emperyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
emperyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ağustos 2010

Birleşmiş Milletler, dokunulmazlık ve savaş

Birleşmiş Milletler, dokunulmazlık ve savaş


Fidel Castro Ruz

10 - 19 Ağustos 2010


EvcioğluHaber- Havana, 16 Ağustos 2010 (Prensa Latina'da yayınlanan) Küba Devrimi lideri Fidel Castro’nun son yazısı olan “Birleşmiş Milletler, Dokunulmazlık ve Savaş” makalesini siz değerli okuyucularımızla paylaşmak istiyoruz...

***************

9 Haziran 2010 tarihinde alınan 1929 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı emperyalizmin kaderini belirledi.

Bir sürü saçmalık arasında kaç kişinin fark ettiğini bilmiyorum ancak; Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, üstlerinden aldığı emirle abluka altındaki Gazze’ye insanî yardım götüren filoya düzenlenen İsrail saldırısını araştırmak için kurulan komisyonun başkan yardımcılığına Kolombiya Devlet Başkanlığı görevinin son günlerine gelmiş olan Alvaro Uribe’yi getirdi. Saldırı kıyıdan oldukça uzakta ve uluslararası sularda yaşanmıştı.

Kendisi savaş suçu işlemekle suçlanan Uribe’ye verilen bu görev onu tamamen dokunulmaz yaptı: Onun iktidarı değil miydi en az 2 bin kişinin hayatını kaybetmesine sebep olan, her gün ortaya çıkan yeni bir toplu mezar ile sicili kabaran, ABD askerleri için 7 yeni askeri üs açan? Terörizm ve soykırım deyince akla ilk Uribe gelir.

10 Haziran 2010 tarihinde Kübalı gazeteci ve aynı zamanda ulusal kanalda yayınlanan Yuvarlak Masa programının yapımcısı Randy Alonso, Cuba Debate internet sitesinde “Sözde dünya hükümeti Barselona’da toplanıyor” isimli yeni bir makale yayınladı:

“Dolce Oteline camları kara makam araçlarıyla ve helikopterleriyle geldiler.”

“Bilderberg Klübü veya dünyanın gölge hükümeti olarak bilinen, Kuzey Amerika ve Avrupanın önde gelen 100 ekonomi, finans, siyaset ve medya liderinden oluşan grup yıllık toplantıları için birarada.”

Alonso gibi diğer dürüst yazarlar da bu garip birleşime dair sızan bilgileri biraraya getirmeye çalışıyorlar. Onlardan daha fazla bilgi sahibi olan bir kişi bu grubu yıllardır izliyor.

“Bu yıl Sitges’de toplanan grup 1954 yılında danışman ve siyasi analizci olan Joseph Retinger’in önerisi üzerine kuruldu. Grubun arkasındaki itici güç ABD’li zengin David Rockefeller, Hollanda Prensi Bernhard ve Belçika Başbakanı Paul Van Zeeland oldu. Kuruluş amacı Avrupa’da artan Amerikan karşıtlığının üzerine gidip, kıtada güç ve itibar kazanan Sovyetler Birliği ve komünizmle mücadele etmekti.”

“İlk toplantıları 29–30 Mayıs 1954 günlerinde Hollanda Osterbeck’deki Bilderberg Otelinde yapıldığı için grup bu şekilde adlandırıldı. 1976 yılı hariç günümüze kadar her yıl toplandı.”

“Grubun çekirdeğini oluşturan 39 kişilik yönetim kurulunun dışındakiler davetli misafirlerdir. ”

“Grup gizliliğe önem verir, toplantıya katılanlarından toplantılarla ilgili röportaj vermemeleri, konuşulanlar ile ilgili açıklamada bulunmamaları istenir. Toplantıya katılım için mükemmel İngilizce bilmek ve konuşmak zorunludur, birleşimlere çevirmen kabul edilmemektedir.”

“Kimse grubun gerçek gücünü bilmemektedir. Konuyla ilgilenenler G–8 toplantılarından hemen önce grubun toplanmasının bir tesadüf olmadığını ve grubun dünya çapında tek bir hükümete, tek bir ekonomiye, tek bir orduya ve tek bir ideolojiye sahip yeni bir dünya düzeni istediklerine dair görüş bildirmektedir.”

“Newsweek dergisine açıklamada bulunan David Rockefeller, ‘Birisinin hükümetin yerine geçmesi gerekiyor, bana göre bu görev için en mantıklısı iş çevreleridir.’ demiştir.”

“Banker James P. Warburg ise ‘Sevelim sevmeyelim bir dünya hükümetimiz olacak. Sorun, bunun onayla mı yoksa zorla mı olacağıdır.’ şeklinde konuşmuştur.”

“On ay öncesinde Irak’ın işgalinin tam tarihini biliyorlardı, ABD’de yaşanan emlak sektöründeki çöküşün olacağından haberdarlardı. Bu gibi bilgiler elinizdeyse günümüz piyasa koşullarında bir anda servet sahibi olabilirsiniz. Burada bahis konusu olan bir iktidar ve bilgi klübüdür.”

“Analizcilere göre klübü en çok düşündüren konu Çin’den gelen ekonomik tehdit ve bunun Kuzey Amerika ve Avrupa toplumlarındaki yansımaları.”

“Klübün etkisi ve yönetici sınıf arasındaki önemi özellikle İngiltere ve ABD’de iktidara gelmeden önce Margaret Thatcher, Bill Clinton, Tony Blair ve Barack Obama’nın toplantılara davet edilmiş olmalarından görülebilir. Son olarak Obama, ABD Başkanı olmadan 5 ay önce 2008 yılı Haziran ayındaki Virjinya toplantılarına çağrılmıştı, kendisinin seçim zaferi ise 2007 yılındaki toplantıda öngörülmüştü.”

“Toplantılardaki gizliliğe rağmen katılımcılara dair bilgiler elde edilebilmektedir. Sitges’deki toplantıya katılanlar arasında önemli işadamları bulunmakta; Fiat, Coca Cola, France Telecom, Telefonica de España, Suez, Siemens, Shell, Novartis ve Airbus başkanları davetliler arasında.”

“Finans ve ekonomi patronları da çağrılılar arasında; ünlü spekülatör George Soros, Obama’nın ekonomi danışmanları Paul Volcker ve Larry Summers, İngiliz Maliye Bakanı George Osborne, Goldman Sachs ve British Petroleum eski başkanı Peter Shilton, Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellic, IMF Direktörü Dominique Strauss-Kahn, Dünya Ticaret Örgütü Başkanı Pascal Lamy, Avrupa Birliği Merkez Bankası Başkanı Jean Claude Trichet ve Avrupa Yatırım Bankası Başkanı Philippe Maystadt bulunuyor.”

Acaba okuyucularımızdan kaçı bunları daha önce duymuştu? Önde gelen yazılı ve sözlü basın kurumları bundan neden hiç bahsetmiyor?
Batıda dillerden düşürülmeyen basın özgürlüğü nerede? 1976 yılı hariç olmak üzere dünyadaki bu en güçlü kişilerin sistematik olarak her yıl toplandığını kim yalanlayabilir?

Randy’nin yazısından devam ediyorum; “Ordu da bu toplantılara bazı şahinlerini göndermiş; Bush’un eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve yardımcısı Paul Wolfowitz, NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen ve selefi Jaap de Hoop Scheffer.”

“Dijital teknoloji patronu Bill Gates toplantı ile ilgili basına konuşan tek kişi: ‘Orada olacaklardan birisi de benim.’ demiş. Toplantıda çok sayıda mali konunun konuşulacağını açıklamış.”

“Bazı haberciler, gölge hükümetin Euro para biriminin geleceğinin ve kurtarılması için yapılması gerekenlerin, Avrupa ekonomisinin durumunun ve krizden çıkış formüllerinin konuşulacağını iddia etti. Anlaşılan hastanın hayatını, piyasa tanrısına ibadet ederek ve sosyal güvencelerden büyük kesinti yaparak uzatmaya çalışacaklar.”

