NATO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
NATO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ağustos 2010

Birleşmiş Milletler, dokunulmazlık ve savaş

Birleşmiş Milletler, dokunulmazlık ve savaş


Fidel Castro Ruz

10 - 19 Ağustos 2010


EvcioğluHaber- Havana, 16 Ağustos 2010 (Prensa Latina'da yayınlanan) Küba Devrimi lideri Fidel Castro’nun son yazısı olan “Birleşmiş Milletler, Dokunulmazlık ve Savaş” makalesini siz değerli okuyucularımızla paylaşmak istiyoruz...

***************

9 Haziran 2010 tarihinde alınan 1929 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı emperyalizmin kaderini belirledi.

Bir sürü saçmalık arasında kaç kişinin fark ettiğini bilmiyorum ancak; Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, üstlerinden aldığı emirle abluka altındaki Gazze’ye insanî yardım götüren filoya düzenlenen İsrail saldırısını araştırmak için kurulan komisyonun başkan yardımcılığına Kolombiya Devlet Başkanlığı görevinin son günlerine gelmiş olan Alvaro Uribe’yi getirdi. Saldırı kıyıdan oldukça uzakta ve uluslararası sularda yaşanmıştı.

Kendisi savaş suçu işlemekle suçlanan Uribe’ye verilen bu görev onu tamamen dokunulmaz yaptı: Onun iktidarı değil miydi en az 2 bin kişinin hayatını kaybetmesine sebep olan, her gün ortaya çıkan yeni bir toplu mezar ile sicili kabaran, ABD askerleri için 7 yeni askeri üs açan? Terörizm ve soykırım deyince akla ilk Uribe gelir.

10 Haziran 2010 tarihinde Kübalı gazeteci ve aynı zamanda ulusal kanalda yayınlanan Yuvarlak Masa programının yapımcısı Randy Alonso, Cuba Debate internet sitesinde “Sözde dünya hükümeti Barselona’da toplanıyor” isimli yeni bir makale yayınladı:

“Dolce Oteline camları kara makam araçlarıyla ve helikopterleriyle geldiler.”

“Bilderberg Klübü veya dünyanın gölge hükümeti olarak bilinen, Kuzey Amerika ve Avrupanın önde gelen 100 ekonomi, finans, siyaset ve medya liderinden oluşan grup yıllık toplantıları için birarada.”

Alonso gibi diğer dürüst yazarlar da bu garip birleşime dair sızan bilgileri biraraya getirmeye çalışıyorlar. Onlardan daha fazla bilgi sahibi olan bir kişi bu grubu yıllardır izliyor.

“Bu yıl Sitges’de toplanan grup 1954 yılında danışman ve siyasi analizci olan Joseph Retinger’in önerisi üzerine kuruldu. Grubun arkasındaki itici güç ABD’li zengin David Rockefeller, Hollanda Prensi Bernhard ve Belçika Başbakanı Paul Van Zeeland oldu. Kuruluş amacı Avrupa’da artan Amerikan karşıtlığının üzerine gidip, kıtada güç ve itibar kazanan Sovyetler Birliği ve komünizmle mücadele etmekti.”

“İlk toplantıları 29–30 Mayıs 1954 günlerinde Hollanda Osterbeck’deki Bilderberg Otelinde yapıldığı için grup bu şekilde adlandırıldı. 1976 yılı hariç günümüze kadar her yıl toplandı.”

“Grubun çekirdeğini oluşturan 39 kişilik yönetim kurulunun dışındakiler davetli misafirlerdir. ”

“Grup gizliliğe önem verir, toplantıya katılanlarından toplantılarla ilgili röportaj vermemeleri, konuşulanlar ile ilgili açıklamada bulunmamaları istenir. Toplantıya katılım için mükemmel İngilizce bilmek ve konuşmak zorunludur, birleşimlere çevirmen kabul edilmemektedir.”

“Kimse grubun gerçek gücünü bilmemektedir. Konuyla ilgilenenler G–8 toplantılarından hemen önce grubun toplanmasının bir tesadüf olmadığını ve grubun dünya çapında tek bir hükümete, tek bir ekonomiye, tek bir orduya ve tek bir ideolojiye sahip yeni bir dünya düzeni istediklerine dair görüş bildirmektedir.”

“Newsweek dergisine açıklamada bulunan David Rockefeller, ‘Birisinin hükümetin yerine geçmesi gerekiyor, bana göre bu görev için en mantıklısı iş çevreleridir.’ demiştir.”

“Banker James P. Warburg ise ‘Sevelim sevmeyelim bir dünya hükümetimiz olacak. Sorun, bunun onayla mı yoksa zorla mı olacağıdır.’ şeklinde konuşmuştur.”

“On ay öncesinde Irak’ın işgalinin tam tarihini biliyorlardı, ABD’de yaşanan emlak sektöründeki çöküşün olacağından haberdarlardı. Bu gibi bilgiler elinizdeyse günümüz piyasa koşullarında bir anda servet sahibi olabilirsiniz. Burada bahis konusu olan bir iktidar ve bilgi klübüdür.”

“Analizcilere göre klübü en çok düşündüren konu Çin’den gelen ekonomik tehdit ve bunun Kuzey Amerika ve Avrupa toplumlarındaki yansımaları.”

“Klübün etkisi ve yönetici sınıf arasındaki önemi özellikle İngiltere ve ABD’de iktidara gelmeden önce Margaret Thatcher, Bill Clinton, Tony Blair ve Barack Obama’nın toplantılara davet edilmiş olmalarından görülebilir. Son olarak Obama, ABD Başkanı olmadan 5 ay önce 2008 yılı Haziran ayındaki Virjinya toplantılarına çağrılmıştı, kendisinin seçim zaferi ise 2007 yılındaki toplantıda öngörülmüştü.”

“Toplantılardaki gizliliğe rağmen katılımcılara dair bilgiler elde edilebilmektedir. Sitges’deki toplantıya katılanlar arasında önemli işadamları bulunmakta; Fiat, Coca Cola, France Telecom, Telefonica de España, Suez, Siemens, Shell, Novartis ve Airbus başkanları davetliler arasında.”

“Finans ve ekonomi patronları da çağrılılar arasında; ünlü spekülatör George Soros, Obama’nın ekonomi danışmanları Paul Volcker ve Larry Summers, İngiliz Maliye Bakanı George Osborne, Goldman Sachs ve British Petroleum eski başkanı Peter Shilton, Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellic, IMF Direktörü Dominique Strauss-Kahn, Dünya Ticaret Örgütü Başkanı Pascal Lamy, Avrupa Birliği Merkez Bankası Başkanı Jean Claude Trichet ve Avrupa Yatırım Bankası Başkanı Philippe Maystadt bulunuyor.”

Acaba okuyucularımızdan kaçı bunları daha önce duymuştu? Önde gelen yazılı ve sözlü basın kurumları bundan neden hiç bahsetmiyor?
Batıda dillerden düşürülmeyen basın özgürlüğü nerede? 1976 yılı hariç olmak üzere dünyadaki bu en güçlü kişilerin sistematik olarak her yıl toplandığını kim yalanlayabilir?

Randy’nin yazısından devam ediyorum; “Ordu da bu toplantılara bazı şahinlerini göndermiş; Bush’un eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve yardımcısı Paul Wolfowitz, NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen ve selefi Jaap de Hoop Scheffer.”

