YÖK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YÖK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ocak 2011

TIP FAKÜLTELERİNDE “PERFORMANS” UYGULAMASI KABUL EDİLEMEZ

TIP FAKÜLTELERİNDE “PERFORMANS” UYGULAMASI KABUL EDİLEMEZ

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi, 31 Ocak'tan itibaren tıp fakültelerinde de başlatılacak olan "performansa göre ücret" uygulamasıyla ilgili basın toplantısı düzenledi. TTB Merkez Konseyi Başkanı Dr. Eriş Bilaloğlu, TTB Genel Sekreteri Prof. Dr. Feride Aksu Tanık, TTB Merkez Konseyi üyeleri Prof. Dr. Gülriz Ersöz ve Doç. Dr. Özlem Azap'ın katılımıyla gerçekleştirilen basın toplantısında, yıllardır çeşitli ülkelerde ve son yedi yıldır Sağlık Bakanlığı hastanelerinde uygulanmakta olan performans sisteminin sağlığa zararlı olduğu vurgulandı. TTB Merkez Konseyi, Hükümet'i ve YÖK'ü tıp eğitimini, sağlık alanında bilim üretimini ve nitelikli sağlık hizmetini sona erdirecek bu uygulamayı durdurmaya çağırdı.
10.01.2011

BASIN AÇIKLAMASI

TIP FAKÜLTELERİNDE “PERFORMANS”A GEÇİLİYOR:
NOBEL ÖDÜLÜ’NE 4000 PUAN

Çeşitli ülkelerde farklı şekillerde uygulanan ve ülkemiz Sağlık Bakanlığı hastanelerinde uzun zamandır uygulanmakta olan “performansa göre ücret” politikası hükümetin çıkardığı “Tam Gün Yasası”nın bir sonucu olarak 31 Ocak 2011 tarihinden itibaren üniversite hastanelerinde uygulanmaya başlayacaktır.
Yasa’nın YÖK’e, üniversite hastanelerinde performans uygulamalarını düzenlemesi için verdiği süre bu ay sonunda dolacak olmasına rağmen YÖK halen bir metin hazırlayamamıştır. Ortada performansın nasıl uygulanacağına dair taslaklar dolaşmaktadır. Bu taslaklarda yer alan düzenlemelerin mantık dışılığı bir yana hem dünyadaki hem de ülkemizdeki deneyimler böylesi bir ücretlendirme yönteminin sağlık alanında büyük tahribatlar yarattığını açıkça göstermektedir. Türk Tabipleri Birliği, gerek halkın sağlığı gerekse sağlık çalışanlarının çalışma koşulları açısından son derece önemli olan “performans” meselesini birçok kez gündeme getirmiş ve yol açacağı sıkıntıları dile getirmiştir. TTB Merkez Konseyi, “Performansa göre ücret” konusunu sağlık alanındaki birçok diğer başlıkla birlikte dün (9 Ocak 2011) Ankara’da 47 Uzmanlık Derneği’nin başkanlarının bir araya geldiği toplantıda tekrar ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Toplantıda, “performansa göre ücret” uygulamasının sınırlandırılması gerekirken tam tersine üniversite hastanelerini de kapsayacak şekilde yaygınlaştırılmasının hem halkımızı hem de sağlık çalışanlarını ciddi sorunlarla karşı karşıya bırakacağı, bu nedenle kesinlikle yürürlüğe girmemesi gerektiği konusunda görüş birliği oluşmuştur. Türk Tabipleri Birliği olarak daha önce defalarca dile getirdiğimiz sakıncaların saygın bilimsel kuruluşlar olan uzmanlık dernekleri tarafından da paylaşıldığını görerek yetkilileri bir kez daha uyarmak istiyoruz.

Performansa göre ücretlendirme halkın sağlığını tehdit eden bir uygulamadır:

Çünkü, ağır hastalığı olanlar uygun ve yeterli tedaviye ulaşamamaktadır: Tanı ve tedavisi zor ve zahmetli olan hastalıklar “performans puanı” getirmediğinden öncelik daha kolay, puanı daha yüksek ve daha az risk taşıyan hastaların tedavisine verilmektedir.

