IMF etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
IMF etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Temmuz 2010

Uluslararası Emek Haberleri

Uluslararası Emek Haberleri


Cum, 09 Temmuz 2010


Yunanistan'da Kemer Sıkma Politikalarına Karşı Grev Dalgası Yükseliyor

AB ve IMF ile imzalanan anlaşma çerçevesinde “kaçınılmaz” olarak tanımlanan ve krizin yükünü emekçilere yıkmaya yönelik politikalara karşı Yunanistan’da emekçilerin direnişi yükselmeye devam ediyor.

Kamu ve özel sektör çalışanları, hükümetin sosyal güvenlik yasa tasarısını ve çalışma ‘reformlarını’ protesto etmek amacıyla 8 Temmuz’da 24 saatlik greve gitti. Hava Trafik Kontrolörleri Sendikası (EEEKE),10:00-14:00 arası olmak üzere 4 saat greve gideceklerini açıkladı. Bazı kaynaklara göre, EEEKE 14 Temmuz 2010 tarihinde ayrıca bir 24 saatlik greve gitmeyi planlıyor. Yunan adalarına feribot seferleri yapılmadı. Okullar, mahkemeler ve devlet hastaneleri çalışmadı. Gazeteler çıkmadı.

Yunanistan Kamu Çalışanları Konfederasyonu (ADEDY) ve İşçi Sendikaları Federasyonu (GSEE) çağrısıyla yapılan grevde emekçiler 9 Temmuz’da Parlamentodan geçirilmesi planlanan sosyal güvenlik yasa tasarısına karşı çıktılar. Tasarıya göre, 2018 yılından itibaren emekli maaşlarında yüzde 7 oranında kesinti yapılacak, emeklilik yaşı ve süresi artırılacak. Reform paketine 7 Temmuz gecesi yapılan meclis oturumunda 137’ye karşı 159 oyla destek gelmişti.

2. ABD Sosyal Forumu
Daha önce Haziran 2007 tarihinde Atlanta’da gerçekleşen ABD Sosyal Forumunun ikincisi 22–26 Haziran 2010 tarihinde Detroit’te gerçekleşti. 2. ABD Sosyal Forumu 2008 mali krizinin başlangıcından bu yana ilerici toplumsal hareketlerin ilk büyük çaplı buluşması niteliğini taşıyor.

Sadece “başka bir dünya mümkün” değil, aynı zamanda “Başka bir Amerika gerekli” sloganıyla düzenlenen forumda, ABD’deki toplumsal mücadelelerin dünyadaki diğer toplumsal mücadeleler açısından önemli olduğu vurgulandı. ABD’nin uluslar arası sistemdeki merkezi rolüne dikkat çekilerek, sermayeye karşı daha güçlü bir direnişin ABD’de gerçekleşmesinin diğer bölgeler açısından önemli sonuçlar doğuracağına dikkat çekildi.

Forumun düzenleyicileri, Chrysler, GM ve FORD gibi üç büyük otomotive şirketinin kurulduğu yer olan Detroit’in önemine dikkat çekti. Son 20 yıl içerisinde, 80’lerden itibaren bu şirketlerin üretimlerini denizaşırı bölgelere kaydırmasıyla, işsizliğin sorun oluşturduğu ve büyük göçler veren Detroit'te, 20 yıl öncesine kıyasla evlerin yüzde 40’nın boş olduğu, işsizliğin ise yüzde 30’ların üzerine çıktığı kaydedildi.

USW ile ALCOA arasındaki İş Sözleşmesi
ABD’deki Birleşik Çelik İşçileri’nde (USW) örgütlü 5400 işçi dünyanın 2. büyük alüminyum üreticisi ALCOA şirketi ile 24 Haziran 2010 tarihinde 4 yıllık sözleşme imzaladı. Geriye dönük olarak 1 Haziran’da başlayacak sözleşme 15 Mayıs 2014 tarihine kadar sürecek.

USW ve ALCOA’nın Nisan ve Mayıs ayları boyunca 6 hafta süren görüşmeleri sonucunda USW’nin eyaletlerdeki şubeleri 31 Mayıs’ta grev kararı alırken, USW ve ALCOA grevi önleyecek şekilde karşılıklı görüşmeleri 11 saat daha uzattı. Uzatılan görüşmeler sonrasında gizli oyla yapılan oylama sonucunda ABD’deki 8 eyaletteki 11 işletmesindeki işçilerin yüzde 68’i varılan anlaşmayı onayladı.

Varılan yeni anlaşma sonucunda işçilerin sağlık sigortaları konusunda bütünsel toparlamadan kaçınılırken, yeni işe başlayanlara yönelik emeklilik sağlık sigortası kapsam dışı bırakıldı. İşçilerin sağlık harcamaları konusunda ALCOA’nın yaptığı açıklamada yıldan yıla artan sağlık harcamalarının rekabet gücünü düşürdüğü öne sürüldü. İşçilerin ödediği sağlık sigortası primleri arttırıldı. Sözleşmede ücretlere ilişkin olarak da, ilk iki yıl boyunca ücretlerde artış olmaması; 2010 yılı için aktif çalışanlara yönelik 1000 dolar ve 2011 yılı için de 1750 dolar toptan ödeme yapılmasına; sonraki iki yıl için ise ücretlerde yüzde 2.5 zam yapılmasına karar verildi.

11 üye sendika liderlerinin yanı sıra 4 küçük sendikadan oluşan USW’nin Alcoa Aliminyum Pazarlık Konseyi, ALCOA’nın sigorta kapsamını düşüren ve işçileri mağdur eden sağlık planı konusunda geliştirdiği “Seçimler” planını reddetti. Diğer taraftan, yeni sözleşmenin işçiler tarafından ödenen primleri arttırmasına rağmen, sendikalı olmayan ALCOA çalışanlarından daha az ödediklerini ifade etti.

COBAS Grevi Sonrası
İtalya Taban Komiteleri Sendikaları’nın(COBAS) çağrısıyla 7-15 Haziran 2010 tarihleri arasında Berlusconi hükümetinin eğitim 'reform'larına karşı haklarını savunmak üzere öğretmenler greve gitti.

İtalya Taban Komiteleri Sendikaları (COBAS) temsilcisi grevlerinin başarılı geçtiğini kaydederken, liselerdeki 27000 sınıfın 19000’nin yani yaklaşık yüzde 70’nin ders yapmadığı bildirildi. Aslında greve katılımın daha çok olabileceği, ancak 20 yıl önce başta İtalya Genel Emek Konfederasyonu (CGIL) olmak üzere “tekelci” sendikalar olarak tanımladıkları sendikaların düzenleyip onayladıkları düzenlemelerle 1990 yılında grev hakkının anayasa düzeyinde engellendiği kaydedildi.