“Dijital teknoloji patronu Bill Gates toplantı ile ilgili basına konuşan tek kişi: ‘Orada olacaklardan birisi de benim.’ demiş. Toplantıda çok sayıda mali konunun konuşulacağını açıklamış.”

“Bazı haberciler, gölge hükümetin Euro para biriminin geleceğinin ve kurtarılması için yapılması gerekenlerin, Avrupa ekonomisinin durumunun ve krizden çıkış formüllerinin konuşulacağını iddia etti. Anlaşılan hastanın hayatını, piyasa tanrısına ibadet ederek ve sosyal güvencelerden büyük kesinti yaparak uzatmaya çalışacaklar.”

“İspanya Birleşik Sol yöneticisi Cayo Lara, Bilderberg Klübü tarafından dünyaya dayatılanları tüm açıklığıyla ifade etmiş; ‘Demokrasilerin finans diktatörlüğü tarafından baskı altına alınıp yönetildiği tepe taklak bir dünyadayız.’ ”

“Klübün fikir yapısında dair çok çarpıcı bir görüş İspanyol Publico gazetesi tarafından haberleştirildi. Buna göre tüm klüp üyeleri ABD’nin İran’a saldırmasından yana. Klüp üyelerinin 2003 yılındaki Irak işgali yaşanmadan 10 ay önce olacakları bildiğini de aklımızdan çıkarmayalım.”

Düşüncelerimi yazdığım bu köşe yazılarımdaki savunduğum fikirlere bu yeni veriler de eklenince, acaba; İmparatorluğun en yüksek karar mercilerinde İran’a karşı bir savaşın artık kesinleştiğini iddia etmek hayalperestlik mi olur? Acaba artık sadece dünya kamuoyunun olağanüstü çabası mı yakın gelecekteki bu savaşa engel olabilir? Gerçekleri kim gizliyor?
Kim yalan söylüyor?
Yukarıda yazılanların tersi iddia edilebilir mi?

Fidel Castro Ruz
15 Ağustos 2010
08:25

Kaynak: Prensal Latina Türkçe


18 Şubat 2010

Ahmet İnsel 'Yeni Sol'u anlatıyor "bölüm iki"


Ahmet İnsel 'Yeni Sol'u anlatıyor:
Türkiye'de sosyalistlerin klasik iddialarının çoğu zaten milliyetçilere özgündür”

http://media3.ntvmsnbc.com/j/NTVMSNBC/Components/ArtAndPhoto-Fronts/Sections-StoryLevel/T%C3%BCrkiye/T%C3%BCrkiye%20Genel/090601-Ahmet-%C4%B0nsel-VM.widec.jpg

18/02/2010 07:54

Yeni Sol Parti girişimi Merkezi Temas Heyeti üyesi ve Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet İnsel'le konuşmamıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bugünkü konularımız tabiri caizse solun 'uhrevi' meseleleriyle daha fazla ilgili. Sovyetlerin çöküşünden sonra sosyalistlerden sosyal demokratlara 'doğru' bilinen birçok kavram daha fazla tartışmalı hale geldi, 60'larda Avrupa'da ortaya çıkan 'özgürlükçü sol' akımın eleştirileri ve önerileri ise kendine daha fazla yer bulmaya başladı. İnsel, Yeni Sol'un emek-sermaye çatışmasına, özelleştirmeye, devrime, demokrasiye, din ve laikliğe, emperyalizme nasıl baktığını anlatıyor

GÖKHAN KAYA (Arşivi)


* “TEKEL işçileri önemli bir şey; eşit pazarlık gücü talep ediyorlar."
*“Sistematik olarak özelleştirmeler iyidir ya da kötüdür tavrı bağnazlıktan başka bir şey değildir.”
*”Yeni Sol, Türkiye’de iktidara gelirse NATO çerçevesini değerlendirecektir.”
*”Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur paranoyasını kıracak bir perspektiftir AB üyeliği.”
*”Bizim laiklik anlayışımız, devletin din alanından bütünüyle çekilmesidir. Ne zorunlu din eğitimi, ne devlet politikası olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kesinlikle söz konusu olamaz.”
*”Türkiye’de sosyalist hareketin klasik iddiaları olarak sıralanan şeylerin çoğu zaten sosyalistlere değil milliyetçilere özgü. Bu anlamda milliyetçilikten koptuğumuzu söyleyebiliriz.”
*”Ekim devrimi, Çin devrimi gibi devrimler bize bir radikal kopuş ile iktidara gelmenin, çoğunluğun rızası olmadan iktidara gelmenin, dar bir kadronun tahakküm arzusuna yol açtığını gösterdi.

Radikal solda 90’lardan sonra emek/sermaye çelişkisini öne çıkaran, kimlik sorunlarının eklemlendiği programlar tartışılıyordu, Yeni Sol’da böyle bir şema yok sanırım.

Emek-sermaye çatışması toplumdaki çatışmalardan önemli bir tanesidir, ama tüm çatışmaların anası değildir. Solun geleneksel olarak kolaya kaçarak yaptığı şey toplumdaki tüm çatışmaları emek-sermaye çatışmasının bir türevi olarak ele almaktı. Ama öyle bir şey yok, o durumda işçilerin büyük bir çoğunluğunun sermayenin yanında yer alan AKP’ye oy vermesini izah edemiyoruz. Dolayısıyla başka motivasyonlar ve çatışmalar da var. Kimlikler çatışması emek sermaye çatışmasına indirgenmeden de var olabilir.
Örneğin bugün TEKEL işçileri ile ilgili Yeni Sol’un tavrı açıktır. TEKEL işçileri neyi talep ediyorlar? Sadece ücret değil, sendika başkanın üzerinde durduğu konu Yeni Sol için önemlidir. Kumlu, “Hükümet birçok taviz verdi diyor. Ama 4-C’lilerin sendikalı olmasına izin vermiyor” . İşte tam da bu önemlidir. Bize göre işçilerin esas mücadelesi emek piyasasında işverinin karşısında örgütlü bir biçimde yer alabilme mücadelesidir. Burada eşitliği ancak böyle sağlayabiliriz. İşveren ile işçi arasındaki o yapısal eşitsizlik; biri mülklü diğeri mülksüz. Liberal model iki taraf eşit, aralarında sözleşme yapılacak diyor. Biz de diyoruz ki: hayır, işverenle işçi arasındaki çıplak ilişki eşit değildir. Örgütlü işçilerle işveren arasında kısmi biçimde bir eşitlik ilişkisi kurulabilir. Bu anlamda TEKEL işçileri önemli bir şey; eşit pazarlık gücü talep ediyorlar.

Yeni Sol özelleştirmeleri savunuyor mu? TEKEL özelleştirmesi karşınıza gelse ne yapardınız?