Çünkü, başta hekimler olmak üzere tüm sağlık çalışanları insanca yaşayabilecek bir ücret için daha fazla hasta bakmak zorunda kalmakta, her bir hastaya ayrılan zaman azalmaktadır. Zaman azlığı nedeniyle tıbbi hataların artması kaçınılmaz olmaktadır.

Çünkü, “performans”ın uygulandığı yerlerde girişimsel işlemlerin ve ameliyatların sayısının arttığı bir gerçektir. Bunun sonucunda sağlık harcamaları artmakta, bunun faturası ise giderek artan tedavi katkı payları olarak halkımızın sırtına yüklenmektedir.

“Performansa göre ücret” tıbbi uygulamaları değersizleştirmektedir.

Çünkü, niteliğe değil niceliğe değer vermektedir. “Performansa göre ücret”, tıbbi uygulamaların bilimsel, doğru ve nitelikli olmalarına hiç bakılmaksızın sadece sayısına göre değerlendirilmesidir.

Çünkü, tıbbi tanı ve tedavi yaklaşımlarını “parasına” göre sınıflamaktadır: Performans uygulamasında bütün tıbbi işlemler hastaya sağladığı faydaya göre değil getirdiği paraya göre değerlendirilmektedir. Ortada dolaşan taslaktaki puanlara bakılacak olursa, örneğin bir hastasının kalbindeki tümörü ameliyat eden hekim 2000 puan alırken, kalbi duran bir hastayı yeniden canlandırıma işlemi için 200 puan veriliyor. Bu taslakta Nobel ödülünün bile puanı var: 4000 puan! Şimdi soruyoruz: Bu puanlar neye göre hesaplanmaktadır? Hangi işlemin hasta veya toplum sağlığı açısından daha değerli olduğunun hesabı yapılabilir mi? Aslında bu soruların cevabı da sistemin içinde var. Performans puanlamasında kişileri ve toplumu hastalıklardan korumanın bir karşılığı ne yazık ki yoktur. Bu yönüyle performansa göre ücret uygulaması toplum sağlığını da tehdit etmektedir.

Tüm bunların yanı sıra “Performansa göre ücret” sürdürülebilir değildir.

Çünkü, sağlığa ayrılan kısıtlı bütçe ile artan harcamalar karşılanamaz. Performans uygulamaları nedeniyle kağıt üzerinde verimlilik artmış gibi görünse de asıl artan maliyet ve sağlık harcamalarıdır. Bunun böyle olduğu rakamlarla ortadadır. Nitekim Sağlık Bakanlığı da yıllardır kendi hastanelerinde bu uygulamayı, ürettiği hizmetin gerçek karşılığını alarak değil “global bütçe antlaşması” yoluyla genel bütçeden aldığı fazladan kaynakla yürütebilmektedir. Bu fazla kaynağın üniversitelere verilmeyeceği aşikardır. Bu durumda zaten mali açıdan zor durumda olan üniversite hastaneleri ayakta kalabilmek için bütün enerjilerini “performans puanı getirecek” işlemlere harcayacaktır.

Böylesi bir ortamda tıp fakültelerinde hekim yetiştirmeye öncelik verilmesi ve özen gösterilmesi ne kadar mümkün olabilir?

Halkımızın gelecek yıllarda sağlığını emanet edeceği genç doktorlar ne kadar donanımlı olacaktır?

Ülkemizin sağlık düzeyini yükseltecek bilimsel çalışmalar ne zaman, nasıl yapılabilecektir?

Tanısı konulamamış hastalıklarla, tedavisi yapılamamış zor hastalarla kim ilgilenecektir?

Performansa göre ödeme yapılmasına ilişkin YÖK taslağında performans ödemelerinin ancak ve ancak performans üretilirse ve üretenlere ödeneceği belirtilmektedir.

Tıp fakültesi öğretim üyeleri, ücretlerin performansa göre belirlenmediği aksine birikimlerini, donanımlarını, aldıkları mesleki riskleri, yaptıkları işlerin niteliğini değerlendiren ve emekliliğe yansıyan bir ücret politikasını istemektedirler. Ancak böylelikle nitelikli bir tıp eğitimi verebilmeleri, bilimsel çalışmalarını yürütebilmeleri ve nitelikli sağlık hizmeti sunabilmeleri mümkün olacaktır.