“İspanya Birleşik Sol yöneticisi Cayo Lara, Bilderberg Klübü tarafından dünyaya dayatılanları tüm açıklığıyla ifade etmiş; ‘Demokrasilerin finans diktatörlüğü tarafından baskı altına alınıp yönetildiği tepe taklak bir dünyadayız.’ ”

“Klübün fikir yapısında dair çok çarpıcı bir görüş İspanyol Publico gazetesi tarafından haberleştirildi. Buna göre tüm klüp üyeleri ABD’nin İran’a saldırmasından yana. Klüp üyelerinin 2003 yılındaki Irak işgali yaşanmadan 10 ay önce olacakları bildiğini de aklımızdan çıkarmayalım.”

Düşüncelerimi yazdığım bu köşe yazılarımdaki savunduğum fikirlere bu yeni veriler de eklenince, acaba; İmparatorluğun en yüksek karar mercilerinde İran’a karşı bir savaşın artık kesinleştiğini iddia etmek hayalperestlik mi olur? Acaba artık sadece dünya kamuoyunun olağanüstü çabası mı yakın gelecekteki bu savaşa engel olabilir? Gerçekleri kim gizliyor?
Kim yalan söylüyor?
Yukarıda yazılanların tersi iddia edilebilir mi?

Fidel Castro Ruz
15 Ağustos 2010
08:25

Kaynak: Prensal Latina Türkçe


14 Nisan 2010

MEHDİ BEKTAŞ:‘80 SONRASINI HâLâ YAŞIYORUZ

MEHDİ BEKTAŞ: ‘ 80 SONRASINI HâLâ YAŞIYORUZ'
13:54 14 Nisan 2010

‘DEVRİM BİTMEYEN SEVDA’ ADLI KİTABI YAYIMLANAN AVUKAT-YAZAR MEHDİ

BEKTAŞ:‘80 sonrasını hâlâ yaşıyoruz
Avukatlık yaşamı boyunca Dev-Yol gibi önemli davaların avukatlığını yapan Bektaş tarihin tanıklarından biri.
Kitabını en çok gençlerin okumasını istediğini dile getiren Bektaş, bu nedenle ‘Devrim Bitmeyen Sevda’nın ithaf kısmında şu cümlelere yer veriyor:
“Bu kitap; bağımsız bir ülke; eşit, özgür, demokratik, devrimci bir devlet; bilimin yol gösterici olduğu, bireylerden oluşmuş, uygar, çağdaş, dayanışmacı bir toplum yaratma yolunda, emperyalizme ve yeni işbirlikçilerine karşı devrimci özünü ve duruşunu yitirmeden mücadele edenlere; bu uğurda yaşamını, özgürlüğünü hiçe sayanlara; ülkenin aydınlık ve güler yüzlü insanlarına; ülkemizin ve halkımızın umudu, geleceği ve her şeyi gençliğe sunulur!...”

»Kitabınızda ‘tarihi doğru okumalı’ diyorsunuz. Sizin için tarihi doğru okumak ne anlama geliyor?
Önyargısız geçmişe bakabilmeliyiz. Ben böyle olduğunu düşünüyorum. Bunun içinde geçmişte yaşanmış olayları gözden geçirmemizin, yansıtıcı bir gözle bakmamızın daha sağlıklı sonuç vereceğini düşünüyorum. Doğru okumak ile algıladığım bu. Eğer geçmişi doğru algılayabilirsek önümüzü de daha sağlıklı görebiliriz.

»Kitabınızın adı ‘Devrim Bitmeyen Bir Sevda’. Devrimi anlatmayı seçmenizin nedeni nedir?
Toplumları dönüştüren, hayatı yeniden kuran, geliştiren; kısacası insanlığın geçmişinden bugüne gelişindeki asıl itici budur, bu düşüncedir. Yenileşmedir, çağdaşlaşmadır… Bunu anlatmak için de ‘devrim’den başka bir sözcük yok. Bunlar ancak devrimlerle gerçekleşir.

»Piyasada yakın tarihi anlatan birçok kitap var. Sizin kitabınızı bunlardan farklı kılan nedir?
Bu bir akan ırmak gibidir. Bu akan ırmağa temiz sular da bulaşabilir, pis sular da bulaşabilir ama o ırmak yoluna devam eder. Bunun bitmemesi ve hedefine varana kadar yoluna devam etmesi gerektiğini düşündüm. Hedefine varsa da yine tez-antitez mantığından yola çıkılırsa bir süreklilik oluğunu görürüz. Yani insanlık var olukça, doğa var oldukça bu düşünce yaşayacaktır. Buna inandığım için devrimin bitmeyen bir sevda olduğunu söyledim. Bu kadar engele rağmen hâlâ böyle bir düşünceyi taşıyan insanlar vardır ve olacaktır.

»Kitabınızı en çok kim okusun istersiniz?
Ben bu kitabı gençlerin okumasını isterim. Umarım gençlere ulaşır ve yararı da olur. Şöyle bir şey gözlemlemiştim. Gençler kendi yakın tarihlerine çok fazla ilgi göstermiyorlar. Oysa sadece günceli okumak, güncele bakarak kararlar vermek çok da sağlıklı olmaz diye düşünüyorum. Bu kitap da genç için geçmişe bir pencere olsun istedim.

»Kitabınız 80’li yıllarda bitiyor. Aynı konuyla ilgili bu tarihten sonrası ve günümüzü de kapsayan bir kitap yazmayı düşünüyor musunuz?
Bu kitap daha çok geçmişi kapsıyor. Ancak bu kitabın okunur hale gelebilmesi için bazı bölümler çıktı. Kitabın girişinde günümüze bir miktar değiniyorum. 1980 sonrasını anlatmadım ancak insanlar bu süreci halen yaşıyor. Bu dönem daha tarih olmadı. Yazmak için önce bu devrin de kapanması gerektiğine inanıyorum.
»Aynı zamanda avukatsınız. Anılarınızı anlattığınız bir kitabınız var. Bunun dışında yaşadıklarınızı, şahit olduklarınızı anlatmayı düşündüğünüz başka kitaplar olacak mı?
Bir yerden başladık. Bu öyle bir şey ki okudukça, çalıştıkça yeni düşünceler de oluşuyor. Bazı hazırlıklarım var fakat bunlar ne zaman olgunlaşır, ortaya nasıl bir şey çıkar şimdiden söylemek zor.

»Kitabınızın ortaya çıkışında yaşadığınız sıkıntılar oldu mu?
Ben bu yayın piyasasının bu kadar karmaşık olduğunu içine girmeden önce bilmiyordum. Kitabı yazmak ayrı sorun, basmak ayrı sorun, dağıtmak ayrı sorun. O kitapların okunmasını sağlamak yine ayrı sorun. Ve son yıllarda pek de kitap okunmadığı yönünde bir izlenim edindim. Okumamak biraz da okulların yapısından kaynaklanıyor. Gençleri araştırmaya, incelemeye, düşünmeye yöneltmezseniz okuyan kişi sayısı da sınırlı kalıyor.

»Tarihi doğru anlamak için de doğru kaynakları okumak gerekir diyebiliriz…
Bilimsel düşünmek lazım. Bilimsel bakmak lazım. Tarihin her zaman sınıfsal bir mücadeleden kaynaklandığını görmek lazım. Bu sınıfların çıkarlarına bakmak lazım ve büyük dönüşümleri iyi izlemek lazım. Bu da okumaktan geçiyor. Herkes her dönemde yaşayamayacağına göre… Denizi balık ne kadar biliyorsa biz de içinde yaşadığımız dönemin o kadar farkındayız. Hatta o yılları yaşayan insanlar şimdi farklı değerlendirmeye başladılar. Bir de bu yönü var.

»Okuma işini en iyi beceren kesim İslami kesim gibi gözüküyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
İslami kesimin çok uzun bir geçmişi var. Birike birike gelen bir yapıları var. Son yıllarda da bu işin iyice farkına vardılar. Türkiye’de sol-sağ çekişmeleri, çatışmaları yaşanırken onlar kendilerini korudurlar. Eğitimlerini en yerlerde okuyup aldılar ve bugün de toplumu yönetiyorlar. Ancak bugünkü icraatları topluma yarar mı getiriyor yoksa zarar veriyor bunu gelecekte tahlil etmek daha kolay olacaktır.