Sistematik olarak özelleştirmeler iyidir ya da kötüdür tavrı bağnazlıktan başka bir şey değildir. Kamu hizmetinin toplumun yararına olan alanlarda yoğunlaşmasını sağlamamız lazım. Örneğin devletin sigara ve alkollü içki üretmesi, ayakkabı üretmesi belki 1930’larda yararlıydı ama bugünün Türkiye’sinde bunun büyük bir yararı olduğu kanaatinde değiliz. Kamunun bedava ve kaliteli eğitim, sağlık, taşıma hizmeti üretmesi gerekir, bu alanlarda özelleştirmelere karşıyız. Kamu bu alanlarda bedava ve iyi hizmet vermelidir. Barınma hakkının güvence altına alınmasına yönelik, piyasanın bu alandaki yönlendiriciliğini kıran girişimlerde bulunmalıdır.
Eğitim bedava diyerek kalitesiz hizmet verip parası olanların ise özel okullarda kaliteli hizmet almasına olanak tanıdığınız zaman da bir eşitsizlik yaratırsınız. Dolayısıyla sorun sadece özelleştirme değil. O hizmetler nitelikli bir şekilde yoksullara, mülksüzlere ulaşıyor mu, buna da bakmamız gerekiyor.

‘Piyasayı kuşatmak’ ne demek?

Piyasa aktörlerinin faaliyetlerine bir sınır getirmektir. Asgari ücret uygulaması örneğin piyasa ekonomisine belli bir ücret seviyesinin altında insan çalıştıramazsın kuralını getirir. Belli alanlarda üretim yapılmasını istemiyoruz demektir. Örneğin nükleer enerjiye karşıysak piyasa ekonomisinin kendiliğinden buraya yönelmesini engelleyebiliriz. İşletmelerin istediği gibi çevreyi kirletmesine karşı çıkabiliriz. Mali piyasaların hareketlerini sınırlayabiliriz, Bugün dikkat ederseniz ABD’de Obama hükümeti bankaların boyutlarını sınırlamayı tasarlıyor. Dolayısıyla piyasayı kuşatmak topluma zarar vereceği alanlarda piyasaya kısıtlamalar getirmektir. Bazı alanlara piyasa ekonomisinin girmesini engellemektir. Örneğin ben bireysel emeklilik sisteminin özendirilmesine karşıyım çünkü emeklilik hakkının mali piyasaların çalkantılarına tabi olmasını çok tehlikeli buluyorum.
Sağlıkta piyasa ilişkilerinin girmesini engellemektir. Bir dizi toplumsal hak alanına piyasa ilişkilerinin girmesini engellemektir. Piyasa ilişkilerinin tekelleşmesini engellemektir.
Bölgesel olarak tekel konumunda, eğer o şirketin fiyat politikasını serbest bırakırsanız tüketicileri bütünüyle o şirketin eline teslim etmiş olursunuz. Bu tür şebeke ekonomilerinde özelleştirmelerin son derece dikkatli yapılması, çok detaylı ve ağır kamu hizmeti yükümlülükleri taşıması gerekir. Bunlara bakınca elektrik, su, gaz dağıtımı gibi şebeke ekonomilerinde özelleştirme yerine yerel yönetimlerin ortak katıldığı şirketler, güçlü şeffaflık koşulları eşliğinde toplu yarar açısından daha uygun olabilir.
Dünyada da Yeni Sol’un önemli taleplerinden birisi uluslararası spekülatif sermaye hareketlerinin sınırlanmasıdır. Bu amaçla Tobin vergisi denilen bir vergi öneriyor neoliberal küreselleşme karşıtı hareketler.

Anladığım kadarıyla neoliberal politikalara karşısınız, ama Yeni Sol AB’ye girişi savunuyor, bugün AB’yi neoliberal politikalar şekillendirmiyor mu?

AB içinde liberal politikaları savunanlar ilanihayet çoğunluk olacak diye bir şey yok. AB’nin değişmesi ve başka yöne gitmesi de söz konusu olabilir. AB’nin Türkiye’ye getireceği katkılar kadar Türkiye’nin de AB’nin değişmesine katkıda bulunacağına inanıyoruz. AB’nin ciddi bir kimlikler sorunu yaşadığını görüyoruz. AB neoliberal politikalar için değil, Avrupa’ya savaşın gelmemesi için inşa edildi. Türkiye’nin girmesiyle AB’ye yeni bir barış dinamiği geleceği kanaatindeyiz.
Ayrıca şunu kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de neoliberal partiler iktidara geldiğinde ülkeden kaçmıyoruz. Burada mücadele ediyoruz. AB içinde de bu mücadeleye devam etmemiz gerekir. İçimize kapanarak, biz bize benzeriz fetişizmini körükleyerek, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur paranoyasını kıracak bir perspektiftir AB üyeliği.

AB’nin oluşumu ve Türkiye’nin girişini döndürülemez bir süreç olarak mı görüyorsunuz?
Yüzde yüz AB’ye gireceğimiz kanaatinde değilim Avrupa içindeki direnç ve içerideki laikçi-milliyetçi-muhafazakar koalisyon Türkiye’nin üyelik macerasına son verebilir. Ayrıca AB üyeliği konusunda yaşanabilecek bir hayal kırıklığı, bir tür onur kırılması ve milliyetçi-şoven bir tepki de yaratabilir.

Yeni Sol’un program metninde radikal solun klasik talepleri: NATO’dan çıkmak, IMF ile ilişkileri kesmek, ABD üslerini kaldırmak yok, daha çok küreselleşme kavramı kullanılıyor, sizce emperyalizm dönemi sona mı erdi?


Hayır, sadece gerçekçi olmamız gerekir, bunlarla mücadele etmek imkanlarımız nispetindedir. Yeni Sol, Türkiye’de iktidara gelirse NATO çerçevesini değerlendirecektir. NATO’dan bağımsız olarak, kendi toplumumuzun barış, demokrasi ve özgürlük isteklerine uymayan taleplere yönelik tavrımızı gösteririz, karşı koyarız. Nasıl 2003’te bugün Yeni Sol’un içerisinde yer alan insanlar Irak tezkeresine karşı koyduysa bugün de Afganistan’a asker gönderme talebine karşı tavır alırız. IMF ile ilgili olarak ise zaten bugün hükümetin de IMF ile ilişkileri askıda. Bu yüzden de slogancı solun elinden bir silah alındı. Biz esas olarak IMF ile anlaşma yapmayacak durumda olmak istiyoruz, esas sorun odur. Sorumsuz kamu harcamaları yapmak, büyük bir borçlanmaya giderek dış mali müdahaleye muhtaç kalmadan bir iktisat politikası götürmektir esas sorun.

‘Üniversitelerde başörtüsüne özgürlük’ var programınızda, Diyanet kaldırılmalı mı?

