısınmak ve özellikle güney bölgelerinde yüzde 30 daha az yağış olarak öngörülüyor.
Yerküreyi bu noktaya, kapitalist üretim süreçlerinin taşıdığı açık. Toprağı, suyu, havayı birer üretim faktöründen ibaret gören kapitalizmin doğayla ilişkilerinde iki yüzyıl boyunca geçirdiği “aşama”, sorunun altını çiziyor.
Kuralsız piyasa ilişkilerinde doğanın sömürülmesi gerçeğini gizlemek için bulunan kılıf, sömürü düzeyini “sürdürülebilir” bir çizgiye çekme çabasından ibaret.
Kendi sorununu bile pazarlayan kapitalist piyasa ekonomisi, post-fordist üretim ilişkileri temelinde maliyetlerin düşürülmesi için çocuk emeğinin kullanılmasını dahi “mubah” görüyor. Sermayenin artık değere el koyma mekanizması, dünyayı bir üretim faktörü niteliğine indirgerken, “talep” sorunu yaratılan tüketim toplumları ile aşılıyor.
Klasik iktisat teorisinde tarım sektörünün, “tüm bu ilişkilerden etkilenmeyen usandırıcı bir durağanlık yığını” olduğu ima edilse de, aslında kapitalizmin elini uzattığı her alanda aynı “gelişimin” yaşandığı kanıtlandı. Bu bağlamda, çevre ülkelerin tümünde, giderek artan oranda kırsal alan kapitalizme eklemleniyor.
Sözü edilen “gelişen piyasalarda”, köylülüğün hızla tasfiye edilmesi ve tarımın şirketleştirilmesi talep ediliyor. Gerekçe görece masum: Rekabet edebilirlik…
Benzer bir talep, oldukça açık bir şekilde, 24 Mart 2007 tarihinde İstanbul’da yapılan toplantıda dile getirildi. Toplantının başlığı, “Et ve Süt Sektörlerinde Küresel Vizyon”. Türkiye’nin Başbakan ve Tarım ve Köyişleri Bakanı ile temsil edildiği toplantıya Polonya, Çin, Romanya, Bulgaristan, İran ve Kuzey Kıbrıs Tarım Bakanları veya yardımcıları da katıldılar. Dünyanın hayvansal üretim ve ticaretini denetleyen yapıların hemen hepsi orada: Avrupa Süt Birliği, Uluslararası Süt Federasyonu, Pan Amerikan Süt Federasyonu, Avustralya Süt Üreticileri Şirketi, Avrupa Birliği Et Sanayi İrtibat Merkezi, Avrupa Canlı Hayvan ve Et Ticareti Derneği, ABD Et Üreticileri Birliği, Brezilya Et İhracatçıları Birliği…
Toplantıyı Türkiye Süt, Et ve Gıda Sanayicileri ve Üreticileri Birliği (SET BİR) organize ediyor. Mehmet Altan başta olmak üzere, liberal köşe yazarları, “2015 Sonrası Beklentiler” gibi açık hedefler konulmuş panellere başkanlık ediyor, tarım bakanlarına öğütler veriyorlar.
Türkiye Başbakanının iktidarları döneminde tarım sektörünün nasıl kalkındığına, yol ve su altyapısı yapımının hayvansal üretime ne denli katkı koyacağına ilişkin veciz sözleri ve saptamaları, fazla önemsenmiyor…
Toplantının ana fikri, sermaye tarafından açık biçimde ortaya konuluyor: Tarımsal desteklemeler kalkmalı, tarım ve köylü arasındaki bağ kopartılmalı. İş, Türkiye’de Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın adından Köyişleri’nin çıkartılmasına kadar vardırılıyor. Panel yöneticisi köşe yazarı, bu öneriyi oylamaya koymaktan son anda vazgeçiyor…
Sözü edilen öneri, kuşkusuz tarımı köylü üretici işi olmaktan tümüyle çıkarıp, şirket tarımını tahrik eden ve tarımı piyasalaştıran bir talebi gündeme getiriyor.
Bu noktada, dillendirilen talebin Türkiye için anlamını ortaya koymak gerekiyor: 73 milyon nüfusa sahip Türkiye’de kentleşme oranı yüzde 65.
Başka bir deyişle, 24 milyona yakın kırsal nüfus;
2 bin 265 belde,
36 bin 527 köy,
42 bin 098 köy altı yerleşme (köy bağlısı) olmak üzere toplam 80 bin 890 kırsal yerleşmede yaşıyor.