Kamu eğitimine yönelik bir saldırı niteliği taşıyan lise “reformu”na karşı 12 Mart’ta da greve giden çalışanlar, lise “reform”unun geri çekilmesi, binlerce iş olanağının yok edilmemesi, okulların ve ders konularının azaltılmaması, Brunetta ve Aprea tasarıları, emeğin hiyerarşilendirilmemesi ve temel eğitimi terketme yaşının 15'e çekilmemesi, geçici işçi istihdamına karşı, okullara daha geniş bütçe ayrılması, eğitim sektöründe birlik demokrasisi ve örgütlenme haklarının geri verilmesi için eylem ve etkinliklerine hız vermeden devam edeceklerini bildirildi. 25 Haziran’dan itibaren “reform” tartışmaları boyunca Parlamento önünde sürekli oturma eylemine gideceklerini ve gösteriler düzenleyeceklerini tekrarladılar.

25 Haziran Genel Grevi Sonrası
Avrupa’nın birçok ülkesinde olduğu gibi, İtalya’da da kamu harcamalarını 25 milyar Euro daraltarak borç yükünü emekçilere yükleyen paket tepkiyle karşılandı. 25 milyar Euro’yu bulan paket, 1 milyondan fazla emekçiyi sokaklara döktü. İtalya Sendikalar Birliği’nin (CGIL) çağırıcısı olduğu greve, ülke genelinde katılım sağlandı. Grevde aynı zamanda hükümetin tasarruf tedbirleri kapsamında, ücretleri 2013 yılına kadar dondurması ve kamu sektöründe 400 bin işyerinin tasfiye edilmesi protesto edildi. Kamu sektöründe memurlar 24 saatliğine iş bırakırken, özel sektör çalışanları dört saat greve gitti. Grevin ana sloganı “Tüm yük bizim omzumuzda” oldu.

Kültürel faaliyet gösteren kurumlar da hükümetin kemer sıkma politikalarını protesto etmek için 29 Haziran Salı günü opera binaları ve tiyatrolarını kapattı.

İtalyan sol partileri ve küçük sendikalar genel grevi desteklerken, CISL ve UIL sendikaları üyelerini greve çağırmadılar.

İtalya İşverenler Örgütü (Confindustria) ise, raporunda ülkenin resesyondan çıktığını ancak işsizliğin büyüdüğünü kaydetti. 2010 yılının ilk üç ayında işsizlik oranı ortalama yüzde 9,1 artış gösterdi. Bu da son üç yılın en yüksek değeri olarak dikkat çekiyor. Buna rağmen 400.000 işyerinin kapatılması planlanıyor. Böylece sağlık sektöründe 156.000 işyeri, hizmet sektöründe 59.000, eğitim sektöründe ise 80.000 işyeri yok edilecek. Ayrıca emekli olan her 5 kişiden sadece birinin yerine yeni biri alınacak.

Foxconn’daki İntiharlara İlişkin Son Gelişmeler
Apple, Dell, HP, Nintendo, Nokia ve Sony için üretim yapan Çin merkezli şirket Foxconn’da yılbaşından bu yanan 11 kişinin ölümü ve 13 kişinin ağır yaralanması ile sonuçlanan intihar olaylarına ilişkin olarak ITUC, hükümet ve şirketleri sorumluluklarıyla yüzleşmeye davet ediyor.

Diğer taraftan, hepsinin göçmen işçilerden oluştuğu 12. intihar teşebbüsünden sonra, şirket neden yaptığına ilişkin bir açıklama yapmasa da, yüksek katlı binaların altına ağ gerdirmiş.
(Gerilen ağların resmi için: http://gizmodo.com/5574993/foxconn-is-installing-safety-nets-on-buildings)

Çin’de toplam 800.000 işçi istihdam eden firmadaki bu olayların başlıca nedeni olarak, çalışma koşullarının ağırlığı, sert yönetim tarzı ve Çin’in rekabetçi ihracat modeli arasında sıkışan genç göçmen işçilerin tekin olmayan durumları gösteriliyor.

İntiharlara ilişkin, ITUC gerek Çin hükümetini, gerek Çin Sendikalar Konfederasyonu’nu (ACFTU), gerekse Foxconn’u üretim zincirlerinden biri olarak kullanan şirketleri sorumlu davranmaya ve mağdur olan ailelere gerekli desteği sağlamaya davet ederken, hükümete de geç kalınmadan araştırmaları başlatması yönünde baskıda bulunuyor.

Diğer taraftan şirket 7 Haziran günü 1 Ekim itibariyle yüzde 70’e varan zam sözü verdi. İlk etapta yüzde 30 ve şimdi yüzde 70 zam kararı alan şirket, 1 Ekim 2010 tarihine kadar hiçbir çalışan intihar etmemesi durumunda bu zammı uygulayacağını duyurdu. Şirket o tarihe kadar işyerindeki herkese psikolojik destek verileceğini de bildirdi. Şirketin kurucusu Terry Gou, alınan zam kararının işçilerin saygınlığı ve güvenliğini artırmak amacıyla alındığını söyledi.

Macaristan'da Barınma Hakkı Mücadelesi
Macaristan Sosyal Forumu Barınma Hakkı’nın Anayasa’ya girmesi gerektiği konusunda karara varırken, yeni merkez-sağ hükümeti bu karara karşı çıktı. Eski Macaristan Anayasa Mahkemesi yargıcı da dahil olmak üzere çok sayıda kişi ve örgütün katıldığı Forum’daki Toplumsal Yuvarlak Masa toplantısında, bu hak çerçevesinde toplumsal bir ev inşa programının başlamasını talep etme konusunda uzlaşırken, bunun başlangıcı olarak son 2 yıl içerisinde borç ve iflas nedeniyle evlerini kaybeden binlerce kişinin evleri üzerindeki haklarını kaybetmiş olsalar da, evlerinde kalmalarını sağlayacak yönde devlete baskı yapmak. Özellikle işsiz olanların da bu risk altında olduğunu vurgulayan Forum, yeni koalisyonun ortaklarından Hıristiyan Demokrat parti ile yakın ilişki içerisindeki Hıristiyan Sosyal Çalıştayı’nın Forumun uzlaştığı bu karara karşı çıktığı belirtildi.

Metro Çalışanları Grevi
Hükümetin 15 milyar Euro’luk tasarruf tedbir paketi nedeniyle Metrolardan Sorumlu Madrid Bölgesel Hükümetinin çalışanların maaşlarının yüzde 5 oranında düşürme kararına karşı, 7500 metro işçisinin 29 Haziran’da greve gitti. Hükümet ile sendikalar arasında her hangi bir görüşme yapılmazken, sendikalar 30 Haziran’da eylemi süresiz eyleme dönüştürmeye yönelik oylamaya gitti. Bölgesel hükumet sözcüsü Ignacio Gonzalez, sendikalar "radikal pozisyonda" kalmaya devam ettikçe, çözümün mümkün olmadığını söyledi. Oylama sonucunda greve devam kararı alındı. Metro çalışanları, bir grev durumunda asgari ulaşım imkânının sağlanacağı yolundaki anlaşma hükümlerine uymayı reddettiler.