»Okumak da yeterli değil galiba. Bir de üretmek gerekiyor…
Elbette; sadece okumakla olacak bir iş değil. Hayatın bir parçası olmak lazım. Ne derler; eylem olmadan düşünmenin bir mantığı yok. Ve mutlaka toplumsal mücadelede yer almak lazım. Bunun için çaba sarf etmek uğraşmak lazım. Yoksa okumak tek başına hiçbir zaman yeterli olmaz. Okumanın amacı nedir zaten? Hayata müdahale etmek. Öğrenmenin amacı da budur. Hem kendini değiştireceksin hem de toplumun değişmesine katkıda bulunacaksın.

»Şu an Türkiye’nin gündeminde anayasa paketi var. Bir hukukçu olarak bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz hukuk bir inisiyatif kurumu diye biliyoruz. Aşağıdaki sınıfsal yapının dışa yansıtılmış halidir denir. Ülkemizde anayasaların oluşma sürecinde o sınıfsal karakteri net görme olanağı yok. Ve bu ülkede iktidarların seçimle gelip seçimle gitmeleri de problemli olmuştur. Hiçbir gelen geldiği yerde kurallara uygun kalmayı ve çalışmayı sindirememiştir. İktidarın tamamını ele geçirmek gibi bir amacı taşımışlardır. Bugünkü iktidarın amacı da budur. Amaç devletin tüm kurumlarını kendi inisiyatifi altına almak ve yönlendirmektir. Bu anayasa değişikliğinin altında yatan nedenlerden biri de budur. YÖK, RTÜK ve hatta TÜBİTAK bugün iktidarın isteklerini yerine getiren kurumlara dönüşmüştür. Şimdi karşılarında yargı organları ile ordu var. Bu anayasa değişikliği de bu iki kesimi yıpratmaya yönelik bir çabadır.

http://www.birgun.net/life_index.php?news_code=1271242457&year=2010&month=04&day=14


6 Mart 2010

"SOL NE YAPMALI" SÖZ EYLEMDİR


SOL NE YAPMALI ?

Tanıl Bora ile Söyleşi: "Söz, Eylemdir"

(05.03.2010)

Siyaseti soldan düşünme yollarının umutsuzca tanıdıklaşmasını önlemek için yapılan, birkaç orijinal çaba örneği var önümüzde.

Her türlü siyasetin adının önüne sıkça gelmeye başlayan "post" ekinin konumlarımızı belirlemede yetersiz kaldığı bir dönemde, Tanıl Bora olarak o özlenir özgürlükçü siyasetin nüveleri için en azından çaba gösterdiğiniz aşikâr. Şuradan başlayalım istiyorum:
Kitabınızı oluşturan yazıları hangi kaygılardan dolayı yazdınız?

Varolun, moral veriyorsunuz. Aslında daha ziyade sağ üzerine, milliyetçilik üzerine, faşizm üzerine, kısacası “kötülükler” üzerine yazıyorum. Kendime verdiğim esas ödev bu. Solculuk, her şeyden önce eleştirel bakıştır bence. Anlama cehdidir, ardını arkasını görme kabiliyetidir. Türk sağı üzerine çalışırken, hep, aynı zamanda solun bu kabiliyetini, bu hassasını geliştirmenin bir temsili olarak da gördüm bunu. Ama bunun yanında, doğrudan doğruya solun kendi dertleriyle ilgili düşündüklerimi de yazmışlığım var. Bu kitap, on yılı aşkın bir zamana yayılan bu yazıların hasadıdır.
Hangi kaygılar derseniz, neticede büyük çoğunluğu Birikim’de yazılmış yazılar, Birikim’in de kaygısı, ta 70’lerden beri, sosyalizmi yeniden tanımlama kaygısıdır. Yeniden tanımlamak derken, Sovyetler’in çöküşünden sonra, “duvardan sonra” hep anlaşıldığı gibi ah vah göğsünü yumruklayan bir kendine kahretme halini kastetmiyorum. Birikim '70’lerde solun fiyakası yerindeyken de sosyalizmi yeniden tanımlamanın peşindeydi. Burada murad edilen, sosyalizmi bir doktrin darlığından çıkarmak, hem kendi geniş düşünsel tarihiyle, hem de bütün dünya bilgileriyle alışverişli hale getirmek. Artık klişeleşip bizzat bir ezbere dönüştüğü için kullanmaktan çekiniyorum ama, gerçekten, ezberleri bozmak.

Yeni bir şey söylemenin derdindesiniz, bilindiği düşünülenlerin zeminini sarsmayı deniyorsunuz. Bu süreçte sinizme eğilme sebebiniz nedir? Niye sinizm? Soldaki yeri nedir?

Sinizmle kastettiğim, her şeyi gayet iyi biliyor, anlıyoruz, “büyük resmin” farkındayız havalarında, bu farkındalığı bir nafilelik duygusuna dönüştürmek. Her özgül meseleyi, kapitalizmin, emperyalizmin, güç odaklarının bütünsel egemenliğiyle tartmak. Dolayısıyla hiçbir özgül meselenin kendisine odaklanmamak, hiçbir işi kendi gerçekliği içinde ciddiye almamak. Gönül ferahlığıyla küçük adımlar atamamak. Bu yönelim, 1990’larla birlikte, solun yenilgi halet-i ruhiyesinin bir neticesi olarak kökleşti. Son Ergenekon meselesinde solun bazı muhitlerinde gözlenen tutum, bunun bir örneği. Halihazır Ergenekon soruşturmasının sınırlılığını teşhir etmek, onu yürüten iradenin başka hesaplar peşinde olduğunu görmek başka, bunların farkında olarak bu meselenin üzerine daha sıkı gidilmesini istemek, dahası bunu bizzat, kendi sözü ve talepleriyle bir kampanyaya dönüştürmeye çalışmak başka. “Zaten egemenlerin kendi arasına dönen bir iştir, bir şey çıkmaz” diye boşvermek ve enerjisinin kısm-ı azamisini bu kayıtsızlığı yaymaya harcamak, sinizmdir. Solda herkesin değil ama birçoklarının kapıldığı bir eğilim bu.

Sinizm, pragmatizm üzerinden devam edersek: Sağ ya da solda olmak ne demek? Sağda ya da solda, karşıya savrulmadan durabilmek her şekilde "ayak diretme"yi mi, yoksa bir şekilde "ayak uydurma"yı mı gerektirir?

Solun ayırt edici vasfı, insanın, toplumun, tarihin, doğanın değişirliğine, değişebilirliğine, değiştirilebilirliğine inanması. Marksizmden, sosyalizmden falan bağımsız olarak, evrensel bir sol-sağ ayrımı yapabilirsek, ki bence yapabiliriz, o şumûlde bir vasıf olarak söylüyorum bunu. Nitekim sağdan bakıldığında sola en can-ı gönülden hücum edilen nokta budur: Solun insan doğasına veya fıtrata, halihazırda “zaten” olana riayet etmemesi… Pozitivizmin toplum mühendisliği anlayışı, solun bu dünyayı, halihazır olanı değiştirme ve kendi kaderine hakim olma iradesinin bir karikatürü olarak zevkle abartılır hatta, sol düşünce o mekanik zihniyete indirgenir. Tabii, solun öyle şubeleri de yok değil. Fakat benim anladığım sol, -ki bu anlayış da bana mahsus değil, ciddi bir fikrî geleneği var-, insanın değişimini mutlaka onun yetenekleriyle, ‘imkânlarıyla’, -Siz isterseniz fıtratıyla deyin buna-, ve içselleştirildiği ütopyayla veya ülküyle birlikte düşünür. Bunu başı sonu belli bir program dahilinde değil, ucu açık bir süreç olarak düşünür.
Sol-pragmatizm ilişkisini bu çerçevede düşünüyorum. Kitapta da anlatıyorum, bir ‘kötü’ pragmatizm var, faydacılık, oportünizm, her şeyi araçsallaştırma anlamında. Bir de ‘iyi’ pragmatizm var, bir bakıma kervanın yolda düzeleceğine inanarak yola koyulma, tecrübe etme, eylemin ve deneyimin yapıcılığına güvenme anlamında. ‘Olurunu arama’ anlamında. Bu anlamda ‘iyi’ pragmatizmin sola lâzım olduğunu düşünüyorum. Herkese lâzımdır!
Şu “duruş” sözünün son zamanlarda moda olmasından da huylanıyorum, bu bakımdan. Kuşkusuz tutarlılık, sebat saygıdeğerdir ama kıpırdamadan, hiçbir şey yapmadan, aklını yormadan, böylece herhangi bir ilkeye de hale getirmeden ‘duruyor’ olmak o kadar da gururlandırmamalı bizi!