Tüm köyler ve nüfusu 25 binden az olan il ve ilçe merkezlerinde toplam hanehalkı sayısı 6 milyon 189 bin 351 iken, bunlardan 4 milyon 106 bin 983’ü tarımsal faaliyetle uğraşıyor.
Sermaye, şimdi, yığın olarak gördüğü bu kesimin tarımdan dışlanmasını, bu nicel büyüklüğün sosyal politika alanına itilmesi gerektiğini açık bir politika önerisi olarak dile getiriyor…
Önermenin meşruiyet temeli, yukarıda da belirtildiği gibi, “köylü tarımıyla rekabetçi olunmaz” savına dayanıyor. Kuşkusuz sermaye, desteklerden yoksun bırakılacak köylünün üretimle bağının kopartılması ve “sosyal politika” alanında yoksulluk yardımlarıyla ayakta tutulmasını önerirken, boşaltılan alana şirket tarımının egemenliğinin tesisini öngörüyor. Üreticiye tarım desteğinin sıfırlanması önerisi, taşıma – depolama – işleme – kalite unsuru – dışsatım sübvansiyonları gibi desteklerden doğrudan şirketlerin yararlandırılması talebiyle tamamlanacaktır elbette.
Köylülüğün tasfiyesi temelinde şekillenen öneriler, Türkiye’nin AB ile yürüttüğü tarım dosyaları tarama sürecinde hız kazandı. AB tarafı İlerleme raporları ve Etki Değerlendirme Raporu’nda Türkiye’de tarımsal istihdam oranının yüksekliğine özel vurgular yapıldı. Türkiye hemen sinyali aldı, 9. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda bu oranın yüzde 19’a çekileceği hedef olarak ortaya konuldu.
Yaşanan gerçeklik, vahşi kapitalist koşullarda bir tasfiye sürecine işaret ediyor. 1986 – 2004 döneminde tarım istihdamı 8.2 milyondan 7.2 milyona gerilemiş ve 18 yılda 1 milyon kişi tarım çalışanı olmaktan çıkmışken; 2004 sonrası dönemde her yıl 700 – 800 bin kişinin tarımdan kopuşuna tanıklık ediyoruz. Başka bir deyişle, tarım istihdamı şimdiden yüzde 35’ten yüzde 28.4’e geriletilmiş durumda.
Bu sonucu doğuran nedenin kentlerde, sanayi ve hizmetler sektörlerinde yaratılan yeni istihdam olanaklarının köylüyü çekmesi olmadığını biliyoruz. Kadın çalışan oranının en yüksek (tarımın feminizasyonu) ve okuma yazma oranının en düşük seviyelerde olduğu tarım istihdamı, işsizliğin yükseldiği bir süreçte “yeni iş olanakları” için erimiyor. Tersine, tarımsal çıktı fiyatlarının reel olarak gerilediği, buna karşılık girdi fiyatlarının her yıl daha da yükseldiği ortamda, tarımsal üretim köylü için sürdürülebilir olmaktan çıkıyor. Toprakta tutunamayan köylü savruluyor…
Bu süreç ilerletici midir? Tarım ve Köyişleri Bakanı ve AB müzakerelerini yürüten Bakan, bu alt üst oluşu, uygulanan politikaların olumlu sonuçları olarak tanımlıyorlar.
Peki bizim yanıtlarımız neler?
İki farklı eğilimin altını çizelim;
1 – Köylü tipolojisi tüm dünyayı kendi tarlasından ibaret gören ve ona dokunulmadığı sürece devrimlere – savaşlara kayıtsız kalan bir yapıdadır. Bu bağlamda köylülüğün tasfiyesi sosyal doku ve ekonomik düzen açısından ilerletici bir sürece işaret eder…
2 – Köylü üretici yapısının kırda yaşadığı yoksulluk bir bilinç aydınlanması ve direniş yaratmaktadır. Köylü üreticiye dayanan, doğayla dost bir tarımsal üretim yapısı, tüketiciye sağlıklı ve ucuz gıdaya ulaşma olanağı sunar ve böylece kır – kent arasındaki emek dayanışmasını kurgular…
Bu soruların sol içinde tüm yönleriyle tartışılması, emek – sermaye uzlaşmaz çelişkisinin tanımlanması açısından yaşamsal önem taşıyor.
* ZMO Genel Başkanı – 28 Mart 2007, Çarşamba
kaynak:www.sol.org.tr