5 Temmuz Pazartesi günü yapılan yeni oylamada ise greve son verilerek, yönetimle görüşme yapılmasına karar verildi. Eğer görüşmeler sonucunda olumlu bir sonuç çıkmazsa, 12 Temmuz’da yeniden eylemlere devam edileceği kaydedildi.

Günde 2 milyon kişinin kullandığı metro ulaşımında yaşanan 4 günlük grev hayatı felç etti. Diğer taraftan, 29 Eylül günü ücretlerdeki kesintilere ve çalışma yasasındaki değişikliklere karşı 1 günlük grev kararı alındı.

http://www.kesk.org.tr/node/287

18 Şubat 2010

Ahmet İnsel 'Yeni Sol'u anlatıyor "bölüm iki"


Ahmet İnsel 'Yeni Sol'u anlatıyor:
Türkiye'de sosyalistlerin klasik iddialarının çoğu zaten milliyetçilere özgündür”

http://media3.ntvmsnbc.com/j/NTVMSNBC/Components/ArtAndPhoto-Fronts/Sections-StoryLevel/T%C3%BCrkiye/T%C3%BCrkiye%20Genel/090601-Ahmet-%C4%B0nsel-VM.widec.jpg

18/02/2010 07:54

Yeni Sol Parti girişimi Merkezi Temas Heyeti üyesi ve Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet İnsel'le konuşmamıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bugünkü konularımız tabiri caizse solun 'uhrevi' meseleleriyle daha fazla ilgili. Sovyetlerin çöküşünden sonra sosyalistlerden sosyal demokratlara 'doğru' bilinen birçok kavram daha fazla tartışmalı hale geldi, 60'larda Avrupa'da ortaya çıkan 'özgürlükçü sol' akımın eleştirileri ve önerileri ise kendine daha fazla yer bulmaya başladı. İnsel, Yeni Sol'un emek-sermaye çatışmasına, özelleştirmeye, devrime, demokrasiye, din ve laikliğe, emperyalizme nasıl baktığını anlatıyor

GÖKHAN KAYA (Arşivi)


* “TEKEL işçileri önemli bir şey; eşit pazarlık gücü talep ediyorlar."
*“Sistematik olarak özelleştirmeler iyidir ya da kötüdür tavrı bağnazlıktan başka bir şey değildir.”
*”Yeni Sol, Türkiye’de iktidara gelirse NATO çerçevesini değerlendirecektir.”
*”Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur paranoyasını kıracak bir perspektiftir AB üyeliği.”
*”Bizim laiklik anlayışımız, devletin din alanından bütünüyle çekilmesidir. Ne zorunlu din eğitimi, ne devlet politikası olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kesinlikle söz konusu olamaz.”
*”Türkiye’de sosyalist hareketin klasik iddiaları olarak sıralanan şeylerin çoğu zaten sosyalistlere değil milliyetçilere özgü. Bu anlamda milliyetçilikten koptuğumuzu söyleyebiliriz.”
*”Ekim devrimi, Çin devrimi gibi devrimler bize bir radikal kopuş ile iktidara gelmenin, çoğunluğun rızası olmadan iktidara gelmenin, dar bir kadronun tahakküm arzusuna yol açtığını gösterdi.

Radikal solda 90’lardan sonra emek/sermaye çelişkisini öne çıkaran, kimlik sorunlarının eklemlendiği programlar tartışılıyordu, Yeni Sol’da böyle bir şema yok sanırım.

Emek-sermaye çatışması toplumdaki çatışmalardan önemli bir tanesidir, ama tüm çatışmaların anası değildir. Solun geleneksel olarak kolaya kaçarak yaptığı şey toplumdaki tüm çatışmaları emek-sermaye çatışmasının bir türevi olarak ele almaktı. Ama öyle bir şey yok, o durumda işçilerin büyük bir çoğunluğunun sermayenin yanında yer alan AKP’ye oy vermesini izah edemiyoruz. Dolayısıyla başka motivasyonlar ve çatışmalar da var. Kimlikler çatışması emek sermaye çatışmasına indirgenmeden de var olabilir.
Örneğin bugün TEKEL işçileri ile ilgili Yeni Sol’un tavrı açıktır. TEKEL işçileri neyi talep ediyorlar? Sadece ücret değil, sendika başkanın üzerinde durduğu konu Yeni Sol için önemlidir. Kumlu, “Hükümet birçok taviz verdi diyor. Ama 4-C’lilerin sendikalı olmasına izin vermiyor” . İşte tam da bu önemlidir. Bize göre işçilerin esas mücadelesi emek piyasasında işverinin karşısında örgütlü bir biçimde yer alabilme mücadelesidir. Burada eşitliği ancak böyle sağlayabiliriz. İşveren ile işçi arasındaki o yapısal eşitsizlik; biri mülklü diğeri mülksüz. Liberal model iki taraf eşit, aralarında sözleşme yapılacak diyor. Biz de diyoruz ki: hayır, işverenle işçi arasındaki çıplak ilişki eşit değildir. Örgütlü işçilerle işveren arasında kısmi biçimde bir eşitlik ilişkisi kurulabilir. Bu anlamda TEKEL işçileri önemli bir şey; eşit pazarlık gücü talep ediyorlar.

Yeni Sol özelleştirmeleri savunuyor mu? TEKEL özelleştirmesi karşınıza gelse ne yapardınız?

Sistematik olarak özelleştirmeler iyidir ya da kötüdür tavrı bağnazlıktan başka bir şey değildir. Kamu hizmetinin toplumun yararına olan alanlarda yoğunlaşmasını sağlamamız lazım. Örneğin devletin sigara ve alkollü içki üretmesi, ayakkabı üretmesi belki 1930’larda yararlıydı ama bugünün Türkiye’sinde bunun büyük bir yararı olduğu kanaatinde değiliz. Kamunun bedava ve kaliteli eğitim, sağlık, taşıma hizmeti üretmesi gerekir, bu alanlarda özelleştirmelere karşıyız. Kamu bu alanlarda bedava ve iyi hizmet vermelidir. Barınma hakkının güvence altına alınmasına yönelik, piyasanın bu alandaki yönlendiriciliğini kıran girişimlerde bulunmalıdır.
Eğitim bedava diyerek kalitesiz hizmet verip parası olanların ise özel okullarda kaliteli hizmet almasına olanak tanıdığınız zaman da bir eşitsizlik yaratırsınız. Dolayısıyla sorun sadece özelleştirme değil. O hizmetler nitelikli bir şekilde yoksullara, mülksüzlere ulaşıyor mu, buna da bakmamız gerekiyor.

‘Piyasayı kuşatmak’ ne demek?