Son bir-iki ay içinde İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana, Aydın, Denizli, Kocaeli, Trabzon, Isparta, Eskişehir illerinde Tıp Fakültelerinde öğretim üyeleri ile yapılan toplantılarda öğretim üyeleri performans sistemine karşı çıkmaktadır.

TTB tarafından yürütülen imza kampanyasına 3500 akademisyen, asistan, tıp öğrencisi katılmıştır. Taleplerimiz çok yalındır.

1. Üniversite Hastanelerinin Sağlık Bakanlığı ile ilişkilendirilmesi akademik özerkliğe aykırı bir gelişme olduğundan gündemden çıkarılmalıdır.

2. Tıp Fakültelerine gittikçe artan sayıda öğrenci alınması eğitim kalitesini düşürdüğünden engellenmelidir.

3. Alt yapısı ve eğitmen kadrosu olmayan tıp fakültelerinin açılmasına izin verilmemelidir.

4. Üniversitelerde eğitim ve araştırma faaliyetleri genel bütçe kaynaklı bir finansal güvence altında olmalıdır. Performans uygulaması ise ancak bu kaynağı tamamlayan ve çalışanları motive etmek üzere iyi tanımlanmış ve hizmetin niteliğini geliştirecek parametreler üzerinden yeniden düzenlenmelidir.

3500 öğretim üyesinin taleplerini iletmek üzere YÖK Başkanı’ndan 15.12.2010 tarihinde randevu istenmiş ancak henüz olumlu ya da olumsuz bir yanıt alınamamıştır.
Burada basın yayın organları aracılığıyla ve ayrıca yazılı olarak YÖK Başkanı Sayın Yusuf Ziya Özcan’dan randevu talebimizi yineliyoruz.

13 Ocak 2011 tarihinde toplanacak YÖK Genel Kurulu üyelerine buradan sesleniyoruz. Temel işlevi nitelikli hekim yetiştirmek, bilimsel araştırmalarla gelecek sağlık hizmetlerini yönlendirmek ve karmaşık ve tedavisi zor olguları tedavi etmek işlevleri olan tıp fakültelerini performans sistemi üzerinden piyasaya teslim etmeyin. Üniversitelere, Tıp Fakültelerine genel bütçeden kaynak ayrılması için çaba harcayın.
Tabelasından başka hiçbir altyapısı ve donanımı olmayan tıp fakültelerini kapatın, bu fakültelere öğrenci almayın. Tıp Fakültelerinde gelir ve gelecek güvenceli bir çalışma ortamı sağlayın. Çünkü tıp fakülteleri ülkemizin geleceğidir. Tıp Fakültelerimiz üzerinde oynanan tehlikeli oyunun parçası olmayın.

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ


EvcioğluHaber-11.01.2011- Salı

6 Ekim 2010

POLİSE ÜNİVERSİTE KONTENJANI

m


POLİSE ÜNİVERSİTE KONTENJANI


EvcioğluHaber- Polis, sivil olarak üniversitelerde.. Ne demek bu şimdi.. ? Evet enteresan bir soru..!
Polis, sivil olarak üniversitede..! YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan imzasıyla üniversitelere gönderilen yazıyla, kampüslerde sivil polis için yer tahsis edilmesi istenmektedir.. Daha dün, 12 Eylül 2010 günü yapılan referandumda özgürlüklerin önünü açmak için EVET deyin diyen iktidarın YÖK başkanı Y. Ziya ÖZCAN kararıyla; ÖZGÜR ; ÜNİVERSİTELER ÖZERKLİĞİNİ KAYIP EDİYORLAR...!
Peki toplumsal gelişmeyi sağlayacağına inandığımız ve gençlerimizde özgür iradenin oluşması ve özgürlüklerin toplumsallaşmasını sağlayacağına inandığımız üniversitelerde muhbir polislerin iş başında olmasıylamı sağlanacağını düşünüyorsunuz..?
Evet, verilen ödevleri ezberleyen ve önündeki kitaptan tezler (özet) hazırlayan prf. luk ünvanı ile mi? bilim adamı yetiştirileceğinin habercisidir bu uygulama.. Oysa:; bilim her zaman aynı şeylerin teknanlanması ile elde edilen bir bilim dalı değildir..
Toplumdaki yaşayan ortalama zeka ile yapılan değerlendirilmelerden bir şey çıkarmı sanıyorsunuz...?