Diyanet en azından bugünkü görev tanımıyla devam etmemeli. Ama aramızda bazıları kaldırılmalı da diyor. Sizce Türkiye’de devletin dini kontrol etmediği bir laiklik mümkün mü, Sivas’ı da hatırlarsak?
Evet ama Sivas devletin laikliği kontrol ettiği koşullarda yapıldı. İktidarda DYP-SHP koalisyonu vardı. Şöyle soralım: devletin bu kontrolüne rağmen Sivas, Maraş, Çorum katliamları oldu, geçenlerde Romanlar Selendi’den sürüldüler. Dolayısıyla devletin dini kontrol etmesi bunları engellemiyor. Esas bunları engellemek için tüm inançlara eşit mesafede olan bir devletin müdahalesi gerekiyor.
Peki nasıl bir laiklik?
Laiklik devletle din işlerinin ayrılmasıdır. Bu Osmanlı-Türkiye Sünni devlet geleneğinin hiç bilmediği bir şey. Laiklikte devlet din alanına girmez, girdiği andan itibaren devlet taraftır. Dolayısıyla bizim laiklik anlayışımız, devletin din alanından bütünüyle çekilmesidir. Ne zorunlu din eğitimi, ne devlet politikası olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kesinlikle söz konusu olamaz. İçişleri Bakanlığı içinde din hizmetlerinin verilmesiyle ilgili düzenleyici bir kurum olabilir, Diyanet dini doktrinin üretilmesi kurumudur. Ali Bardakoğlu “Akşamları televizyon seyretmeyin, Kur’an okuyun” diyor. Kendi işini yapıyor, bu açıdan yanlış yapmıyor. Ama laik olduğu iddia edilen bir devletin, Başbakanlığa bağlı, özerk bütçesi olan, müsteşarlık konumunda bir kurumu “Kur’an okun” diyor, Müslüman olmayanlara “İncil veya Tevrat” okuyun demiyor, Alevilere “Dedelerinizin anlattıklarını dinleyin” demiyor. Bunu ancak bir cemaatin sözcüsü olarak söyleyebilir, devlet memuru olarak değil.

Türkiye’de Müslümanlığın ağır bir mahalle baskısı yok mu? Anadolu’nun bir kasabasında ateist olmasına rağmen oruç tutmak, cumaya gitmek zorunda kalan birinin mi, başörtüsü yüzünden üniversiteye giremeyenin mi üzerinde daha ağır ve derin bir baskı var?

Bu otoriterizmin ve muhafazakarlığın ciddi ve kadim bir sorunu. Devlet hiçbir zaman o ateistin sorununu çözmek için bir girişimde bulunmadı.
Peki sol neden gündemine almadı?
Bu pek doğru değil, örneğin din hanesinin nüfus cüzdanından kaldırılması solun 1990’lardan itibaren gündemine aldığı bir taleptir. Hatta bunun ilk kazanımı da din hanesinin boş kalması şeklinde olmuştur. Biz Birikim dergisinde ‘Sosyalist laiklik ile Kemalist laiklik arasındaki fark nedir? tartışmasını 1990’ların başında başlatmıştık. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın konumunu o zamandan beri eleştiririz.

Sizce solcular günlük yaşamda muhafazakarlığa boyun eğmiyor mu, ‘halkımızın değerleri’ lafzını ileri sürerek?

Biraz halk dalkavukluğu alışkanlığı yaygındır solda. Ama açık söylemek gerekir biz din düşmanı değiliz, dinin başkalarının üzerinde baskı aracı olarak kullanılmasına karşıyız. Demokrat, laik olmak din düşmanı olmak demek değildir.
Ben bir ateist olarak başkalarının inancına saygı gösterirsem aynısını kendim için de beklerim. Ama bu bir toplumsal mücadele meselesidir. Devlet aracılığı ile yapılamaz. Toplumsal alanda farklılıklara saygı içinde farklılıkların birlikteliği mücadelesinin verilmesi gerekir.
Türkiye’de potansiyel olarak ciddi bir mahalle baskısı var. Geçmişte de vardı. Kendi çocukluğumun geçtiği 60’larda da bugünkünden az olmayan bir mahalle baskısı vardı. Ataerkil gelenekler, alışkanlıklar egemen. Bunlara karşı elimizden geldiğince mücadele edeceğiz. Ama bizden farklı olanı, farklı düşüneni, farklı inançlara sahip olanı hor veya küçük görmeyeceğiz.
Türkiye ciddi bir değişim sürecinden geçiyor, kırsal kesimden kente gelenler kendi kapalı ilişkilerini de getiriyor, bunlar bir günde buharlaşmayacak.

Soldaki genel söylem ‘halk temizdir, devlet kötüdür’ değil mi, ceberut devletle muhafazakarlığın hakim olduğu toplum arasındaki bağ sanki hep görmezden gelinir?

Bu doğru. Halk dalkavukluğu yapmayalım. Fakat laikçi orta sınıflarda var olan, muhafazakarlıkla mücadele adı altında bir alt tabaka nefretini de dile getirmeyelim. ‘Göbeğini kaşıyanlar, kıllılar, bodur bacaklılar’ gibi tanımlamalarla ayrımcılık yapılmasına karşı çıkalım çünkü o da vahim bir ırkçılıktır.

Birikim’deki son yazınızdan anladığım kadarıyla ‘Devrim tahayyülü’ bitti diyorsunuz, ütopyasız bir sol mümkün mü?

Şiddet yöntemiyle bir gecede iktidarı almak hedefi bir ütopyayı gerektirmiyor aslında, sadece acil biçimde iktidar olma arzusunu ele veriyor. Ütopya hemen varamayacağınızı bildiğiniz ama davranışlarınızı ve hedeflerinizi ona doğru yönlendirdiğiniz bir ufuk çizgisidir. Siz iktidarı aldığınızda bütün ütopyanızı gerçekleştireceğinizi sanıyorsanız zaten o ütopya değildir. Dolayısıyla büyük bir yanılsamaya son verdi 20. yüzyıl. Değişimler, “Yaptım” demekle olmuyor. Çok uzun zaman süreçlerinde gerçekleşiyor. Bugün küresel hegemonyasına karşı mücadele ettiğimiz ABD’nin devriminin anayasası iki yüz yıldan fazla bir zamandan beri hala yürürlükte ama 1917’de yapılan Sovyet devriminden geriye neredeyse bir iz kalmadı, çünkü o kopuş tabanda kendini üretmeye yönelik bir kopuş değildi.
Ekim devrimi, Çin devrimi gibi devrimler bize bir radikal kopuş ile iktidara gelmenin, çoğunluğun rızası olmadan iktidara gelmenin, dar bir kadronun tahakküm arzusuna yol açtığını gösterdi. Sosyalizm ütopyasını insani felaketler içinde boğduğunu gösterdi. Bizim 20. yüzyıldan çıkardığımız başlıca ders devrimin bir gecede doğacak bir güneş olmadığıdır. Devrim değişimin ufuk çizgisidir ve ufuk çizgisini de biz günlük hayatımızda sürekli kılmak zorundayız. Devrim sürekli varmaya çalışacağımız ama varamayacağımız idealizdir. İnsanları o ilkeleri kabul etmeye çağıracağız. Becerirsek de toplumu bu şekilde dönüştüreceğiz.

Emekçilerin iktidarı diye bir tartışma kalmadı yani?

Salt emekçilerin demokratik iktidarı diye bir şey söz konusu olamaz, çünkü o emekçiler toplumda azınlığı oluşturuyor. 19. yüzyıl ortasında öngörülen gelişme 20. yüzyılda doğrulanmadı.

Sermaye de azınlık?

Evet biz de ona karşı mücadele ediyoruz. Sermayenin azınlıkta olması çoğunluğun rızası olmadan iktidarda olması anlamına gelmiyor. Sermaye güçlerinin hegemonyasını kırmak, rıza üretme mekanizmalarını etkisiz bırakmak, onun yerine emekçilerin, çalışanların, geniş bir yurttaş kitlesinin rızasını alacak ideolojik üstünlüğü sol sağlayabilirse başarılı olacaktır. Ayrıca bazı yer ve zamanlarda sermayeyi iktidarda tutan diktatörlükler de var tabii. Biz, emekçi fetişizmine de karşıyız. İnsanlar sadece emekçi olmaları hasebiyle demokrat, özgürlükçü, eşitlikçi olmazlar. Faşist hareketlerin bindirilmiş kıtaları da genellikle emekçilerden oluşur.