Piyasa aktörlerinin faaliyetlerine bir sınır getirmektir. Asgari ücret uygulaması örneğin piyasa ekonomisine belli bir ücret seviyesinin altında insan çalıştıramazsın kuralını getirir. Belli alanlarda üretim yapılmasını istemiyoruz demektir. Örneğin nükleer enerjiye karşıysak piyasa ekonomisinin kendiliğinden buraya yönelmesini engelleyebiliriz. İşletmelerin istediği gibi çevreyi kirletmesine karşı çıkabiliriz. Mali piyasaların hareketlerini sınırlayabiliriz, Bugün dikkat ederseniz ABD’de Obama hükümeti bankaların boyutlarını sınırlamayı tasarlıyor. Dolayısıyla piyasayı kuşatmak topluma zarar vereceği alanlarda piyasaya kısıtlamalar getirmektir. Bazı alanlara piyasa ekonomisinin girmesini engellemektir. Örneğin ben bireysel emeklilik sisteminin özendirilmesine karşıyım çünkü emeklilik hakkının mali piyasaların çalkantılarına tabi olmasını çok tehlikeli buluyorum.
Sağlıkta piyasa ilişkilerinin girmesini engellemektir. Bir dizi toplumsal hak alanına piyasa ilişkilerinin girmesini engellemektir. Piyasa ilişkilerinin tekelleşmesini engellemektir.
Bölgesel olarak tekel konumunda, eğer o şirketin fiyat politikasını serbest bırakırsanız tüketicileri bütünüyle o şirketin eline teslim etmiş olursunuz. Bu tür şebeke ekonomilerinde özelleştirmelerin son derece dikkatli yapılması, çok detaylı ve ağır kamu hizmeti yükümlülükleri taşıması gerekir. Bunlara bakınca elektrik, su, gaz dağıtımı gibi şebeke ekonomilerinde özelleştirme yerine yerel yönetimlerin ortak katıldığı şirketler, güçlü şeffaflık koşulları eşliğinde toplu yarar açısından daha uygun olabilir.
Dünyada da Yeni Sol’un önemli taleplerinden birisi uluslararası spekülatif sermaye hareketlerinin sınırlanmasıdır. Bu amaçla Tobin vergisi denilen bir vergi öneriyor neoliberal küreselleşme karşıtı hareketler.

Anladığım kadarıyla neoliberal politikalara karşısınız, ama Yeni Sol AB’ye girişi savunuyor, bugün AB’yi neoliberal politikalar şekillendirmiyor mu?

AB içinde liberal politikaları savunanlar ilanihayet çoğunluk olacak diye bir şey yok. AB’nin değişmesi ve başka yöne gitmesi de söz konusu olabilir. AB’nin Türkiye’ye getireceği katkılar kadar Türkiye’nin de AB’nin değişmesine katkıda bulunacağına inanıyoruz. AB’nin ciddi bir kimlikler sorunu yaşadığını görüyoruz. AB neoliberal politikalar için değil, Avrupa’ya savaşın gelmemesi için inşa edildi. Türkiye’nin girmesiyle AB’ye yeni bir barış dinamiği geleceği kanaatindeyiz.
Ayrıca şunu kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de neoliberal partiler iktidara geldiğinde ülkeden kaçmıyoruz. Burada mücadele ediyoruz. AB içinde de bu mücadeleye devam etmemiz gerekir. İçimize kapanarak, biz bize benzeriz fetişizmini körükleyerek, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur paranoyasını kıracak bir perspektiftir AB üyeliği.

AB’nin oluşumu ve Türkiye’nin girişini döndürülemez bir süreç olarak mı görüyorsunuz?
Yüzde yüz AB’ye gireceğimiz kanaatinde değilim Avrupa içindeki direnç ve içerideki laikçi-milliyetçi-muhafazakar koalisyon Türkiye’nin üyelik macerasına son verebilir. Ayrıca AB üyeliği konusunda yaşanabilecek bir hayal kırıklığı, bir tür onur kırılması ve milliyetçi-şoven bir tepki de yaratabilir.

Yeni Sol’un program metninde radikal solun klasik talepleri: NATO’dan çıkmak, IMF ile ilişkileri kesmek, ABD üslerini kaldırmak yok, daha çok küreselleşme kavramı kullanılıyor, sizce emperyalizm dönemi sona mı erdi?


Hayır, sadece gerçekçi olmamız gerekir, bunlarla mücadele etmek imkanlarımız nispetindedir. Yeni Sol, Türkiye’de iktidara gelirse NATO çerçevesini değerlendirecektir. NATO’dan bağımsız olarak, kendi toplumumuzun barış, demokrasi ve özgürlük isteklerine uymayan taleplere yönelik tavrımızı gösteririz, karşı koyarız. Nasıl 2003’te bugün Yeni Sol’un içerisinde yer alan insanlar Irak tezkeresine karşı koyduysa bugün de Afganistan’a asker gönderme talebine karşı tavır alırız. IMF ile ilgili olarak ise zaten bugün hükümetin de IMF ile ilişkileri askıda. Bu yüzden de slogancı solun elinden bir silah alındı. Biz esas olarak IMF ile anlaşma yapmayacak durumda olmak istiyoruz, esas sorun odur. Sorumsuz kamu harcamaları yapmak, büyük bir borçlanmaya giderek dış mali müdahaleye muhtaç kalmadan bir iktisat politikası götürmektir esas sorun.

‘Üniversitelerde başörtüsüne özgürlük’ var programınızda, Diyanet kaldırılmalı mı?

Diyanet en azından bugünkü görev tanımıyla devam etmemeli. Ama aramızda bazıları kaldırılmalı da diyor. Sizce Türkiye’de devletin dini kontrol etmediği bir laiklik mümkün mü, Sivas’ı da hatırlarsak?
Evet ama Sivas devletin laikliği kontrol ettiği koşullarda yapıldı. İktidarda DYP-SHP koalisyonu vardı. Şöyle soralım: devletin bu kontrolüne rağmen Sivas, Maraş, Çorum katliamları oldu, geçenlerde Romanlar Selendi’den sürüldüler. Dolayısıyla devletin dini kontrol etmesi bunları engellemiyor. Esas bunları engellemek için tüm inançlara eşit mesafede olan bir devletin müdahalesi gerekiyor.
Peki nasıl bir laiklik?
Laiklik devletle din işlerinin ayrılmasıdır. Bu Osmanlı-Türkiye Sünni devlet geleneğinin hiç bilmediği bir şey. Laiklikte devlet din alanına girmez, girdiği andan itibaren devlet taraftır. Dolayısıyla bizim laiklik anlayışımız, devletin din alanından bütünüyle çekilmesidir. Ne zorunlu din eğitimi, ne devlet politikası olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kesinlikle söz konusu olamaz. İçişleri Bakanlığı içinde din hizmetlerinin verilmesiyle ilgili düzenleyici bir kurum olabilir, Diyanet dini doktrinin üretilmesi kurumudur. Ali Bardakoğlu “Akşamları televizyon seyretmeyin, Kur’an okuyun” diyor. Kendi işini yapıyor, bu açıdan yanlış yapmıyor. Ama laik olduğu iddia edilen bir devletin, Başbakanlığa bağlı, özerk bütçesi olan, müsteşarlık konumunda bir kurumu “Kur’an okun” diyor, Müslüman olmayanlara “İncil veya Tevrat” okuyun demiyor, Alevilere “Dedelerinizin anlattıklarını dinleyin” demiyor. Bunu ancak bir cemaatin sözcüsü olarak söyleyebilir, devlet memuru olarak değil.