Ezbercilerden değil, Farkı yaratanlar ve o özgür cesareti gösterenlerden çıkar, insanlığın önünü açan bilim insanı ve dehalar.....


YÖK tarafından, Üniversitelere sivil polis yerleştirilme kararı, aydınlar ve bilim adamları tarafından büyük tepkiyle karşılandı..

YÖK başkanı tarafından Üniversitelere gönderilen yazıda, kampüslerde kameraların yaygınlaştırılması, öğrencilere yönelik parmak izi tedbirlerinin alınması gibi kararlar bulunuyor.

EvcioğluHaber- 06.10.2010







Öğrenci Sendikası olan GENÇ-SEN tarafından yapılan açıklamadı;

Fiili durum yasal hale getiriliyor

Genç-Sen MYK üyesi Ali Tektaş, YÖK'ün bu uygulamasının yeni olmadığını, varolan uygulamanın yasal hale getirilmeye çalışıldığını belirtti. Tektaş, ETHA muhabirine yaptığı açıklamada "Bu uygulama YÖK'ün otorite mantığının daha da kurumsallaşması demek oluyor" dedi.

Ali Tektaş, polislere nerelerde yer verileceğinin merak konusu olduğunu söyledi, "Öğrenci kulüplerinin, kültür merkezlerinin kapatıldığı üniversitelerde heralde polislere yönetici kadroların odalarını verecekler" diye konuştu.

YÖK bunlarla uğraşacağına...

Ne kadar baskı oluşturulursa mücadeleye o kadar çok asılacaklarını belirten Tektaş, şöyle devam etti: "YÖK Başkanı bu tip işlerle uğraşacağına intihar eden öğrencilerin, harç parası kazanmak için inşaatta çalışıp ölen öğrencilerin sosyo-ekonomik, sosyo-psikolojik durumlarını araştırsın." denilmektedir..


17 Eylül 2010

KPSS Sınavı iptal edildi.Eğitim Bilimleri Sınavı Yenilenecek.





KPSS Sınavı iptal edildi.
Eğitim Bilimleri Sınavı Yenilenecek.

Cuma-17.09.2010

EvcioğluHaber- ÖSYM tarafından 10 Temmuz 2010 tarihinde yapılan (Kamu Personeli Seçme Sınavı) (KPSS) sınavına hile karıştırılmasına ilişkin iddialar sonucunda; ÖSYM tarafından yaklaşık 280 bin öğretmen adayının girdiği; Eğitim Bilimleri Sınavı iptal edildi.

Sınav sorularının sınavdan önce çalınmış olduğu ve bazı adaylara satıldığı iddiasıyla yapılan soruşturma yürüten , Devlet Denetleme Kurulu, YÖK Denetleme Kurulu ile Cumhuriyet Savcılığı, ÖSYM'de inceleme başlatmışlardı..
Soruşturma sonucunda, bir çok kişi şebeke üyesi olarak gözaltına alınmış ve sınavın iptal edildiği duyurulmuştur..

Sınav takvimine ilişkin ise; önümüzdeki günlerde açıklama yapılacağı belirtildi....

EvcioğluHaber- 17.09.2010 Cuma

23 Temmuz 2010

"REFERANDUM" NEDEN BOYKOT EDİLMELİ


"REFERANDUM" NEDEN BOYKOT EDİLMELİ..!


EvcioğluHaber-
Anayasa değişikliği ilie ilgili; aşağıda okuyacağınız, sadece bir Evet yada Hayır seçeneği değildir.. Aynı zamanda, evrensel hukukta yer alan ve bizim anayasamaızda da yer alarak bu ülkede yaşayan her yurtdaş için vazgeçilmez bir hak olan Yurttaşlık hakkını içine alan bir Anayasa için olması gerekli İnsan hakları anlatımıdır. Ya gerçekten bir hak vardır, veya varmış gibi olmaz..! Yoktur...
Sn; Av. Ali Ersin Gür ve Özgür Martin tarafından kaleme alınan ve neden evet yada hayır diyeceğiz; yada katılmayarak boykot edeceğiz..