Genel olarak teorik bir yaklaşımınız var.Öte yandan pratiğe de değgin bir teoriklik bu Zapatistaların "Preguntando caminamos" (Sorarak yürüyoruz) derken ifade ettikleri kesin cevapların tahakkümcülüğünden uzak, varılacak yerden çok yürüyüşün ve arayışın kendisini ön plana çıkaran bir tahayyüle işaret eden halleri sizin için olmazsa olmaz bir kılavuz mu?

Evet. Sosyalizmin devrimci değil de reformist kanadının bir düşünürünün ifadesini araklarsak: Varılacak yer değil, yani sadece o değil, gidiş yolu önemlidir.

Defter dergisi ile ilgili bir yazınız var. Bir yerde aynı kulvarda yayımlanan Toplum ve Bilim dergisini hazırlıyorsunuz. Tezkire ile ilgili eleştirel(“spekülatif”) bir yargınızı anımsıyorum. Teori, pratik ve akademi ilişkilerini sol dert bağlamında nasıl biçimlendiriyorsunuz?

Politik dil, teorik dil, akademik dil, edebi dil… Bunlar, evet, farklı diller, farklı hitap çerçeveleri. Düşüncenin ve sözün kendisiyle ilgili bir farklılaşma, bir kere: Hangi saikle, hangi yönelimle söylenen bir söz, hangi malzemeyle kurulan bir söz? Buna göre farklılaşır bu lisanlar. Sonra, kime hitaben konuşuyorsunuz? “Herkese idrakine göre hitap ediniz”e tekabül eden bir ayrışma… Bunlar anlamsız, işlevsiz ayrımlar değil. Beri yandan, bunlar birbirine yabancı diller de olmamalı, geçirimsiz kopartmanlar olmamalı. Bu diller birbirine bakmalı, alışverişe girmeli. Bu alışveriş, düşüncenin düzeyleri ve usulleri arasında bir alış veriş demektir. Defter’i hayırla anmamızın nedeni, bu alış veriş için bir zemin olmasıydı.
Akademik derinleşme pekâlâ lüzumludur, spekülasyon saçmalık değildir; yeter ki bir derdin, bir arayışın peşinde olsun. Akademik metinlerde çok karşılaşılan sorun, sahici bir merakla değil de yayın yapmış olmak için yazılmış olmaları. Bir de, teoriyle malzeme arasında, teoriyle mevzu arasında organik bir ilişki kurmadan, teori nakilciliği veya aranjmanı yapmaları. Toplum ve Bilim’de bu noktada tetik durmaya çalışıyoruz, merak içeren, kendi kelimeleriyle konuşan, meseleli yazılar istiyoruz.
Söz, eylemdir. İnsan dünyayı sözle anlamlandırageldi. İktidara da, beşeri münasebetlere de, sözle nizam verildi, veriliyor. Söz kurmak bir dünya kurmaktır. Söz bir tekliftir. Söze tabii ki özeneceksiniz!

Sözü buharlaşmaktan koruma sorumluluğu duyduğunuz görülüyor/hissediliyor. Dil ve söz üzerine tartışmanın/konuşmanın sol tahayyüle katkıları neler?

Marx, sosyal demokratların reformist programına yazdığı eleştiriyi, İncil’den bir sözle bitirir: “Söyledim ve ruhumu kurtardım”. Evet, söyleyerek, bir kayıt düşersiniz, “en azından söylemiş” olursunuz. Ama zamanımızda söz çok daha kolay buharlaşıyor. Bir söz sağanağı var. Yalnız söz değil yazı da uçuyor. Medyayla ilgili tartışmanın özü, bu meseledir: Söz nereye gidiyor? Nasıl söylemeli? Sol uzun süre lâfını ulaştıramamaktan yakınırdı. Hem yasaklardan hem erişim olanaklarının kısıtlılığından ötürü. Bir diyebilsek…! Problemin bundan ibaret olduğunu düşünmüyorum. Hem sözün kendisiyle, hem vasıtaların, mecraların kendisiyle ilgili problemler var. Bunlar üzerine de düşünmek gerekiyor.

Kendinden çok emin olan ve kadercilikle "tek kurtuluş yolu"nu vaaz eden solculuk aynı zamanda muhafazakâr bir zihniyet hali mi?

Solculuğun, elbette bilinemezci bir muğlaklık veya “liberal” bir kayıtsızlığı kastetmiyorum, ama belirli bir ucu açıklığa hürmetkâr olmak demek olduğunu düşünüyorum. Az evvel de konuştuk ya, puanı neticeden çok gidiş yoluna vermiyor muyuz! Anarşizmle sosyalizm arasındaki zorlu ilişkinin en belâlı ve en verimli uğrağı bence burasıdır.

Sinik bir soru olarak algılanma ihtimalini de göz önünde bulundurarak şunu sormak istiyorum:Biliyorsunuz, Türk(iye) solu yıllardır kendi dışındaki baskın eğilimlerin gölgesinde kalmıştır, Hiçbir zaman kendi kimliğiyle varlık gösterememiştir. Sol alanda geliştirilen teorilerse (daha çok) dergi/kitap sayfalarında kalmıştır. Bunun böyle oluşu, aslında onun yetersizliğini de vurgulamıyor mu?

Herhalde “kendi dışındaki baskın eğilimler”le Kemalizmi kastediyorsunuz. Burada bir hakikat payı var elbette. Evet, solun bazı kesimleri, Kemalizmin zihniyet kalıplarını yeniden üretegeldiler, veya onun etkisi altında kimi ideolojik bariyerleri aşamadılar, aşamıyorlar. Doğru. Ama solun en az kırk yıldır bu meseleyle boğuştuğunu, 1968-71 hareketinin Kemalizmden kopuş hamlesinin o zamandan beri döne döne tartışıldığını unutmamak lâzım. 12 Mart darbesi vesilesiyle tartışıldı, 12 Eylül sonrasında yeniden tartışıldı, Kürt meselesinin 1980’lerden sonra kazandığı boyutlar vesilesiyle yeniden tartışıldı, şimdi bu ulusalcılık ve Ergenekon gündemi vesilesiyle yeniden tartışılıyor. Her seferinde de sahiden tartışılıyor, yeni kopuşlar oluyor. Her seferinde, Kemalizmle sosyalist sol arasındaki kopuş teorik ve ideolojik olarak tazeleniyor ve derinleşiyor. Yani Kemalizmin güçlü bir zamkı var ise, beri yandan o zamkı kazımaya dönük güçlü ve istikrarlı bir irade de var.
Ama burada sola dışarıdan bakanların da bir problemi var. Soruyu bakın nasıl soruyorsunuz: “Türkiye solu hiçbir zaman kendi kimliğiyle varlık gösterememiştir” diyorsunuz, gayet emin bir şekilde. Hiçbir zaman mı? Yok artık! Bu, İslâmcıların da kendini alamadığı milliyetçi-muhafazakâr karalama dilidir. Bu da bir ezber işte: “Sol Kemalizmin gölgesinde yetişti, baştan aşağı pozitivisttir, Batıcıdır, taklitçidir, yerli değildir…” Gayet konforlu bir ezber. Sosyalist solun fikri ve pratik deneyimine gerçekten bakarsanız, bu ezberle hiçbir şeyin izah edilemeyeceğini görürsünüz. Sosyalist solun pekâlâ kendine ait bir âlemi, bir ‘hayatı’ oldu. 70’lerde bir hayli de güçlüydü bu; o dönemin problemi dergide-kitapta kalmak değil tersine derginin-kitabın eksik kalmasıydı! Otuz yılı aşan bozgun zamanlarında da, zayıf olabilir, güçsüz olabilir ama kendi kimliğiyle varolduğu bir hayat alanı da yok değildir.

Bugüne kadar, kapitalizm karşıtı sol hareketler; kapitalizmi temsil eden bir mekanizma olarak hedefe (sadece/genellikle) devleti oturttular. Ancak artık, devlet kavramı da eskisine göre daha belirsiz, görünmez halde. Şu halde, mücadele amaç ve hedeflerinde ne gibi değişiklikler gerekiyor?