Yeni Sol’un programı itibariyle Türkiye’deki sosyalist hareketten koptuğunu söyleyebilir miyiz?

Türkiye’de sosyalist hareketin klasik iddiaları olarak sıralanan şeylerin çoğu zaten sosyalistlere değil milliyetçilere özgü. Bu anlamda milliyetçilikten koptuğumuzu söyleyebiliriz. Türkiye’deki sosyalist geleneğin Kemalizm ve milliyetçilikle olan göbek bağı yavaş yavaş kopuyor. O yüzden 27 Mayıs darbesini örnek verdim. Turnusol kağıdıdır.
Ama emekçilerin, çalışanların demokratik iktidarını reddetmiyoruz. Yeni bir sol zihniyet, dil ve politikalar özgürlük ve eşitlik ilkelerini benimseyenlerin katılımıyla oluşabilir. Böyle bir siyasal hareketin , iktidar olması demek, bu ilkeleri benimseyen çalışanların iktidar olması demektir. Ama eşitlik, özgürlük, demokrasi ilkelerini benimsemeyen çalışanlar, emekçiler de var olmaya, ve bize karşı olanları desteklemeye devam edeceklerdir. Hiçbir şekilde üstün sınıf ululamasına kendimizi kaptırmamalıyız.

Bölüm 1: Ahmet İnsel anlatıyor; nedir bu Yeni Sol?


http://www.radikal.com.tr/

"

10 Şubat 2010

'Türkiye'de nükleer bomba var'

'Türkiye'de nükleer bomba var'



Türkiye ve 3 NATO ülkesinde 180 nükleer bomba var

09.02.2010 Salı

AVRUPA Reform Merkezi adlı düşünce kuruluşu tarafından hazırlanan NATO eski Genel Sekreteri George Robertson imzalı nükleer silah raporunda Türkiye’de ABD’ye ait nükleer silahlar olduğu doğrulandı. Böylece ilk kez NATO’nun en üst düzey isimlerinden biri tarafından gayriresmi bir raporda da olsa İncirlik üssünde bulunduğu iddia edilen atom bombalarının varlığı doğrulanmış oldu. Münih Güvenlik Konferansı sırasında Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle’nin nükleer silahların soğuk savaştan miras olduğunu belirtirken sarfettiği “Artık askeri bir amaca hizmet etmiyorlar” sözleri üzerine kaleme alınan raporda Almanya’nın bu tutumu sert dille eleştirildi ve Almanya’nın, bu yönde bir adım atsa da Türkiye, Belçika, İtalya ve Hollanda’da konuşlanmış, ABD’ye ait 180 nükleer silahların sağladığı “güvenlik şemsiyesi” nden yararlanmaya devam edeceği, bunun da “sorumsuzluk” olduğu vurgulandı. İncirlik üssünde 40-90 arasında nükleer silah olduğu tahmin ediliyor.

http://haber.gazetevatan.com/Turkiyede

18 Ocak 2010

İngilizler darbeyi Evren’den değil Vecihi Akın Paşa’dan bekliyordu

İngilizler için Türkiye’de darbe ihtimali konusunda dönüm noktası 7 TİP’li öğrencinin katledilmesi oldu.

JAN DEVLETOĞLU / VATAN-17.01.2010 Pazar


Abdullah Çatlı’nın bu eylemi sonrasında İngiliz Dışişleri’nden Ankara’daki elçiliğe talimat yağmaya başladı. İlk gelen raporlar Kenan Evren’i değil, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Vecihi Akın’ı işaret ediyordu

Türkiye’yi 12 Eylül darbesine götüren olayların en önemlilerinden biri 7 TİP’li gencin Abdullah Çatlı tarafından 9 Ekim 1978’de katledilmesiydi.
Bu olayın ardından Türkiye’nin adım adım darbeye gittiğini düşünen İngilizler istihbarat faaliyetlerine hız verdi. İngiliz Dışişleri’nin İşçi Partili Bakanı David Owen, Türkiye hakkında uluslararası kamuoyunda artan darbe söylentileri üzerine 17 Ekim 1978 tarihinde İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği’ne Türkiye’deki “darbe olasılığının” araştırılarak bir rapor hazırlanması talimatını verdi. Beklenen raporun askeri ayağı Türkiye’de görev yapan bir İngiliz general tarafından hazırlandı.

Akın ‘gevşek’ darbe yapamaz

Türkiye’de görev yapan İngiliz General Bishop’tan (Mesaj gizli olduğu için sadece soyadı kullanılıyor) Kraliyet Hava Kuvvetleri Filo Komutanı Binbaşı Shepherd’a İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na iletilmesi istemiyle yazılan mesajda İngiliz ordusunun Türkiye’de olası bir darbeyle ilgili şu izlenimler aktarıldı:

Türkiye’de Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Vecihi Akın liderliğinde bir darbe söylentisi dolaşıyor. Ben kendisiyle görüştüm ama bu tür bir izlenim alamadım. Orgeneral Vecihi Akın 62 yaşında ve darbe lideri olamayacak kadar gevşek biri. Ancak muhafazakâr görüşlerine sıkı sıkıya bağlı. Yemekte General Fraser’e Türkiye’nin Osmanlı prensiplerine geri dönmesi gerektiğini düşündüğünü ima eden muğlak bazı görüşler ima etti. Darbe olursa yönetim kadrosunda iyi bir figür olarak yer alabilir.

“Harbiyeliler rahatsız!”

Bu olaydan birkaç gün sonra Elçilikte verilen davette Deniz Harp Okulu’nda eğitim görevlisi olduğunu öğrendiğim biri yanıma gelip, “Harbiyeliler rahatsız” dedi. Genç Harp Okulu öğrencilerinin siyasetçilerin iç ve dış meseleleri çözmekte yetersiz kaldıklarını düşündüğünü söyledi. Evren’in Ecevit’in adamı olduğunu ve TSK’ya liderlik etmekte yetersiz kaldığını söyledi. Yine de ordunun Ecevit’in yerini almak isteyeceğini düşünmüyorum.

Amerikan ambargosu (Kıbrıs operasyonu nedeniyle Amerika’nın Türkiye’ye uyguladığı ambargo) mümkün olduğu kadar çabuk kalkar ve askeri teçhizatta gözle görülür bir düzelme olursa askerin morali düzelecek ve hükümet karşıtı görüşler azalacak. İhtiyaçları büyük ve çok pahalı. Ancak bol miktarda yedek parça sağlanırsa askerler en azından elindeki modası geçmiş silahların kullanılabileceğini hissedecek. Ambargo nedeniyle dondurulan parçalar ellerine ulaşmaya başladığı için kısa sürede olumlu rapor gönderebileceğimi umut etmekteyim.

Subay listesi gönderildi

Bu rapora ek olarak size Türk Silahlı Kuvvetleri’nin emir-komuta zinciri listesini, subayların görevleri ve bağlı oldukları bölgelerle ilgili detaylı bilgi gönderiyorum. Bazı son değişiklikler konusunda açık bir şekilde ulaşabileceğimiz bilgi mevcut olmadığı için raporumda yer almıyor. Bu konuda bilgi temin eder etmez size göndereceğim.