İşte bu yazıda ...

23.07.2010


NEDEN BOYKOT?

Halen yürürlükte olan 82 Anayasası, gerek hazırlanışı ve halk oyuna sunuluşu, gerekse de içerik ve üslubuyla daha ilk günden itibaren devrimci, demokrat ve yurtseverlerin eleştirilerine maruz kalmıştır. 82 Anayasasını eleştiren güçlerin, zayıf, cılız ve dağınıklığı nedeniyle ne yazık ki ülkemiz 28 yıldır bu darbe anayasası ile yönetilmekte ve hukuk sistemimiz de doğal olarak buna göre biçimlendirilmektedir.

Darbe anayasası 28 yılda 16 kez değişikliğe uğramış olsa de darbeci ruhunu muhafaza etmeye devam etmektedir. Son zamanlarda toplumun büyük çoğunluğunca; mevcut anayasa yerine yeni bir sivil ve demokratik anayasa hazırlanması talebi dillendirilmekte ve bunun için toplumsal baskı yükselme eğilimindeyken, AKP hükümeti bir manevra ile mevcut anayasada kısmi değişiklikler yapma yoluna gitmiştir.

Değişikliğin hazırlanışındaki antidemokratik yöntemi bir kenara bırakırsak; AKP bu manevrasıyla bir taşla iki kuş birden vurmayı planlamaktadır.

Birincisi, toplumun yeni bir sivil ve demokratik anayasa talebini zayıflatarak ertelemek ve darbe anayasasının ömrünü biraz daha uzatarak halk karşıtı saltanatlarına devam etmek.

İkincisi ise AKP Hükümeti bu değişiklikleri yaparken öylesine kurnazca ve sinsi davranmıştır ki yarattığı illüzyonik atmosferle kendi iktidarını pekiştirme amaçlı düzenlemeleri bile halk yararınaymış gibi göstermeyi becermiş ve bir çok “aydın ve solcu” insanımız tuzağa düşerek bu oyuna gelmişlerdir.

A-USULE İLİŞKİN İTİRAZLARIMIZ:

1-Öncelikle şunu belirtelim ki AKP Hükümeti, bu anayasa değişikliği paketini hazırlarken; Meclisteki çoğunluğuna güvenerek kendi dışındaki siyasi partiler, üniversiteler, yerel yönetimler, sendika ve dernekler vs. gibi kurumların düşüncelerine başvurmayı aklından bile geçirmemiştir. Böylece AKP Hükümeti kendi anayasa paketini hazırlamış ve parmak çoğunluğuyla da meclisten geçirmiştir.

2-Anayasada yer almasına gerek olmadan da devletin görevleri arasında olan birtakım hususların (çocukların, yaşlıların, özörlülerin vs. korunması gibi) göz boyamak amaçlı olarak pakette yer almasının hiçbir pratik yararı yoktur.

3-Daha önce uluslar arası sözleşmeler ve AİHM kararları gereğince zaten hukukumuza girmiş ve epey zamandır fiilen uygulanmakta olan kimi hususların Anayasa Paketinde yer alması da yeni bir kazanımmış gibi gösterilerek halk aldatılmaya çalışılmaktadır. Uyarı ve kınama cezalarına karşı yargı yoluna gidilmesi gibi vs.

4-Toplumun asıl ihtiyaç duyduğu şey, darbe anayasasını yamalayarak ömrünü uzatmak değil; tamamen yeni, insan haklarına saygılı, eşitlikçi, özgürlükçü, sivil ve demokratik bir anayasa hazırlamaktır. AKP Hükümeti halkın bu haklı talebini “külleme” yoluna gitmiştir.