Türkiye’de Müslümanlığın ağır bir mahalle baskısı yok mu? Anadolu’nun bir kasabasında ateist olmasına rağmen oruç tutmak, cumaya gitmek zorunda kalan birinin mi, başörtüsü yüzünden üniversiteye giremeyenin mi üzerinde daha ağır ve derin bir baskı var?

Bu otoriterizmin ve muhafazakarlığın ciddi ve kadim bir sorunu. Devlet hiçbir zaman o ateistin sorununu çözmek için bir girişimde bulunmadı.
Peki sol neden gündemine almadı?
Bu pek doğru değil, örneğin din hanesinin nüfus cüzdanından kaldırılması solun 1990’lardan itibaren gündemine aldığı bir taleptir. Hatta bunun ilk kazanımı da din hanesinin boş kalması şeklinde olmuştur. Biz Birikim dergisinde ‘Sosyalist laiklik ile Kemalist laiklik arasındaki fark nedir? tartışmasını 1990’ların başında başlatmıştık. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın konumunu o zamandan beri eleştiririz.

Sizce solcular günlük yaşamda muhafazakarlığa boyun eğmiyor mu, ‘halkımızın değerleri’ lafzını ileri sürerek?

Biraz halk dalkavukluğu alışkanlığı yaygındır solda. Ama açık söylemek gerekir biz din düşmanı değiliz, dinin başkalarının üzerinde baskı aracı olarak kullanılmasına karşıyız. Demokrat, laik olmak din düşmanı olmak demek değildir.
Ben bir ateist olarak başkalarının inancına saygı gösterirsem aynısını kendim için de beklerim. Ama bu bir toplumsal mücadele meselesidir. Devlet aracılığı ile yapılamaz. Toplumsal alanda farklılıklara saygı içinde farklılıkların birlikteliği mücadelesinin verilmesi gerekir.
Türkiye’de potansiyel olarak ciddi bir mahalle baskısı var. Geçmişte de vardı. Kendi çocukluğumun geçtiği 60’larda da bugünkünden az olmayan bir mahalle baskısı vardı. Ataerkil gelenekler, alışkanlıklar egemen. Bunlara karşı elimizden geldiğince mücadele edeceğiz. Ama bizden farklı olanı, farklı düşüneni, farklı inançlara sahip olanı hor veya küçük görmeyeceğiz.
Türkiye ciddi bir değişim sürecinden geçiyor, kırsal kesimden kente gelenler kendi kapalı ilişkilerini de getiriyor, bunlar bir günde buharlaşmayacak.

Soldaki genel söylem ‘halk temizdir, devlet kötüdür’ değil mi, ceberut devletle muhafazakarlığın hakim olduğu toplum arasındaki bağ sanki hep görmezden gelinir?

Bu doğru. Halk dalkavukluğu yapmayalım. Fakat laikçi orta sınıflarda var olan, muhafazakarlıkla mücadele adı altında bir alt tabaka nefretini de dile getirmeyelim. ‘Göbeğini kaşıyanlar, kıllılar, bodur bacaklılar’ gibi tanımlamalarla ayrımcılık yapılmasına karşı çıkalım çünkü o da vahim bir ırkçılıktır.

Birikim’deki son yazınızdan anladığım kadarıyla ‘Devrim tahayyülü’ bitti diyorsunuz, ütopyasız bir sol mümkün mü?

Şiddet yöntemiyle bir gecede iktidarı almak hedefi bir ütopyayı gerektirmiyor aslında, sadece acil biçimde iktidar olma arzusunu ele veriyor. Ütopya hemen varamayacağınızı bildiğiniz ama davranışlarınızı ve hedeflerinizi ona doğru yönlendirdiğiniz bir ufuk çizgisidir. Siz iktidarı aldığınızda bütün ütopyanızı gerçekleştireceğinizi sanıyorsanız zaten o ütopya değildir. Dolayısıyla büyük bir yanılsamaya son verdi 20. yüzyıl. Değişimler, “Yaptım” demekle olmuyor. Çok uzun zaman süreçlerinde gerçekleşiyor. Bugün küresel hegemonyasına karşı mücadele ettiğimiz ABD’nin devriminin anayasası iki yüz yıldan fazla bir zamandan beri hala yürürlükte ama 1917’de yapılan Sovyet devriminden geriye neredeyse bir iz kalmadı, çünkü o kopuş tabanda kendini üretmeye yönelik bir kopuş değildi.
Ekim devrimi, Çin devrimi gibi devrimler bize bir radikal kopuş ile iktidara gelmenin, çoğunluğun rızası olmadan iktidara gelmenin, dar bir kadronun tahakküm arzusuna yol açtığını gösterdi. Sosyalizm ütopyasını insani felaketler içinde boğduğunu gösterdi. Bizim 20. yüzyıldan çıkardığımız başlıca ders devrimin bir gecede doğacak bir güneş olmadığıdır. Devrim değişimin ufuk çizgisidir ve ufuk çizgisini de biz günlük hayatımızda sürekli kılmak zorundayız. Devrim sürekli varmaya çalışacağımız ama varamayacağımız idealizdir. İnsanları o ilkeleri kabul etmeye çağıracağız. Becerirsek de toplumu bu şekilde dönüştüreceğiz.

Emekçilerin iktidarı diye bir tartışma kalmadı yani?

Salt emekçilerin demokratik iktidarı diye bir şey söz konusu olamaz, çünkü o emekçiler toplumda azınlığı oluşturuyor. 19. yüzyıl ortasında öngörülen gelişme 20. yüzyılda doğrulanmadı.

Sermaye de azınlık?

Evet biz de ona karşı mücadele ediyoruz. Sermayenin azınlıkta olması çoğunluğun rızası olmadan iktidarda olması anlamına gelmiyor. Sermaye güçlerinin hegemonyasını kırmak, rıza üretme mekanizmalarını etkisiz bırakmak, onun yerine emekçilerin, çalışanların, geniş bir yurttaş kitlesinin rızasını alacak ideolojik üstünlüğü sol sağlayabilirse başarılı olacaktır. Ayrıca bazı yer ve zamanlarda sermayeyi iktidarda tutan diktatörlükler de var tabii. Biz, emekçi fetişizmine de karşıyız. İnsanlar sadece emekçi olmaları hasebiyle demokrat, özgürlükçü, eşitlikçi olmazlar. Faşist hareketlerin bindirilmiş kıtaları da genellikle emekçilerden oluşur.

Yeni Sol’un programı itibariyle Türkiye’deki sosyalist hareketten koptuğunu söyleyebilir miyiz?