İNGİLİZLERİ KORKUTAN OLAY

9 Ekim’de TİP’li gençlerin katledilmesi olayı İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nı harekete geçirdi.

12 EYLÜL’ÜN AYAK SESLERİ...

İNGİLİZ Devlet Arşivleri 1838 yılında kuruldu. Arşivler Britanya’nın bilinen 1000 yıllık tarihiyle ilgili belgeleri içeriyor. Adalet Bakanlığı’na bağlı olan Arşiv devletin çeşitli kurumlarına ilişkin yaklaşık 11 milyon resmi belgeyi muhafaza ediyor. Her yıl 30 yılını doldurduktan sonra gizliliği kaldırılan belgelerle genişliyor. Magna Karta’dan, ilk haritalara, tarihe damgasını vuran savaşlara varıncaya kadar sonsuz bir tarihi zenginlik barındırıyor. Halen 270 milyon belgeye elektronik olarak dünyanın dört bir yanından ulaşmak mümkün. Bu yıl gizliliği kaldırılan Dışişleri 1979 yılı Türkiye Masası arşivlerinde Türkiye’nin “darbenin ayak sesi yılları” olarak bilinen dönemine ait yaklaşık 2 bine yakın belge var.

Araştırma sırasında sokak cinayetleriyle ilgili gözlem ve yorumu içeren 14 Mart raporu dikkatimi çekti. Yılın ilk yarısında öldürülenlerin sayısının 205 ulaştığını belirterek “Bu cinayetler ya kişisel husumetten ya da siyasi nedenlerle işleniyor. Rahatsızlık yaratan şey gazetelerde sansasyonel ve kanlı fotoğraflar yayınlanmadığı sürece halk artık olayları Türk siyasi hayatının kaçınılmaz bir parçası olarak görmesi....” diyor.

Bu yorumlar bana bir İngiliz gazeteci arkadaşımın Türkiye’den döndükten sonra söylediklerini hatırlattı. “Sizin dizileri izledim. Hepsinde siyah arabalı, siyah takım elbiseli, açık yaka beyaz gömlekli, tabancalı adamlar sürekli birilerini vuruyor. Çoluk çocuk herkes gece yarılarına kadar TV başında heyecanla bu cinayetleri izliyor. Sanal yaşantı sanki gerçek yaşamınızın bir parçası olmuş. İnsanlar dizi karakterlerini öylesine benimsemiş ki gerçek hayattaki normal insanlar çoğu kişiye sanal gelmeye başlamış.”

İngiliz arşivlerinde Türkiye’nin darbeye doğru koşar adımlarla nasıl gittiğini anlatan gizli belgeler 28 Şubat 1980’e gelmeden sona eriyor. Aynen TV dizileri gibi olayın en heyecanlı yerinde kesiliyor. Bizim dizilerden farklı olarak gelecek hafta değil 1 yıl sonra 30 yılı dolduran devlet arşivleri üzerindeki yayın yasağı kalktığı zaman devam edecek. Yani 2010 yılına kadar malesef bunlarla yetinmek zorundayız...

Önemli not: 2 bine yakın dokümanı tek başıma incelememe imkan yoktu. Bu süreçte bana Uğur Koçbaş yönetimindeki Vatan Dış Haberler Servisi yardımcı oldu.

Katkıda bulunanlar: Uğur Koçbaş, Eren Çelik, İsmail Şahin, Özer Özbayraktar, Damla Tanla ve Yiğit Kaytmaz.

Evren için“Ecevit’in adamı” diyorlardı

İNGİLİZ arşivlerindeki belgeleri incelerken dikkatimizi çeken en önemli detay hemen hemen kaleme alınan tüm raporda ve mesajda Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in, Bülent Ecevit’in “adamı” olarak nitelendirilmesi oldu. Kenan Evren için yazılan tüm yorumlarda Başbakan Ecevit’in politikalarına uygun bir strateji izlediği, iki liderin arasında su sızmadığı, hatta ordu içinde de bu durumun rahatsızlık yarattığı vurgusu yapılıyor. İngilizler’e yapılan “Harbiyeliler rahatsız” uyarısının arkasında da bunun yattığı belirtiliyor.

Akın 1983’te vekil seçilip parlamentoya girmişti

VECİHİ Akın, Aydın 1916 doğumlu. Kara Harp Okulu’ndan sonra Kara Harp Akademisini bitiren Vecihi Akın, 15 Ağustos 1975 - 16 Ağustos 1976 tarihleri arasında Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanlığı görevinde bulundu. Akın, Genelkurmay İkinci Başkanlığı, İkinci Ordu Komutanlığı ve NATO Güneydoğu Avrupa Kara Kuvvetleri Komutanlığı da yaptı. Akın’ın ismi İzmir’de bir kışlaya verildi. Akın, emekli olduktan sonra, 1983’te Turgut Özal’ın karşısında seçimlere giren ve büyük hayal kırıklığı yaşayan Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. 6 Kasım seçimlerinde yine aynı partinin Konya milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. MDP, 12 Eylül darbesinden sonra emekli orgeneral Turgut Sunalp ve 40 arkadaşı tarafından kurulmuştu. Akın, Sunalp’le hareket eden isimlerden birisiydi.

3 İHTİMALLİ DARBE

İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na sunulmak üzere 1978 sonunda hazırlanan Türkiye’de darbe olasılıkları raporunda Türk ordusunun emir-komuta zincirine bağlı olduğu belirtilerek “Darbe olursa tepeden olur” sonucuna varıldı. Ancak Ecevit’in güçlü olduğu vurgulandı

“Demirel güç kazanırsa Türk ordusu emir komuta zincirinde darbe yapabilir”

6 AralIk 1978 tarihinde Ankara’daki İngiliz Büyükelçiliği, Dışişleri Bakanlığı’nın talimatı üzerine Türkiye’de darbe olasılıklarını konu alan ve 3 farklı senaryoyu değerlendiren bir rapor hazırladı.

Ordudaki düşük rütbeli subaylar tarafından gelecek bir askeri darbe: Tahminimizce Türkeş ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) yanlısı sağcı bir grup tarafından gerçekleştirilebilir. Türk ordusunda emir komuta zinciri sağlam olduğu için düşük ihtimalli. Düşük rütbeli subaylar üslerinin haberi olmadan darbe yapma planlarını gerçekleştiremezler. Türkiye’nin şu anki koşullarında bu tür bir darbe oldukça düşük bir ihtimal olarak görülüyor.

Tepeden gerçekleşecek, emir-komuta zinciri dahilinde bir darbe: Darbe olursa bu şekilde olabilir. Ancak bunun hayata geçmesi Ecevit ya da sonraki Başbakan’ın bütün gücünü kaybetmesiyle mümkün olabilir. Başbakanın ülke güvenliğini ve ekonomik dengeyi kaybetmesi, Ecevit’in güç kaybedip Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel’in tekrar güç kazanması durumunda gerçekleşmesi olası darbeyi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tepedeki generalleri tarafından ve emir komuta zincirinde gerçekleşecektirecek. Başbakan Bülent Ecevit yönetimi şu an sağlam ve güçlü görünüyor, ordu da yönetimi şu an ele almaya hevesli değil, o yüzden böyle bir ihtimal düşük.