B-ESASE İLİŞKİN İTİRAZLARIMIZ

1-Bize göre doğru olanı, darbe anayasası yerine yukarıda da belirttiğimiz gibi tamamen yeni bir sivil ve demokratik anayasa hazırlama olmalıdır. Şayet kısmi değişiklikler yapılacaksa öncelikle ilk günden beri toplumun büyük bir kesiminin itirazlarına maruz kalan maddelerin kaldırılması veya değiştirilmesi gerekir. Örneğin 1982 Anayasası ile oluşturulan bazı kurumların YÖK, (m.131) MGK (m.118), Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (m.159), Din eğitiminin zorunlu olması (m.24), Diyanet işleri Başkanlığı m.(136) vs. gibi maddelerin kaldırılması ve bu kurumların feshi gerekirken bunlara dokunulmamıştır. Bu durumun demokratik bir hukuk devleti anlayışına ters düştüğü inancındayız.

Öte yandan yasa ile düzenlenmesi gereken kimi hususların anayasa ile düzenlenmesi de doğru bir yöntem değildir. Ör. Yakalama ve tutuklama sebepleri, gözaltı süreleri (m.19), süreli ve süresiz yayının toplatılması (m.28), sporun geliştirilmesi (m.59), mal bildirimi (m.71) gibi. Bu maddelerin de tamamen kaldırılması gerekirken bunlara da dokunulmamıştır.

2-Bir hukuk devletinde idarenin her türlü işleminin yargı denetimine tabi olması gerekirken, ufak makyajlarla konu geçiştirilmiştir. Örneğin HSYK ve YAŞ kararlarının tamamına karşı yargı yoluna gitme yolu açılmamıştır.

3-Askeri yargı –genel yargı ikilemi varlığını sürdürmektedir. Oysaki tüm vatandaşların yasa önünde eşit olduğunu savunuyorsak askeri yargı-sivil yargı ikilemine son vererek herkesin aynı koşullarda normal mahkemelerde yargılanmalarının önü açılması gerekirken bu da yapılmamıştır.

4-Her ikisi de darbe ürünü olan HSYK ile Anayasa Mahkemesi’ni kaldırmak yerine üye sayısında artışa gitme yolu ile bu kurumları “demokratikleştirdikleri” aldatmacasını halka yutturmaya çalışmaktadırlar.

5-AKP Hükümeti, YÖK’te sağladığı hakimiyetinin benzerini yargı üzerinde de kurmaya çalışarak kendi iktidarını pekiştirmeye çalışmaktadır. YÖK vasıtasıyla, 31 oy alan kişi yerine, kendisinden başka sadece 1 kişinin oyunu alan bir zatı muhteremi üniversiteye rektör olarak atadıklarını hepimiz biliyoruz. Bu zihniyetin benzer uygulamaları hukuk alanında da yaşama geçirdiğini düşünebiliyor musunuz?

6-Darbe sonrası koşullarda hazırlanmış olan 12 Eylül Anayasasının en önemli özelliklerinden biri de güçler ayrılığının yürütme lehine bozulacak şekilde düzenlemesidir. AKP Hükümeti bu son anayasa değişikliği paketi ile bu olumsuz durumu daha da ağırlaştırmaktadır.

7-Türkiye koşullarına daha uygun olan “Anayasal vatandaşlık” yerine ulus temelli vatandaşlık muhafaza edilerek somut verili durum ve bazı gerçekler yok sa

C-NEDEN BOYKOT?

Bugün egemen bloğun kendi içinde ikiye bölünerek aralarında bir iktidar kavgasına giriştiklerini politik öngörü ve sezişe sahip herkes tarafından görülmektedir.
Bu bloğun bir kanadını “ılımlı İslam” diğer kanadını ise “Ergenekon” oluşturmaktadır. Mevcut anayasa paketi, bu iki güç arasında devam etmekte olan rekabettin ürünüdür. Bu rekabette hangi taraf baskın gelirse gelsin her iki durumda da sosyalistler ve emekçiler ile yoksul halk yığınları her halükarda kaybeden olacaktır.

Böylesi bir durumda sosyalistler, emekçiler ve yoksul halk kesimleri bu taraflardan birisinin peşine takılmak yerine, kendi seçeneğini oluşturmalı ve kendisine “yeni bir yol” açmalıdır. Bu yüzden de ılımlı islama da ergenekona da hayır deyip kendi talebini dillendirmelidir.