Türkiye’de sosyalist hareketin klasik iddiaları olarak sıralanan şeylerin çoğu zaten sosyalistlere değil milliyetçilere özgü. Bu anlamda milliyetçilikten koptuğumuzu söyleyebiliriz. Türkiye’deki sosyalist geleneğin Kemalizm ve milliyetçilikle olan göbek bağı yavaş yavaş kopuyor. O yüzden 27 Mayıs darbesini örnek verdim. Turnusol kağıdıdır.
Ama emekçilerin, çalışanların demokratik iktidarını reddetmiyoruz. Yeni bir sol zihniyet, dil ve politikalar özgürlük ve eşitlik ilkelerini benimseyenlerin katılımıyla oluşabilir. Böyle bir siyasal hareketin , iktidar olması demek, bu ilkeleri benimseyen çalışanların iktidar olması demektir. Ama eşitlik, özgürlük, demokrasi ilkelerini benimsemeyen çalışanlar, emekçiler de var olmaya, ve bize karşı olanları desteklemeye devam edeceklerdir. Hiçbir şekilde üstün sınıf ululamasına kendimizi kaptırmamalıyız.

Bölüm 1: Ahmet İnsel anlatıyor; nedir bu Yeni Sol?


http://www.radikal.com.tr/

"

28 Ocak 2010

Tekel’de yanlışlar, yanlışın sahipleri


Tekel’de yanlışlar, yanlışın sahipleri

Abdullah Aysu-Çiftçi-Sen Genel Başkanı


Sigara devlerinin, 1974 yılına kadar resmi olarak giremediği dört ülke kalmıştır. Bunlardan biri Türkiye, diğerleri; İtalya, Fransa ve Avusturya’dır…

1974 yılına gelindiğinde Türkiye hariç diğer ülkelerin hepsine sigara devleri girer, sıra Türkiye’ye gelmiştir.

Sigara devleri Türkiye’ye girmek için de, 1970’li yıllarda “saldırıya” geçerler. Bu yıllarda ülkemiz kaçak sigara akınına uğrar/uğratılır. Sigara devlerinden birinin Bulgaristan’da sigara fabrikası kurmasıyla birlikte Batı Karadeniz sahilinden ülkemize sigara kaçak olarak girmeye başlar.

1979’da Demirel Hükümeti ülkeyi yönetmektedir. Demirel, sigara kaçakçılığının engellenememesini ve döviz kaybının önlenmesi gerekçesiyle hükümet programında özel teşebbüse sigara üretim ve dağıtımı için imkan verilmesine yer verir.

Önce şark tütünü ve üreticilerinin bitirilmesi için düğmeye basılır

Tütünümüzü ve tütüncümüzü bitiren politikalara karşı dosyalar hazırlayan, kamuoyuna bilgilendirmek için sayısız basın açıklaması yapan, tütün üreticileriyle birlikte Manisa/Kırkağaç’ta düzenlediği miting ile tepkisini ortaya koyan Tütün Üreticileri Sendikası’na (Tütün-SEN) rağmen süreç sigara devleri lehine işletildi. Tütün-SEN’in halkı bilgilendirmek için bastırıp dağıttığı “TEKEL’in Özelleştirilmesi Kimin Yararına” broşürünün yayınlandığı 2007 yılından bugünlere nasıl geldiğimize bir bakalım.

17 Şubat 1983’te sigara sektöründe ilk defa TEKEL haricinde “Bitlis Entegre Sanayi A.Ş- (BEST) ” adıyla ürettiklerini yurtdışına pazarlamak amacıyla bir sigara fabrikası kurulur. 1988 yılında % 25 ile bu fabrikaya TEKEL ortak edilir.

• 1984 yılında, Türkiye’ye yabancı sigara ithaline izin verilir.
• 1985 yılında, TEKEL’e Düzce, gönen ve Trakya’da yabancı tütün ürettirilmesine izin çıkar.
• 1986 yılında 1177 sayılı Tütün ve Tütün Tekeli Yasası değiştirilerek; tütünde devlet tekeli kaldırılır. Yerli ve Yabancı sermayenin TEKEL ile ortaklık kurarak tütün mamulleri üretmelerine imkân tanınır.
• 1988 yılında çıkarılan bir kararnameyle yabancı menşei tütünde ithal yasağı kaldırılır.
• 1988 yılı Aralık ayında TEKEL, sigara tiryakilerinin talebinin Amerikan harmanı (blended) sigaralara kaydığı gerekçesiyle Amerikan harmanı TEKEL 2000 sigarası piyasaya çıkarılır. Harmanın %85’i Virginia ve Burley, %15’i oriental tütünlerden oluşturulan bu sigaraların çıkışı, başarıymış gibi sunulur.
• Ağustos 1990 tarihinde, DPT’den izin alarak; Philip Morris- Sabancı Holding birlikte İzmir Torbalı’da sigara fabrikası kurmaya girişirler.
• 3 Mayıs 1991 tarihinde ise Resmi Gazete’de TEKEL’in katılımı olmaksızın tütün mamulleri üretimine izin verildiği kararı yayınlanır. Philsa sigara fabrikası, 1992 yılında Torbalı’da üretime başlıyordu artık….

Böylece, Amerikan harmanlı sigaraların Pazar payı hızla artarken; oriental tütün, Anadolu topraklarından kovuluyordu.

1993-1994 v3 1996 tarihlerinde Çiller Hükümeti tarafından alınan kararlar Türk tütününe kota (sınırlama), yabancı tütüne teşvik getirilmesine ilişkin olur. Çiller Hükümeti’nden sonra gelen REFAHYOL 1996’da 8939 sayılı kararı da aynı amaçla alır.

Tütün üreticilerinin defteri dürülmüştür: Hedef TEKEL’dir artık!

9 Aralık 1999 yılında IMF ile yapılan Stand-BY düzenlemesi kapsamı içinde, 22 Haziran 2000 tarihli ikinci ek niyet mektubunda;

• TEKEL’in reforma tabii tutulacağı,
• TEKEL’in destekleme alımından vazgeçeceği,
• TEKEL’in ticari varlıklarının satışına 2001 yılında başlanarak; 2002 yılında bitirileceği,
• 18 Aralık 2000 tarihli üçüncü ek niyet mektubuyla TEKEL’in tüm işletme birimlerinin Özelleştirme İdaresi Başkanı (ÖİB) devrine Özelleştirme Yüksek Kurulu (ÖYK) kararının 2001 yılı sonuna kadar, Tütün Kanunu’nun ise 2001 yılının Ocak ayına kadar çıkarılacağının sözü verilir.

30 Ocak 2001 tarihli dördüncü ek niyet mektubuyla önceki niyet mektuplarındaki sözler daha da güçlendiriliyor; yalnızca TEKEL’in işletme birimlerinin değil, kendisinsin ÖİB’ye devredileceği belirtiliyordu.

TEKEL’in özelleştirilmesini öngören ÖYK kararı 2 Şubat 2001 tarihinde imzalanır.

Bu karara göre TEKEL’in;
• Mülkiyetinin devri hariç olmak üzere özelleştirilmesi,
• Özelleştirme işleminin 3 yılda tamamlanması hedeflenmiştir.