Bu noktada aslında güçlü bir kafa karışıklığı var. Bilhassa Türkiye’de. Zira Türkiye solu çok uzun dönem, iktisadi kalkınma paradigmasına tutkun olarak, iktisadi devletçiliğe sempati duydu. Devletin ideolojik cephesi, baskı aygıtı cephesi hasım iken, en azından fikrî düzeyde, devletin iktisaden büyük olmasına itiraz yoktu. Nitekim bugün gerçi tartışılmaya başladı ama kamu kavramı da büyük ölçüde devletle özdeşleştiriliyor. Kamusal alanın devletten özerk bir alan olarak kavranmasını sağlamak için daha çok uğraşmak gerekecek.
Öte yandan, devletin “güvenlik devleti” cephesiyle “sosyal devlet” cephesi arasında ayrım yapmak ve ilkine karşı ikincisini savunmak, bugün gerçekten global düzeyde anlam taşıyor. Ama bu sosyal refah devleti paradigmasının ihya etmek anlamını taşır mı? Pek çok durumda “devlet kapitalizmi”nden fazlı farkı kalmayan bir “devlet sosyalizmi” fikrine kapılacak halimiz yok!
Burada hallolmamış bir dizi tartışma var. Piyasa kavramı etrafındaki tartışma, bunun başlıbaşına önemli bir başlığı. Fazla vakıf olmadığım ama önemli bir tartışma.
Toparlarsam, devlet meselesinde solun, devletle özdeşleştirilmeyen, sahih anlamıyla kamu kavramına yüklenmesi, onu yeniden anlamlandırması gerektiğini düşünüyorum.

Solda neoliberal hegemonyayı sarsmaya çabalarken yerelleşmeyle demokratikleşme ve sosyalizme giden yol arasında pozitif/negatif ilişkiler dediğimizde neler söylenebilir?

Kitabın başındaki yazıda da üzerinde durduğum bir nokta bu: Yerel deneyimlerin ve mikro-politikanın hayrına inanıyorum. Bu tüm dünyayı düşünmeyi, ‘yüksek politikayı’ ihmal etmek anlamına gelmiyor.
Geçende bir arkadaşım, kadim bir anlatıda geçen şu çömlekçi hikâyesini anlattı… Hani, çömleklerini boyamak için kullandığı mavi boya bitip de o boyanın üretildiği memlekette savaş çıktığını öğrenince “ne alâkası var savaşla benim çömleklerimin?” diye hayret eden çömlekçi… Arkadaşım, müthiş bir gamsızlığın, dar kafalılığın örneği olarak anlattı bu çömlekçi meselini. Ben de dedim ki, eyvallah, ama belki de, gökten taş yağsa kendi işini yapmayı sürdüren (ticari anlamda iş demiyorum!), kafayı taktığı faaliyete zinhar ara vermeyen, biraz naif ve sebatkâr birisi olabilir o çömlekçi. Belki de öyledir! Velhâsıl, çömlekçinin o yanını da ihmal etmemekten yanayım. Tabii ki dünyayı unutmadan, at gözlüğü takmadan, ama “hiç ölmeyecekmiş gibi” iğne ile kuyu kazmak… buna ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Yoksulluk en önemli insanlık sorunlarından biri. AKP’nin sosyal yardımlarını, yoksullarla “dayanışma” politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKP’nin bu alandaki politikasına, hayır-hasenat ilişkileri ve klientalizm yön veriyor. Her ikisi de muhtaçlığı yeniden üreten, minnet tahsil etmeye dönük yöntemler. Kitaptaki bu konuyla ilgili yazıda da tartışıyorum, hayır-hasenata da sinik biçimde yaklaşmamak gerekir, onun da bir hayrı ve haysiyeti vardır. Ama yoksulluk aynı zamanda bir insanlıktan ihraç edilme durumuysa, ki öyledir, onların ‘birisi’ haline gelmesini, özne olmasını azamî önemsemek zorundayız. Hayır-hasenat ve klientalizm politikalarının böyle bir gözü yoktur, yoksulların onuruna bakmaz. Yoksullara yardım, yoksullarla dayanışma, ihsan değil hak temeline oturmalı.

AKP’ye dair olası nitelikli bir muhalefetin yaşanan bir nevi kör dövüş içinde bir türlü yeşeremediğini düşünüyorum. AKP soldan nasıl görülüyor?
AKP’nin en başarılı yanı, bence, politika yeteneği ve iradesidir. Onu köşeye sıkıştıran sorunları, -tabii en büyüğü askerî vesayet-, bir kamusal tartışmaya taşıyarak, politikanın alanını genişleterek çözme iradesi... Pragmatik bir demokratlık ‘açılımını’ temsil ediyor. Bu açılım zaman zaman gerçekten hayırlı sonuçlar veya ‘ara sonuçlar’ doğuruyor. Ama ‘iyi’ pragmatizm ‘kötü’ pragmatizmle iç içe! Politik alanın davetsiz misafirlerine karşı kolayca tahammülsüzleşiyorlar. Parlamento dışı aktörlere, solculara, işçilere, Kürt siyasi aktörlerine, kadidi çıkmış Soğuk Savaş diliyle saldırabiliyorlar. Bunun, AKP’nin bir büyük sağ koalisyon olmasıyla da ilgisi var, Türk sağının ananevi reflekslerini sürdürmesiyle ilgisi var. Ben zaten AKP’nin netice itibarıyla “yeni merkez sağı” temsil ettiğini düşünüyorum. Beynelmilel muhafazakâr-liberal siyasetin Türkiyelisidir. AKP’nin, egemen sınıflar içinde bir yeni fraksiyona, bir yeni elite dayandığını da hiç unutmamak gerek.

Romantik kapitalizm karşıtlığı bağlamında Nurettin Topçu’yu (da) irdelediğiniz yazıyı okurken ister istemez aklıma Topçu’nun düşünsel eğilimleri geldi.Sizce Topçu düşüncesi nasıl bir kapitalizm karşıtlığı sunuyor?

Topçu’nun anti-kapitalizminin sempatik yanı, kapitalizmin hem eşitsizliği çoğaltan yapısına hem insanı ‘yabancılaştıran’, makinenin dişlisine indirgeyen mantığına tiksintiyle veryansın etmesidir. Son derece antipatik olan yanı ise şedit bir anti-semitizmle malûl olmasıdır. Bu aynı zamanda onun anti-kapitalizmini güçten düşürür; zira onu bir tarihsel sistem olarak değil de bir komplo, bir ahlâkî fesat olarak görmeye götürür. Kapitalizmi ahlak fesadı olarak tasvir ve teşhir etmesi hayırlıdır; ahlak fesadından neş’et eden bir Yahudi tezgâhı olarak izah etmeye kalkması ise hem yanlış hem tehlikelidir.

Peki bugünden kurtulmak için geçmişe sığınma tavrı/tutumu sol olarak adlandırılabilir mi?

Olur mu hiç! Solun geleceğe bakması gerekir. Tabii tarih bilincinden yoksunluk anlamına gelmiyor bu. Tersine, geçmiş sol için bilhassa ilgiye değerdir; sağcılığın menkıbe ve ezelî devamlılık gördüğü yerde o ebedî değişimi görür. Sağın hamasetine karşı solun kendi hamasetini yapması ve bunun için geçmişe başvurması da haktır. Yeter ki o ‘alternatif’ bir hamaset olsun, sola yakışır değerleri yüceltsin. Ben bunun yeterince yapılmadığı kanısındayım. Solun direnme ve fedakârlıktan başka hikâyeleri de var geçmişinde, onları layığınca anlatamıyoruz. Ama geçmişe sığınmak, başka bir iş. Yenilgi zamanlarında olur, doğaldır. Dara düşen, hali iyi olmayan, eski güzel günlerini anmaz mı?

Dünyadaki '68 hareketi ile, Türkiye'dekini karşılaştırdığında, başlıca benzeşme ve ayrışma hatlarını çizer misiniz?