Amerikan elçisi de ülkede şu aralar askeri darbe girişimi olacağını tahmin etmiyor

Ordudaki sol tandanslı subaylar tarafından gerçekleştirilecek bir darbe: Elbette bu darbelere alternatif sol kanatın başlatabileceği bir darbe ihtimaller dahilinde. Fakat böyle bir darbenin Türkiye’de gerçekleşme olasılığı çok düşük.

TSK 1960’larda ve 70’lerin başlarında edindiği tecrübelerde askeri kesimin ülkeyi yönetip idare etmenin ne kadar zor olduğunu anladı. Şöyle söylemek gerekirse Türk halkı, kendi liderine geleneksel olarak bağlı ve modern toplumların politik ve teknokratik destekler olmadan yaşayamayacağının farkında olan bir silahlı orduya sahip olduğu için çok şanslı.

Özetlemek gerekirse darbe olasılığı düşük gözüküyor. Fakat sonuç itibarıyla iç güvenlikte bir sorun yaşanma olasılığı yok ve Ecevit Bey dış ilişkilerde elde ettiği başarının bir benzerini ekonomi alanında da sağlayabilirse askerle mücadeleye girmez.

Beklenmeyen şeyler olabilir

Bu mektubu gören büyükelçi “küreye bakmak asla kolay değildir ve beklenmeyenler gerçekleşebilir” dedi. Büyükelçi ve onun Avrupa Ekonomi Topluluğu’ndaki iş arkadaşları Bülent Ecevit’in yakın gelecekte gücünü koruyacağını düşünüyor. Amerikalılar da bu görüşü paylaşıyor. Kendisiyle temasta olduğumuz Ankara’daki Amerikan Büyükelçisi de ülkede şu aralar askeri bir darbe girişimi olacağını düşünmüyor.

YARIN:

* İngiltere Adalet Partisi’nin başına Demirel yerine kimin geçmesini istiyordu?

* İngiliz elçiliği kim için “Yeniden iktidara gelirse Türkiye faşizme gider” dedi?

* Maraş olayları sonrası İran elçiliğinden gelen mesajda neler yazıyordu?

http://haber.gazetevatan.com/

4 Nisan 2009

PKK'yı kullandık "ABD, iki Ünlü Stratejist"


PKK'yı kullandık

03 NİSAN 2009, CUMA

Arka Plan: Bugünkü konuklar dünyaya yön veren ABD politikalarının kilit isimlerinden iki ünlü stratejist:

1) Gerald Ford ve George H. W. Bush'un (Baba Bush) Milli Güvenlik Danışmanlığı'nı, oğul Bush'un ise Dış İstihbarat Kurulu Başkanlığı'nı yürüten, halen Türk-Amerikan Konseyi Başkanı görevini sürdüren General Brent Scowcroft.
2) Jimmy Carter'ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığı'nı yürüten, dünyanın en ünlü stratejistlerinden Dr. Zbigniew Brzezinski.
Scowcroft; oğul Bush'un ilk döneminin 'ılımlı kanat' Cumhuriyetçiler'inden; Türkiye'yi yakından tanıyor ve bize yakın duruşuyla biliniyor.
Brzezinski ise ; Afganistan'da Sovyetler'e karşı İslam'ın yükseltilmesine ve İran'daki İslam devrimine yön veren kilit bir isim. Kısacası bugün İslam'ın imajından kaynaklanan sorunların altında onun da imzası var, diyebiliriz. Artık yönetimde bulunmasalar da iki isim de halen Amerikan politikalarına yön veren düşünce kuruluşlarında görev almaya devam ediyor.

'ABD'nin artık PKK'ya ihtiyacı yok'


Baba ve oğul Bush'un politikalarında kilit rol oynayan General Brent Scowcroft ABD'nin PKK'ya yaklaşımıyla ilgili tarihi bir itirafta bulundu. 'Geçmişte PKK'yı İran'a karşı kullandığımız doğru' diyen Scowcroft'a göre Washington'ın artık örgüte ihtiyacı kalmadı. İran'la diyalog istiyor. Bu nedenle PKK'nın tasfiyesini destekliyor

Erbil'de nisan sonunda bir Kürt Kurultayı toplanacağı ve orada PKK için tasfiye kararı çıkarılacağı iddia ediliyor. Sizce bu mümkün mü?
Umut ediyorum mümkündür. Bence en ideal durum ateşkes. Sonuçta en azından Kürt Bölgesel Yönetimi ikna edilip, bir anlaşma imzalanacak ve sınır geçişlerinin önüne geçilecek. Bu meseleyi bitirmek için birçok yol var ama şu anda önemli olan PKK'dan kaynaklanan korkunç duruma son vermek.

PKK'nın ateşkes ilanı, ABD'nin lehine mi demek istiyorsunuz?
Evet, kesinlikle öyle.

Neden? Ne değişti?
PKK ve kolu PEJAK, aynı zamanda İran'ın aleyhinde de faaliyet gösteriyordu. Biz bunun için onlara destek veriyor, hatta onları cesaretlendiriyorduk. Ancak şimdi işler değişti. Kazanmak istediğimiz insanlara artık zarar vermek istemiyoruz. İran'ı yanımızda istiyoruz.

PKK'ya desteğe gerek kalmadı mı diyorsunuz?
Evet, İran'a karşı yeni bir yaklaşım var gündemde. Bir de Irak Savaşı zamanında güneydeki cephelerde savaşıyorduk. Kürt bölgesi, geri kalanlara göre oldukça sakindi. Biz de gücümüzü PKK'nın peşinden giderek harcamak istemedik. Zaten öyle bir şey mümkün de değildi.

'İran'a karşı yeni bir yaklaşım'ın içinde neler var?
Onlarla diyaloğa girip, 'Siz bölgede büyük bir devletsiniz. Güvenlik başta olmak üzere birçok sorununuz var. Bunlar üzerine konuşalım' demek istiyoruz. Irak ve Afganistan'da operasyonlarımız var, bölgedeki problemleri çözmek istiyoruz ki herkes kendini güvende hissetsin.

Bu konuda Türkiye daha aktif bir rol almak istiyor.
Arabuluculuk konusundaki gayretini nasıl buluyorsunuz?
Türkiye'nin bu çabaları, bizim için çok anlamlı ve önemli. ABD bölgeyi ve dinamiklerini anlamıyor. Bizim için çok zor bir coğrafyadan bahsediyoruz. O coğrafya Türkiye'nin arka bahçesi. Sizin Ortadoğu'da bir tarihiniz var. Bunu önemsiyoruz.

Bu bağlamda yeni ABD yönetiminin, Türkiye'yi İslam dünyasında nerede gördüğü kritik bir nokta. Başkan Obama Müslümanlara yönelik hazırladığı konuşmayı Türkiye'den mi yapacak?
Böyle bir olasılık var. Obama bu konuşma için Türkiye'yi düşünmüş olabilir. Ancak Başbakan Erdoğan'ın, bundan hoşlanıp hoşlanmayacağından emin değilim.