Darbe ürünü 82 Anayasasına karşı AKP değişikliğine “evet” diyerek ılımlı islamla birlikte yürümek ne kadar yanlışsa, bu değişikliği reddederek “hayır” deyip 82 anayasasını savunup Ergenekoncuların safında yer almak da bir o kadar yanlıştır.
Doğru tavır, egemen bloğun her iki kanadını reddederek “boykot” seçeneği ile birlikte bu süreci YENİ VE SİVİL BİR ANAYASA TALEBİ için kampanyaya dönüştürmek olmalıdır.

Özgür MARTİN-İZMİR........................... Av.Ali Ersin GÜR-ANKARA


25 Mayıs 2010

Çürümenin boyutlarına dair

Çürümenin boyutlarına dair

Eğer bir devlet bu tür demokratik hakları hazmedemiyor, bir de bu hakları kullananları terör yasası ile yargılıyorsa o devlet kendi elleri ile halkını terörist yapıyor, o ülkede yaşayan halk da farkında olmadan terörist oluyor.










MUSTAFA TOKDEDE (Arşivi)




İnsanoğlu günümüze gelene kadar çok çeşitli toplumsal aşamalardan geçmiş, varolma savaşı vermiş. Her dönemde karanlığa sarılanların yanında, kör karanlıkta kıvılcım çakanlar da olmuş.
Günümüz kapitalizm döneminde ise topluma sistemin karekteri verilmiş. ‘’Çürüyen bir toplum, kapitalizm ve yöneticileri için tehlikesiz bir toplumdur.’’ İnsanı insan kılan ve hayvanlardan ayıran belirleyiciliği düşünüyor olmasıdır. Ama siz insanın bu düşünme niteliğini yok ederseniz, insan insanlıktan çıkar.
O toplumda faşizm kendini meşru kılar, o toplumda haklı haksız kavgası yapılmaz, o toplumda fikirler tartışılmaz güçlü hep kazanır, o toplumun duygusu masumiyeti olmaz, o toplumda ne şiir yazılır, ne roman okunur ne de aşk yaşanır. O toplumda, o coğrafyada Cemil Meriç söylemi, “düşünce kuduz köpek gibi kovalanır”. Durum böyle olunca o toplum çürütülmelidir. Nasıl oldu da biz böyle bir toplum olduk?

Yemekte buluştuğum arkadaşıma ilk sorum akşam haberlerini izledin mi oldu? O da bana Türk kanallarını izlemiyorum, zaten izlenecek de birşey yok dedi. Aslında haklı olduğu yönleri vardı, Avrupa’da yaşayıp Türk kanallarını izlemek gerçekten iyi bir psikolojik destek gerektirir. Ama ben haberleri izlemesem bu dizeleri yazamazdım. Bir haftalık demiyorum sadece bir akşam haberi görüntüleri ve bu görüntülere olan isyanım kaleme sarılmama yetti.
Devletin, polisin geleneği dayak atmak olabilir ama halkın geleneği dayağa karşı durmak olacaktır. Kameralar sanırım polisin joplarla insanlara saldırmasına yetişemiyor, polis ise insanları joplamaya, insanlığı ayaklar altına alıp ezmeye doyamıyor.
Bir tarafta kafasına darbe alan öğrenci şu halime bakın bütün suçum bu sınav sistemine karşı olmam diyor. Diğer tarafta polis gecekondu yıkım çalışmalarına karşı duran mağdurlara saldırıyor, işçilere biber gazı sıkıyor, üniversitelere müdahele ediyor, aynı polislerin gözünün önünde eski bir milletvekili Ahmet Türk’ün burnu kırılıyor. Sanığın patronu konuşuyor; ‘’Her Türk vatandaşının yapabileceği birşey yaptı. Ben de onunla gurur duyuyorum.’’
Ben cengaverlik konusuna nokta koymak isterken enerji bakanı da yumruktan nasibini alıyor ve cengaver bu yumruk Türk milletinin yumruğudur diyor. Bu sözler bize hiç yabancı gelmiyor. Tıpkı Hrant Dink’in öldürülmesinde katille fotoğraf çektirenlerin olduğu gibi katille gurur duyanların katile şarkı türkü şiir yazacak kadar aklını kiraya veren sanatçıların olması gibi. Burada ben polisin yaptıklarına bakarak acaba bu kurum ve üyeleri hiç aynanın karşısına geçip biz insanlık ve insan onuru sözcüklerinden ne anlıyoruz, yaptıklarımızın demokratik ve insani değerlerin olduğu bir toplumda yeri var mı sorusunu kendilerine ve kurumlarına sormasını beklemiyorum. Polis bunları kendiliğinden değil aldıkları emirler ölçüsünde yerine getiriyor. Polis yaptıkları ile yaşamı işçisine, öğrencisine, halkına zehir ediyor. Nasıl ki, ulu çamlar fırtınalı diyarlarda yetişirse, nasıl ki acılar ıstıraplar Nazım Hikmet, Kemal Tahir gibi yazarlar yarattıysa, jop biber gazı işkence ve haksızlıkların varolduğu bir ülke, bunlara karşı mücadele edecek insanlarıda yaratır. Halbuki faşist olmayan hatta kırık dökük demokrasinin olduğu bütün ülkelerde insanların, öğrencilerin, işçilerin ülkede rahatsızlık duydukları uygulama ve haksızlıkları dile getirdikleri en demokratik tepki yolu protesto yürüyüşleridir. Eğer bir devlet bu tür demokratik hakları hazmedemiyor bir de bu hakları kullananları terör yasası ile yargılıyorsa o devlet kendi elleri ile halkını terörist yapıyor, o ülkede yaşayan halk da farkında olmadan terörist oluyor.