Evet, IMF’nin isteği olan Tütün Yasası, 20 Haziran 2001’de mecliste kabul edildi. Cumhurbaşkanı Sezer yasayı veto etti. Hükümet IMF’nin 2002-2004 dönemi için düzenlenecek satand-by anlaşmasıyla vereceği 10 milyar dolarlık kredi için şart koştuğu 4733 sayılı “Tütün Yasası”nı 3 Ocak 2002 yılında meclisten eski haliyle geçirdi.

Tütün Yasası’nın çıkarılmadan öce tütünden geçimini sağlayan aile sayısı 583 bin 474’dir. Günümüzde bu sayı 90’a inecektir.

18 Ocak 2002 ‘de IMF’ye verdiği niyet mektubunda hükümet “Tütün Yasası’nı çıkararak ön koşulu yerine getirdiğini ilan ederken, bir yandan da TEKEL için de özelleştirme planı hazırlayarak; Eylül ayı sonunda Bakanlar Kurulu’ndan geçireceğini taahhüt ediyordu.

3 Haziran 2003 itibarıyla TEKEL İçki Sanayi A.Ş ve ona bağlı TEKEL İçki Pazarlama A.Ş ile TEKEL Sanayi Sigara A.Ş ve ona bağlı TEKEL Sigara Pazarlama A.Ş. nin ticaret sicillere tescilleri yapıldı.

Bu şekilde bağımsız şirket kimliği kazanan TEKEL’in sigara ve içki bölümü ayrı, ayrı özelleştirmenin yolu açılmıştır.

TEKEL’in içki bölümü “Nurol, Limak, TUTSAB” Konsorsiyumuna 2004 yılında 292 milyon dolara satılmıştır. Bu birleşme MEY İçki Sanayi ve Ticaret A.Ş adını almıştır. Konsorsiyum bunun için 2 yılı ödemesiz 7 yıl vadeli 230 milyon dolarlık kredi kullanmıştır. 2006 yılında MEY içki, önde gelen özel yatırım fonlarından (Private Eguity) Texsas Pacific Group’a (TPG) yüzde 90 payını 810 milyon dolara satmıştır.

TEKEL özelleştirme sürecine girdiği dönemde çalışan sayısı 45 bin idi. Yani TEKEL fabrikaları 45 bin aileye iş ve aş kapısıydı. Şimdi bir avuç olarak kalmış TEKEL işçisini başından savmak için AKP Hükümeti insan vicdanıyla bağdaşmayan bir tutumla serbest piyasa politikasına kurban ediyor.

Tütün Yasası’nı çıkaran 57. DSP-MHP-ANAP Hükümeti idi. Bu yasanın çımasında misafir başrol sanatçısı Kemal Derviş idi. DSP Hükümeti dağıldıktan sonra Kemal Derviş’i bünyesine alarak TEKEL “suçuna” CHP’de iştirak etmiştir.

Meydanlarda tütün ve şeker yasalarını düzelteceğim diye meydanlarda oy isteyerek gelen AKP ise 2008 yılında TEKEL’in sigara bölümünü de, 1 milyar 720 milyon dolara BAT ‘a satarak özelleştirmiş. Bugün BAT İzmir’deki işçilerine yaşamı kabusa dönüştürmüş. TEKEL’i özelleştiren AKP’ de TEKEL’in yerine kurduğu tta işçilerinin geleceğini karartmaya yönelik adımlar atmaktadır. tta işçileri de Ankara’da kar kış demeden ekmekleri ve işleri için direnmektedir.

Burada üç durum tespiti, daha doğrusu biri temel 3 yanlışı düzeltmekte yarar var.

Birincisi; TEKEL’in ve işçilerinin bu hale gelmesinde 1980’den bu yana hükümet veya hükümet ortağı olmuş tüm siyasi partilerin payı vardır. Bugün bu partilerin önemli bir bölümü halen meclistedir. Bu nedenle de TEKEL işçilerine bugün muhalefette olan partilerin ve milletvekillerinin de sahip çıkmalarını “timsahın gözyaşları” olarak görmek ve değerlendirmekte yarar var.

İkincisi; şu anda TEKEL işçileri olarak kamuoyunda söylenegelinen sıfatlama doğru değildir. Çünkü TEKEL’i 1979’dan bu yana meclise yolu düşmüş tüm partiler aşamalı bir biçimde ortadan kaldırmaya hizmet etmiştir. Sonunda TEKEL’i ortadan kaldırmayı başarmışlardır. TEKEL yoktur, Ankara’da direnen işçiler, tta işçileridir.

Düzeltilmesi ve doğru anlaşılması gereken bir üçüncü durum ve bir yanlış daha var. Bu yanlış da bana aittir.
O da şudur:

6 Ocak 2010 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde “Kamuoyuna Açık Çağrı” adıyla yayınlanan ilan metninin altına adımı koymuştum. Metnin içeriği, siyasal görme biçimindeki görüş ve düşüncelerime asla aykırı değildir. Bunun altına imzamın olmasını yanlış olarak görmüyor ve değerlendirmiyorum. Ancak ilanın altında imza koyanların bir bölümünün kamuoyunda TEKEL’in yok olma sürecinde etkisi ve onayı olan sınıf ve emek karşıtı siyasi parti yandaşları olarak bilinen kişilerdir. İsimleri incelemeden imzamın yer almasına onay vermem dolayısıyla bu kişilerle birlikte adımın çıkması benim kişisel yanlış olmuştur. Bu durum beni fena halde etik ve politik açılardan üzmüş ve öfkelendirmiştir. Bu hatamın yukarıdaki birinci yanlış olan temel yanlışın yanında esamesinin okunmaması gerekmekle beraber politik tarihime böyle bir not düşülmesine de itiraz etmek istedim.

Aksi halde bu görme biçiminden yoksun görme biçimlerinin kendisi etik ve politik sorgulamaya ihtiyaç duyar.

28,01,2010
http://www.karasaban.net/


EvcioğluHaber-28.01.2010

26 Kasım 2009

KESK BAŞKANI EVREN:"25 KASIM YANLIŞLIĞI FARK EDİLMİŞ POLİTİKALARIN TERK EDİLMESİ İÇİN BİR UYARI"


KESK BAŞKANI EVREN:"25 KASIM YANLIŞLIĞI FARK EDİLMİŞ POLİTİKALARIN TERK EDİLMESİ İÇİN BİR UYARI"