ASKERİ ANLAMDA LAİKLİĞİNİZ ÖNEMLİ DEĞİL
Neden hoşlanmasın?
Türkler, Müslüman kimliklerine vurgu yapılmalarından ne kadar hoşnutlar bilmiyorum da ondan. Erdoğan da bunu istemeyebilir. Ancak konuşma için Türkiye çok uygun, çünkü çok tarafsız bir yer.

Richard Holbrooke Türkiye için 'ılımlı İslam' tabirini kullanmıştı. Bu tabir çok konuşuldu. Obama yönetimi aynı vurguya devam edecek mi?
Sözcüklere takılmayın, gerçek bu. Bizim için Türkiye din ve devleti doğru bir şekilde barındırabilen bir ülke. Bu yüzden biz size 'örnek ülke' diyoruz. Ama bazen sizin bu tanımdan hoşlanmadığınızı düşünüyoruz.

'Ilımlı İslam' derken sizin vurgunuz 'ılımlı'ya mı?
Evet, işte bu önemli bir ayrıntı. Biz 'ılımlı'ya vurgu yaptık, siz 'İslam'a vurgu yaptığımızı düşündünüz galiba.

Türkiye'nin laik kalması ABD için ne kadar önemli?
Değişir. 'Eğer laik olmazsa dini rolü ne olacak?' sorusu önemli. Biz şeriatla yönetilen, İslamcı bir Türkiye görmekten nefret ederiz. Bu bir adım geri gitmek demektir. Ancak Türkiye Atatürk'ün istediği anlamda bir 'askeri laiklik'e devam eder mi, etmez mi o sizin bileceğiniz iş. Atatürk sistemi değiştirmek zorundaydı. İslam'ın merkezi İstanbul'du. Onu silmeye çalıştı. Bu yüzden laiklik konusunda hassasiyeti çok fazlaydı. Artık dengeler değişti.

Bu ne demek?
Katı anlamda askeri laikliği devam ettirip, ettirmemeniz sizin meseleniz demek. Bizim için önemli değil. Türkiye'nin muhafazakarlaşması vesaire, ABD için mühim değil. Burada mesele, esas resmin değişmemesi.

Başkan Obama, Türkiye'ye Avrupa'nın ardından geliyor. Bu, ABD yönetimini Türkiye'yi Avrupa'nın bir parçası olarak görme eğiliminde olduğu anlamına gelir mi?
Bu cevaplaması zor bir soru. Ancak ziyaretin zamanlaması çok isabetli. Bölgede olan çok fazla şey var. Obama'nın ziyaret için çok seçeneği vardı, Türiye'ye gelmesi ona verdiği önemi gösteriyor.

Neden önem veriyor Türkiye'ye?
Hem Türkiye'nin bölgesel önemini gördüğü için hem de ilişkilerin bir revizyon gerektirdiğini düşündüğü için. Artık askeri müttefikliğin ötesine geçmeliyiz.

Ziyaretin ajandasının üst sıralarında ne var?
Afganistan ve Irak'tan çekilme kritik konular. Önemli başlıklar bunlar olur. İran, PKK ve Kafkaslar da konuşulacaktır.

Carter'in danışmanı Zbigniew Brzezinski: Türkiye tarafını belli etmeli
Türkiye'nin Ortadoğu'da başrole soyunmayı hedeflediği bir dönemde, Başkan Obama'nın ziyaretini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence zamanlama mükemmel. Ancak şunu belirteyim ki bir Amerikan Başkanı'nın bir müttefikini ziyareti her zaman iyi zamanlama demektir.

Sizce İslam dünyasına yapacağı konuşma bu ziyarette mi gerçekleşecek?
Bu sorunun cevabını bilsem bile söylemem. Bu spekülasyonlara yol açar. Burada önemli olan o konuşmanı içeriğidir, yeri değil.

Ziyaretin ana maddelerinden biri Afganistan'a ek asker talebi olacak gibi görünüyor. ABD, Afganistan için yeterli sayıda asker bulabilecek mi?
Türk askeri gücünün, Afganistan'da çok faydalı olacağından şüphe yok. İyi savaşçılar ve Müslümanlar. Yerel farklılıkları biliyorlar ve duyarlılık gösteriyorlar. Ancak Obama'nın ziyareti salt, Afganistan'a asker talebine indirgenmemeli. Ajandada başka önemli meseleler var.

Örneğin?
Karışık bir bölgede önemli bir güç Türkiye. Kısmen de olsa İran, Suriye ve İsrail üzerinde etkisi var. Kürt meselesi dolayısıyla Irak'tan beklentisi var. Kafkaslar'daki denge de önemli. Orta Asya'daki Türki cumhuriyetlerdeki etkisi artıyor. Başka çok önemli bir neden de AB'ye aday ülke olması.

AB demişken... ABD, Türkiye'nin NATO'ya üye olmasına yardımcı olmuştu. Aynı şeyi AB sürecinde de yapacak mı?
Avrupa uzun vadede din ile tanımlanamaz. Onun yerine ekonomik gerçekler, jeopolitik vizyon ve hukuk devleti kavramları ortak bir Avrupa tanımı için önemli. Türkiye bu tanımlara uyarsa ABD onun yanında olur. Uymazsa ve AB'den uzaklaşırsa başka. O zaman 'Hangi yöne gidecek?' diye sormak gerekir.

Hangi yöne gider?
Bilmiyorum ama Türkiye zaman zaman 'tarafsızım' diyerek taraf tutmuş oluyor. Örneğin Gürcistan krizinde böyle yaptı. Bakü-Ceyhan hattı kesilse, Azerbaycan yön değiştirse Türkiye yine 'tarafsızım' diyebilir mi? Gerekli zamanlarda tarafı belli etmek gerekir.

Sanırım burada Rusya politikasına gönderme yapıyorsunuz. ABD'nin yeni yönetiminin, Rusya'ya yönelik de bir diyalog stratejisi var...
Doğru, Rusya ile iyi ilişkiler kurmak istiyoruz. Sonuçta Rusya bir yerde, Ukrayna'yı takip ederek Avrupa'ya dahil olacak. Bu yüzden onunla iyi ilişkiler bizim çıkarımıza. Ama ilişki dediğiniz karşılıklıdır. Bu yüzden Rusya'dan insan haklarına saygılı olmasını, iyi komşuluk ilişkileri kurmasını ve kendine özel ayrıcalık alanları tanımamasını istiyoruz.

Hamaney'in sorunu
Obama yönetimi, İran'la diyalog konusunda kararlı ancak İran'ın dini lideri Hamaney'den henüz olumlu bir tepki gelmedi. Diyaloğun başlama olasılığı var mı?
Olumlu tepki vermediyse bu Hamaney'in sorunu, Obama'nın değil. Bush'un aksine, Obama yapıcı bir temas için hevesli olduğu mesajını veriyor. İranlı liderler ne derse desin, ülkesini seven İranlılar, Obama'nın talebine olumlu bakacaklardır.

Bu konuda Türkiye arabulucu olma gayretinde. Faydası olur mu?
Yardım edebilirse tabii ki olur. Ama acaba yardım edebilir mi? İranlıların böyle bir talebe olumlu yaklaşacaklarını sanmıyorum. Sonuçta ABD, Türkiye'nin yardımını ister.

Akşam Gazetesi

Yarın: Dr. Necmeldin Kerim ve Kubat Talabani röportajları