Dünyada derken, yine Batı’dan söz ediyoruz aslında! Türkiye’yle Batı’nın ‘68’ini benzeştiren temel esas, bütün otoritelere meydan okuma ve dünyayı değiştirmeye dair muazzam iyimserlik, devrimci neşe. Temel fark, Türkiye’de ‘68’inin özgürleşme perspektifinin daha kısıtlı olması ve düşünsel derinliğinin de kabul etmemiz lâzım ki daha dar olması. Örneğin feminizm Batı ‘68’inin önemli bir bileşeniyken Türkiye’de böyle bir şey yok. Batı’da Marksizmin sandık odasında unutulmuş kaynaklarına deşilirken (gerçi bu arayış hazin bir biçimde kısa zamanda feci bir dogmatizme varacaktır), Türkiye’de çoğunlukla yüzeysel ve doktriner kaynaklarla nefis köreltiliyor. Ama arayış heyecanı, kesinlikle evrensel seviyede! Önemli bir farkın da geçmişle hesaplaşmayla ilgili olduğunu düşünüyorum. Batı’daki ’68 hareketleri, ülkelerindeki resmî tarihleri ve millî mitosları kökünden salladılar. Türkiye’de ise ’68, anti-emperyalizmin konforuna kapılarak, veya kolaycı bir anti-emperyalizm yorumuyla, Kemalizmi, milliyetçiliği ve Cumhuriyet tarihinin karanlık sayfalarını kurcalamakta o kadar atak davranmadı. Yine de, bu kurcalamanın temelleri ’68 hamlesiyle atılmıştır.

Kitabınızda, şiddet sorununu/kavramını belirleyen süreçte Fanon’a ilişkin eleştirileriniz var. Özet olarak bu sorunu açıklar mısınız?
Ancak çok özet söyleyebilirim: Yerleşik şiddet karşıtlığı söylemi, -bilhassa “terörizm” ezberiyle beraber-, sistemin yapısal şiddetini göz ardı eder. Şiddet karşıtlığını mutlaklaştırmak ve “her türlü şiddet…” öcüleştirmesi, körleştirici hatta vicdansızlaştırıcı olabilir. Fanon, bunu gösterir ve şiddetin insanın iki büklümden ayağa kalkması, kendisine saygısını kazanması için gerekli olabildiğini gösterir. Buna karşılık, Fanon’un coşkusuna kapılıp, şiddetin bu ‘arındırıcı’, ‘kurtarıcı’ etkisini yücelttiğinizde, -Fanon’un da uyardığı!-, tehlikeli noktalara gider, zalimleşirsiniz.

Solda "kalmak" la yoksa solda "olmak" arasında size göre sol yaşanılan yanlışlardan ders çıkarmasını bilecek midir? Yani geçmişi açık yüreklilikle sorgulayıp, kendi içinde yapısal bir gelişime gidebilir mi? Son olarak söyleşiyi, bu konuştuklarımıza akraba olsa da, daha farklı bir alana taşımak istiyorum: “Yazının etki gücüne ve değiştiriciliğine” inanmaktan kaynaklanan çalışmalarınızın kitap düzleminde Yeni Bir Sol Tahayyül’den bu yana sol’a ilişkin eleştirel tutumları, yüzleşmeleri kamusal düzlemde karşılık bulabildi mi? Bu süreçte bakışın, duruşun değişim gösterdi mi?

Tamamen karşılıksız kaldığını söyleyemem, bu tartışma rotasında bir akıl-fikir alış verişinin geliştiğini gözleyebiliyorum. Fakat geniş bir etkiden söz edemem. Eninde sonunda uzun yazılar okumaya vakti, sabrı, imkânı olanların dünyasıyla sınırlı bir etkileşim bu ve o dünya da galiba biraz küçülüyor.

Söyleşi için teşekkür ederim. . .
Teşekkür bendendir.

Röpartaj Asım Öz

Özgün Duruş, 26 Şubat-4 Mart 2010'da yayımlanan söyleşinin tam metnidir

http://www.birikimdergisi.com/

"

18 Şubat 2010

Ahmet İnsel 'Yeni Sol'u anlatıyor "bölüm iki"


Ahmet İnsel 'Yeni Sol'u anlatıyor:
Türkiye'de sosyalistlerin klasik iddialarının çoğu zaten milliyetçilere özgündür”

http://media3.ntvmsnbc.com/j/NTVMSNBC/Components/ArtAndPhoto-Fronts/Sections-StoryLevel/T%C3%BCrkiye/T%C3%BCrkiye%20Genel/090601-Ahmet-%C4%B0nsel-VM.widec.jpg

18/02/2010 07:54

Yeni Sol Parti girişimi Merkezi Temas Heyeti üyesi ve Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet İnsel'le konuşmamıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bugünkü konularımız tabiri caizse solun 'uhrevi' meseleleriyle daha fazla ilgili. Sovyetlerin çöküşünden sonra sosyalistlerden sosyal demokratlara 'doğru' bilinen birçok kavram daha fazla tartışmalı hale geldi, 60'larda Avrupa'da ortaya çıkan 'özgürlükçü sol' akımın eleştirileri ve önerileri ise kendine daha fazla yer bulmaya başladı. İnsel, Yeni Sol'un emek-sermaye çatışmasına, özelleştirmeye, devrime, demokrasiye, din ve laikliğe, emperyalizme nasıl baktığını anlatıyor

GÖKHAN KAYA (Arşivi)


* “TEKEL işçileri önemli bir şey; eşit pazarlık gücü talep ediyorlar."
*“Sistematik olarak özelleştirmeler iyidir ya da kötüdür tavrı bağnazlıktan başka bir şey değildir.”
*”Yeni Sol, Türkiye’de iktidara gelirse NATO çerçevesini değerlendirecektir.”
*”Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur paranoyasını kıracak bir perspektiftir AB üyeliği.”
*”Bizim laiklik anlayışımız, devletin din alanından bütünüyle çekilmesidir. Ne zorunlu din eğitimi, ne devlet politikası olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kesinlikle söz konusu olamaz.”
*”Türkiye’de sosyalist hareketin klasik iddiaları olarak sıralanan şeylerin çoğu zaten sosyalistlere değil milliyetçilere özgü. Bu anlamda milliyetçilikten koptuğumuzu söyleyebiliriz.”
*”Ekim devrimi, Çin devrimi gibi devrimler bize bir radikal kopuş ile iktidara gelmenin, çoğunluğun rızası olmadan iktidara gelmenin, dar bir kadronun tahakküm arzusuna yol açtığını gösterdi.

Radikal solda 90’lardan sonra emek/sermaye çelişkisini öne çıkaran, kimlik sorunlarının eklemlendiği programlar tartışılıyordu, Yeni Sol’da böyle bir şema yok sanırım.

Emek-sermaye çatışması toplumdaki çatışmalardan önemli bir tanesidir, ama tüm çatışmaların anası değildir. Solun geleneksel olarak kolaya kaçarak yaptığı şey toplumdaki tüm çatışmaları emek-sermaye çatışmasının bir türevi olarak ele almaktı. Ama öyle bir şey yok, o durumda işçilerin büyük bir çoğunluğunun sermayenin yanında yer alan AKP’ye oy vermesini izah edemiyoruz. Dolayısıyla başka motivasyonlar ve çatışmalar da var. Kimlikler çatışması emek sermaye çatışmasına indirgenmeden de var olabilir.
Örneğin bugün TEKEL işçileri ile ilgili Yeni Sol’un tavrı açıktır. TEKEL işçileri neyi talep ediyorlar? Sadece ücret değil, sendika başkanın üzerinde durduğu konu Yeni Sol için önemlidir. Kumlu, “Hükümet birçok taviz verdi diyor. Ama 4-C’lilerin sendikalı olmasına izin vermiyor” . İşte tam da bu önemlidir. Bize göre işçilerin esas mücadelesi emek piyasasında işverinin karşısında örgütlü bir biçimde yer alabilme mücadelesidir. Burada eşitliği ancak böyle sağlayabiliriz. İşveren ile işçi arasındaki o yapısal eşitsizlik; biri mülklü diğeri mülksüz. Liberal model iki taraf eşit, aralarında sözleşme yapılacak diyor. Biz de diyoruz ki: hayır, işverenle işçi arasındaki çıplak ilişki eşit değildir. Örgütlü işçilerle işveren arasında kısmi biçimde bir eşitlik ilişkisi kurulabilir. Bu anlamda TEKEL işçileri önemli bir şey; eşit pazarlık gücü talep ediyorlar.

Yeni Sol özelleştirmeleri savunuyor mu? TEKEL özelleştirmesi karşınıza gelse ne yapardınız?