26 Kasım 2009 Perşembe


- Kamu Emekçileri Sendikası Konfederasyonu (KESK) Genel Başkanı Sami Evren, emekçinin talepleri karşısında "duyarsızlık abidesi" olmakla suçladığı siyasi iktidara seslenerek, Türkiye’yi 25 Kasım Grevi’ne getirenin siyasi irade olduğunu söyledi. Evren, 25 Kasım’ın yanlışlığı defalarca kanıtlanmış politikaların terk edilmesi için hükümete yapılan bir uyarı olduğunu belirtti.
KESK Genel Başkanı Sami Evren, İstanbul Beyazıt Meydanı’nda yaptığı konuşmada talepleri karşısında duyarsızlık abidesi olmakla suçladığı siyasi iktidara seslenerek, Türkiye’yi 25 Kasım Grevi’ne getirenin siyasi irade olduğunu söyledi. Sağlık ve eğitim başta olmak üzere temel kamusal hizmetlerin piyasalaştırılarak, karlı bir pazar haline getirildiğini belirten
Evren, hükümetin kamusal alanı sermayenin talanına açmak için canla başla çalıştığını kaydetti. Evren, mezarda emeklilik yasalarıyla, Sosyal Sigortalar Genel Sağlık Sigortası Yasası’yla, katkı payı uygulamalarıyla emekçilere saldırıldığını bildirerek, emekçilerin açlık ve yoksulluk sınırının altında ücretlere mahkum edildiğini ifade etti. Hükümeti sağlık alanında her gün bir skandala imza attığını söyleyen Evren, domuz gribi skandalında halkı ne yapacağını bilemez duruma düşürüldüğünü vurguladı.
Evren, sözlerine şöyle devam etti:
"Hakkını arayanları sokaklarda coptan geçirdiniz, gaza boğdunuz. Sendika kadrolarımızı soruşturdunuz, sürdünüz, işten çıkardınız. Bu da yetmedi konfederasyon binalarımıza baskın düzenleyip yöneticilerimizi tutukladınız. 22 arkadaşımız ancak KESK’in verdiği mücadele sonucu yerel ve uluslararası dayanışmanın baskısıyla özgürlüklerine kavuşabildi."
Evren, Başbakan Erdoğan’ın iki gün önce 25 Kasım grevini kanunsuz ilan ettiğini anımsatarak, grev hakkının yerel ve uluslararası hukukta defalarca tescil ettirdiklerini belirtti. Yükselen demokrasi talepleri karşısında, kitle gösterilerinde polis gücünün acımasızca kullandığını söyleyen Evren, 1 Mayıs’ta, IMF gösterilerinde İstanbul’u savaş alanına çevrildiğine dikkat çekti. Gösterilere katıldıkları için yaşlarından fazla ceza istemiyle yargılanan çocukları cezaevlerine doldurulduğuna vurgulayan Evren, cezaevi koşullarında ölümcül hastalıkların pençesinde kıvranan insanlara duyarsız kalındığını kaydetti.

-KESK HEM İKTİDARI HEM MUHALEFETİ ELEŞTİRDİ-

Hükümetin demokratik açılım projesini de eleştiren Evren, ancak bunun gereği olarak somut bir adımın atılmadığını dile getirdi. Evren, Kürt sorunu, Aleviler, azınlıklar ve ayrımcılığa uğrayan toplumsal kesimlerin sorunlarının çözümü konusunda hükümetin net bir tutum almadığını ifade etti.
Muhalefetin halkları birbirine düşürücü, kışkırtıcı, şoven yaklaşımlarının ülkeyi kardeş kavgasına sürüklediğini ileri süren Evren, provakatif politikalarının yanı sıra ülkeyi geren söylemlerden geri durmadığını iddia etti.
Ülkenin sorunlarının çözümünde bir insanlık suçu olan Dersim katliamını yöntem olarak öneren bir dile daha fazla tahammülleri olmadığını kaydeden Evren Türkiye’nin barış diline ihtiyacı olduğunu ifade etti.
Başbakan Erdoğan’ı sermaye yanlısı politikalar izleyerek Türkiye’yi krize sokmakla suçlayan Evren, işsizliğin şaibeli rakamlarla açıklandığı gibi yüzde 15 değil, yüzde 25 olduğunu kaydetti. Krizin etkisiyle 1 milyon 300 bin emekçinin işini kaybettiğini ifade eden Evren, her ay 150 bin emekçinin işsiz kaldığını vurguladı. Krizde hazırlanan önlem paketlerinin bir tanesinde bile emekçileri koruyan, işsizleri koruyan, yoksulları koruyan bir tedbir olmadığını dile getiren Evren, bu paketlerle krize yol açan teşviklerin artırıldığını savundu. Dolaylı vergilerin arttırıldığını belirten Evren, "Maaşlardan keserek sanki almıyormuş gibi yaptığınız katkı paylarıyla, enerji ve ulaşım zamlarıyla krizin bedelini emekçilere ödettirmeye kalkıştınız" şeklinde konuştu.

-2010 BÜTÇESİNDE İŞSİZLİKLE NASIL MÜCADELE EDİLECEĞİNE İLİŞKİN TEK BİR CÜMLE YOK-

2010 bütçesine işsizlikle nasıl mücadele edileceğine ilişkin tek bir cümlenin bile konulmadığını belirten Evren, istihdamsız büyümenin hedeflendiğinin altını çizdi.
Evren, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’e şöyle seslendi:
"Çalışma Bakanı’na sesleniyoruz sendikalarımızın önce işsizleri düşünmesini istemişsiniz. Sayın Bakan, keşke bunu krizin başından bu yana işsizliğe karşı alanları dolduran, işsizlerin elektrik, su ve ulaşım giderlerinin devlet tarafından ödenmesini, açlık sınırı altında kazancı olanlara yurttaşlık ücreti ödenmesini, işsizlik sigortasının süresi ve kapsamının genişletilmesini talep eden emek örgütleri yerine, önce kendi hükümetinizden isteseydiniz. İşsizlik fonunu sermayenin emrine veren Başbakanınızdan isteseydiniz. İşsizlikle mücadele için bütçede kaynak ayırmayan Maliye Bakanı’ndan isteseydiniz."

-25 KASIM GREVİ, YANLIŞLIĞI DEFALARCA KANITLANMIŞ POLİTİKALARIN TERK EDİLMESİ İÇİN BİR UYARI-

25 Kasım Grevi’nin siyasi iktidara bir uyarı olduğunu kaydeden Evren, "Yanlışlığı defalarca kanıtlanmış politikalarınızı terk etmeniz için yapılan bir uyarıdır" dedi.
Evren, 25 Kasım greviyle Türkiye’de demokrasi ve barışın sağlanması için ürkek, arkası boş açılımlar yerine cesur ve bütün toplumsal kesimlerin katıldığı somut adımlara ihtiyacı hatırlatmak için yapılan bir uyarı olduğunu belirtti. 25 Kasım Grevi’nin çağdışı sendika yasalarıyla çalışma hayatını düzenlemesi yerine emekçilerin haklarını genişleten somut adımlarla atılması için bir uyarı olduğunu açıkladı. Evren, "Sermaye yanlısı politikalarınızı bırakıp, işsizlikle mücadele etmeniz gerektiğini size hatırlatmak için bir uyarıdır 25 Kasım Grevi. Bu grev herkese güvenceli bir iş ve insanca yaşanacak bir ücret talebini duyurmak için bir uyarıdır" şeklinde konuştu.
AKP iktidarının 25 Kasım grevini iyi değerlendirmesini isteyen Evren, iktidar kamu emekçilerinin bu uyarısını da dikkate almaz ve hak gasplarına devam edip, sermaye yanlısı politikalarında inat edecek olursa, emekçilerin daha geniş ve kapsamlı bir mücadele dönemini başlatacağını duyurdu.(ANKA) (ME/BÜN)