Sistematik olarak özelleştirmeler iyidir ya da kötüdür tavrı bağnazlıktan başka bir şey değildir. Kamu hizmetinin toplumun yararına olan alanlarda yoğunlaşmasını sağlamamız lazım. Örneğin devletin sigara ve alkollü içki üretmesi, ayakkabı üretmesi belki 1930’larda yararlıydı ama bugünün Türkiye’sinde bunun büyük bir yararı olduğu kanaatinde değiliz. Kamunun bedava ve kaliteli eğitim, sağlık, taşıma hizmeti üretmesi gerekir, bu alanlarda özelleştirmelere karşıyız. Kamu bu alanlarda bedava ve iyi hizmet vermelidir. Barınma hakkının güvence altına alınmasına yönelik, piyasanın bu alandaki yönlendiriciliğini kıran girişimlerde bulunmalıdır.
Eğitim bedava diyerek kalitesiz hizmet verip parası olanların ise özel okullarda kaliteli hizmet almasına olanak tanıdığınız zaman da bir eşitsizlik yaratırsınız. Dolayısıyla sorun sadece özelleştirme değil. O hizmetler nitelikli bir şekilde yoksullara, mülksüzlere ulaşıyor mu, buna da bakmamız gerekiyor.

‘Piyasayı kuşatmak’ ne demek?

Piyasa aktörlerinin faaliyetlerine bir sınır getirmektir. Asgari ücret uygulaması örneğin piyasa ekonomisine belli bir ücret seviyesinin altında insan çalıştıramazsın kuralını getirir. Belli alanlarda üretim yapılmasını istemiyoruz demektir. Örneğin nükleer enerjiye karşıysak piyasa ekonomisinin kendiliğinden buraya yönelmesini engelleyebiliriz. İşletmelerin istediği gibi çevreyi kirletmesine karşı çıkabiliriz. Mali piyasaların hareketlerini sınırlayabiliriz, Bugün dikkat ederseniz ABD’de Obama hükümeti bankaların boyutlarını sınırlamayı tasarlıyor. Dolayısıyla piyasayı kuşatmak topluma zarar vereceği alanlarda piyasaya kısıtlamalar getirmektir. Bazı alanlara piyasa ekonomisinin girmesini engellemektir. Örneğin ben bireysel emeklilik sisteminin özendirilmesine karşıyım çünkü emeklilik hakkının mali piyasaların çalkantılarına tabi olmasını çok tehlikeli buluyorum.
Sağlıkta piyasa ilişkilerinin girmesini engellemektir. Bir dizi toplumsal hak alanına piyasa ilişkilerinin girmesini engellemektir. Piyasa ilişkilerinin tekelleşmesini engellemektir.
Bölgesel olarak tekel konumunda, eğer o şirketin fiyat politikasını serbest bırakırsanız tüketicileri bütünüyle o şirketin eline teslim etmiş olursunuz. Bu tür şebeke ekonomilerinde özelleştirmelerin son derece dikkatli yapılması, çok detaylı ve ağır kamu hizmeti yükümlülükleri taşıması gerekir. Bunlara bakınca elektrik, su, gaz dağıtımı gibi şebeke ekonomilerinde özelleştirme yerine yerel yönetimlerin ortak katıldığı şirketler, güçlü şeffaflık koşulları eşliğinde toplu yarar açısından daha uygun olabilir.
Dünyada da Yeni Sol’un önemli taleplerinden birisi uluslararası spekülatif sermaye hareketlerinin sınırlanmasıdır. Bu amaçla Tobin vergisi denilen bir vergi öneriyor neoliberal küreselleşme karşıtı hareketler.

Anladığım kadarıyla neoliberal politikalara karşısınız, ama Yeni Sol AB’ye girişi savunuyor, bugün AB’yi neoliberal politikalar şekillendirmiyor mu?

AB içinde liberal politikaları savunanlar ilanihayet çoğunluk olacak diye bir şey yok. AB’nin değişmesi ve başka yöne gitmesi de söz konusu olabilir. AB’nin Türkiye’ye getireceği katkılar kadar Türkiye’nin de AB’nin değişmesine katkıda bulunacağına inanıyoruz. AB’nin ciddi bir kimlikler sorunu yaşadığını görüyoruz. AB neoliberal politikalar için değil, Avrupa’ya savaşın gelmemesi için inşa edildi. Türkiye’nin girmesiyle AB’ye yeni bir barış dinamiği geleceği kanaatindeyiz.
Ayrıca şunu kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de neoliberal partiler iktidara geldiğinde ülkeden kaçmıyoruz. Burada mücadele ediyoruz. AB içinde de bu mücadeleye devam etmemiz gerekir. İçimize kapanarak, biz bize benzeriz fetişizmini körükleyerek, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur paranoyasını kıracak bir perspektiftir AB üyeliği.

AB’nin oluşumu ve Türkiye’nin girişini döndürülemez bir süreç olarak mı görüyorsunuz?
Yüzde yüz AB’ye gireceğimiz kanaatinde değilim Avrupa içindeki direnç ve içerideki laikçi-milliyetçi-muhafazakar koalisyon Türkiye’nin üyelik macerasına son verebilir. Ayrıca AB üyeliği konusunda yaşanabilecek bir hayal kırıklığı, bir tür onur kırılması ve milliyetçi-şoven bir tepki de yaratabilir.

Yeni Sol’un program metninde radikal solun klasik talepleri: NATO’dan çıkmak, IMF ile ilişkileri kesmek, ABD üslerini kaldırmak yok, daha çok küreselleşme kavramı kullanılıyor, sizce emperyalizm dönemi sona mı erdi?


Hayır, sadece gerçekçi olmamız gerekir, bunlarla mücadele etmek imkanlarımız nispetindedir. Yeni Sol, Türkiye’de iktidara gelirse NATO çerçevesini değerlendirecektir. NATO’dan bağımsız olarak, kendi toplumumuzun barış, demokrasi ve özgürlük isteklerine uymayan taleplere yönelik tavrımızı gösteririz, karşı koyarız. Nasıl 2003’te bugün Yeni Sol’un içerisinde yer alan insanlar Irak tezkeresine karşı koyduysa bugün de Afganistan’a asker gönderme talebine karşı tavır alırız. IMF ile ilgili olarak ise zaten bugün hükümetin de IMF ile ilişkileri askıda. Bu yüzden de slogancı solun elinden bir silah alındı. Biz esas olarak IMF ile anlaşma yapmayacak durumda olmak istiyoruz, esas sorun odur. Sorumsuz kamu harcamaları yapmak, büyük bir borçlanmaya giderek dış mali müdahaleye muhtaç kalmadan bir iktisat politikası götürmektir esas sorun.

‘Üniversitelerde başörtüsüne özgürlük’ var programınızda, Diyanet kaldırılmalı mı?

Diyanet en azından bugünkü görev tanımıyla devam etmemeli. Ama aramızda bazıları kaldırılmalı da diyor. Sizce Türkiye’de devletin dini kontrol etmediği bir laiklik mümkün mü, Sivas’ı da hatırlarsak?
Evet ama Sivas devletin laikliği kontrol ettiği koşullarda yapıldı. İktidarda DYP-SHP koalisyonu vardı. Şöyle soralım: devletin bu kontrolüne rağmen Sivas, Maraş, Çorum katliamları oldu, geçenlerde Romanlar Selendi’den sürüldüler. Dolayısıyla devletin dini kontrol etmesi bunları engellemiyor. Esas bunları engellemek için tüm inançlara eşit mesafede olan bir devletin müdahalesi gerekiyor.
Peki nasıl bir laiklik?
Laiklik devletle din işlerinin ayrılmasıdır. Bu Osmanlı-Türkiye Sünni devlet geleneğinin hiç bilmediği bir şey. Laiklikte devlet din alanına girmez, girdiği andan itibaren devlet taraftır. Dolayısıyla bizim laiklik anlayışımız, devletin din alanından bütünüyle çekilmesidir. Ne zorunlu din eğitimi, ne devlet politikası olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kesinlikle söz konusu olamaz. İçişleri Bakanlığı içinde din hizmetlerinin verilmesiyle ilgili düzenleyici bir kurum olabilir, Diyanet dini doktrinin üretilmesi kurumudur. Ali Bardakoğlu “Akşamları televizyon seyretmeyin, Kur’an okuyun” diyor. Kendi işini yapıyor, bu açıdan yanlış yapmıyor. Ama laik olduğu iddia edilen bir devletin, Başbakanlığa bağlı, özerk bütçesi olan, müsteşarlık konumunda bir kurumu “Kur’an okun” diyor, Müslüman olmayanlara “İncil veya Tevrat” okuyun demiyor, Alevilere “Dedelerinizin anlattıklarını dinleyin” demiyor. Bunu ancak bir cemaatin sözcüsü olarak söyleyebilir, devlet memuru olarak değil.

Türkiye’de Müslümanlığın ağır bir mahalle baskısı yok mu? Anadolu’nun bir kasabasında ateist olmasına rağmen oruç tutmak, cumaya gitmek zorunda kalan birinin mi, başörtüsü yüzünden üniversiteye giremeyenin mi üzerinde daha ağır ve derin bir baskı var?

Bu otoriterizmin ve muhafazakarlığın ciddi ve kadim bir sorunu. Devlet hiçbir zaman o ateistin sorununu çözmek için bir girişimde bulunmadı.
Peki sol neden gündemine almadı?
Bu pek doğru değil, örneğin din hanesinin nüfus cüzdanından kaldırılması solun 1990’lardan itibaren gündemine aldığı bir taleptir. Hatta bunun ilk kazanımı da din hanesinin boş kalması şeklinde olmuştur. Biz Birikim dergisinde ‘Sosyalist laiklik ile Kemalist laiklik arasındaki fark nedir? tartışmasını 1990’ların başında başlatmıştık. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın konumunu o zamandan beri eleştiririz.

Sizce solcular günlük yaşamda muhafazakarlığa boyun eğmiyor mu, ‘halkımızın değerleri’ lafzını ileri sürerek?

Biraz halk dalkavukluğu alışkanlığı yaygındır solda. Ama açık söylemek gerekir biz din düşmanı değiliz, dinin başkalarının üzerinde baskı aracı olarak kullanılmasına karşıyız. Demokrat, laik olmak din düşmanı olmak demek değildir.
Ben bir ateist olarak başkalarının inancına saygı gösterirsem aynısını kendim için de beklerim. Ama bu bir toplumsal mücadele meselesidir. Devlet aracılığı ile yapılamaz. Toplumsal alanda farklılıklara saygı içinde farklılıkların birlikteliği mücadelesinin verilmesi gerekir.
Türkiye’de potansiyel olarak ciddi bir mahalle baskısı var. Geçmişte de vardı. Kendi çocukluğumun geçtiği 60’larda da bugünkünden az olmayan bir mahalle baskısı vardı. Ataerkil gelenekler, alışkanlıklar egemen. Bunlara karşı elimizden geldiğince mücadele edeceğiz. Ama bizden farklı olanı, farklı düşüneni, farklı inançlara sahip olanı hor veya küçük görmeyeceğiz.
Türkiye ciddi bir değişim sürecinden geçiyor, kırsal kesimden kente gelenler kendi kapalı ilişkilerini de getiriyor, bunlar bir günde buharlaşmayacak.

Soldaki genel söylem ‘halk temizdir, devlet kötüdür’ değil mi, ceberut devletle muhafazakarlığın hakim olduğu toplum arasındaki bağ sanki hep görmezden gelinir?

Bu doğru. Halk dalkavukluğu yapmayalım. Fakat laikçi orta sınıflarda var olan, muhafazakarlıkla mücadele adı altında bir alt tabaka nefretini de dile getirmeyelim. ‘Göbeğini kaşıyanlar, kıllılar, bodur bacaklılar’ gibi tanımlamalarla ayrımcılık yapılmasına karşı çıkalım çünkü o da vahim bir ırkçılıktır.

Birikim’deki son yazınızdan anladığım kadarıyla ‘Devrim tahayyülü’ bitti diyorsunuz, ütopyasız bir sol mümkün mü?

Şiddet yöntemiyle bir gecede iktidarı almak hedefi bir ütopyayı gerektirmiyor aslında, sadece acil biçimde iktidar olma arzusunu ele veriyor. Ütopya hemen varamayacağınızı bildiğiniz ama davranışlarınızı ve hedeflerinizi ona doğru yönlendirdiğiniz bir ufuk çizgisidir. Siz iktidarı aldığınızda bütün ütopyanızı gerçekleştireceğinizi sanıyorsanız zaten o ütopya değildir. Dolayısıyla büyük bir yanılsamaya son verdi 20. yüzyıl. Değişimler, “Yaptım” demekle olmuyor. Çok uzun zaman süreçlerinde gerçekleşiyor. Bugün küresel hegemonyasına karşı mücadele ettiğimiz ABD’nin devriminin anayasası iki yüz yıldan fazla bir zamandan beri hala yürürlükte ama 1917’de yapılan Sovyet devriminden geriye neredeyse bir iz kalmadı, çünkü o kopuş tabanda kendini üretmeye yönelik bir kopuş değildi.
Ekim devrimi, Çin devrimi gibi devrimler bize bir radikal kopuş ile iktidara gelmenin, çoğunluğun rızası olmadan iktidara gelmenin, dar bir kadronun tahakküm arzusuna yol açtığını gösterdi. Sosyalizm ütopyasını insani felaketler içinde boğduğunu gösterdi. Bizim 20. yüzyıldan çıkardığımız başlıca ders devrimin bir gecede doğacak bir güneş olmadığıdır. Devrim değişimin ufuk çizgisidir ve ufuk çizgisini de biz günlük hayatımızda sürekli kılmak zorundayız. Devrim sürekli varmaya çalışacağımız ama varamayacağımız idealizdir. İnsanları o ilkeleri kabul etmeye çağıracağız. Becerirsek de toplumu bu şekilde dönüştüreceğiz.

Emekçilerin iktidarı diye bir tartışma kalmadı yani?

Salt emekçilerin demokratik iktidarı diye bir şey söz konusu olamaz, çünkü o emekçiler toplumda azınlığı oluşturuyor. 19. yüzyıl ortasında öngörülen gelişme 20. yüzyılda doğrulanmadı.

Sermaye de azınlık?

Evet biz de ona karşı mücadele ediyoruz. Sermayenin azınlıkta olması çoğunluğun rızası olmadan iktidarda olması anlamına gelmiyor. Sermaye güçlerinin hegemonyasını kırmak, rıza üretme mekanizmalarını etkisiz bırakmak, onun yerine emekçilerin, çalışanların, geniş bir yurttaş kitlesinin rızasını alacak ideolojik üstünlüğü sol sağlayabilirse başarılı olacaktır. Ayrıca bazı yer ve zamanlarda sermayeyi iktidarda tutan diktatörlükler de var tabii. Biz, emekçi fetişizmine de karşıyız. İnsanlar sadece emekçi olmaları hasebiyle demokrat, özgürlükçü, eşitlikçi olmazlar. Faşist hareketlerin bindirilmiş kıtaları da genellikle emekçilerden oluşur.

Yeni Sol’un programı itibariyle Türkiye’deki sosyalist hareketten koptuğunu söyleyebilir miyiz?

Türkiye’de sosyalist hareketin klasik iddiaları olarak sıralanan şeylerin çoğu zaten sosyalistlere değil milliyetçilere özgü. Bu anlamda milliyetçilikten koptuğumuzu söyleyebiliriz. Türkiye’deki sosyalist geleneğin Kemalizm ve milliyetçilikle olan göbek bağı yavaş yavaş kopuyor. O yüzden 27 Mayıs darbesini örnek verdim. Turnusol kağıdıdır.
Ama emekçilerin, çalışanların demokratik iktidarını reddetmiyoruz. Yeni bir sol zihniyet, dil ve politikalar özgürlük ve eşitlik ilkelerini benimseyenlerin katılımıyla oluşabilir. Böyle bir siyasal hareketin , iktidar olması demek, bu ilkeleri benimseyen çalışanların iktidar olması demektir. Ama eşitlik, özgürlük, demokrasi ilkelerini benimsemeyen çalışanlar, emekçiler de var olmaya, ve bize karşı olanları desteklemeye devam edeceklerdir. Hiçbir şekilde üstün sınıf ululamasına kendimizi kaptırmamalıyız.

Bölüm 1: Ahmet İnsel anlatıyor; nedir bu Yeni Sol?


http://www.radikal.com.tr/

"