Her ülkede çürümenin değişik boyutları vardır. Bizim gibi az gelişmiş, kültür devrimini yapamamış, hiç aydını olmayan, olursa da ya öldürülen ya kaçmaya zorlanan, gericiliğin, ilericiliğin, dinciliğin, zorbalığın aklınıza gelen herşeyin yukardan aşağı dikte edildiği ülkelerde çürüme tepeden örgütlenir. Tepedeki çürümenin ölçeği de devletin üst yapı kurumlarıdır. Çünkü dünyaya gelen çocuk geldiği topluma iki türlü uyum sağlamak zorunda kalır. Biyolojik uyum ve kültürel uyum. Kültürel uyum doğarken beraberde getirilmez, gözünüzü açtığınız çevreden elde edilir. Yani doğduğunuz iklimin soğuk ve sıcaklığına alışırken kültürel olarak çürümüş bir toplumun çürümüş değerlerine de alışırsınız. Yani yumruk atanlarla, kurşun atanları ve bunlarla gurur duyanları içinde bulundukları toplum üretir. İsterseniz bu üst yapı kurumlarının sadece birkaçına göz atalım. Bizi yönetenlere, bize örnek olması gerekenlere bizim vekillerimize bakalım. Kavgasız günleri geçiyor mu? Birbirlerinin boğazına sarılırken, yumruklar havada, küfürler dillerde uçuşurken duvarlara da ‘’Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’’ yazmayı ihmal etmiyorlar. Başbakan ve muhalefet partisi liderleri Meclis’te, TV’de meydanlarda avazları çıktığınca birbirlerine bağırıp meydan okuyorlar. Bazan da bağıracak ses kalmayınca boğuk boğuk sesler çıkarıyorlar. Bağırmadaki maksat ağzınızdan çıkan sözcüklerin anlamı değil, ses tonunun yüksekliğidir. Zaten bağıran bir insan bağırırken düşünemez. Bunları dinleyen kitleyede soracak olursanız, konuşmacı ne dedi diye alacağınız bir yanıt yoktur dinleyicinin kafasında kalan tek şey konuşmacının iyi bağırıyor olmasıdır.

Ya bizi eğiten adı üniversite olan, içerisinde unvanlı insanlar barındıran kurumlar nasıl? Bir profesörümüz kalkıyor, "Evinizde köpek beslerseniz, melekler gelmez, ya da melekler içinde heykel ve resim bulunan eve girmezler diyor. Bir diğer profesör kalkıyor, 'Nakşibendi Şeyhini rüyamda gördüm,' diye Başbakan'a siyasi tavsiyeler içeren bir mektup yazıyor ve bu mektup 'gereği için' YÖK'e havale ediliyor. Cinler periler üzerine tez çalışması yapmaktan ilimle uğraşmaya zamanı olmayan üniversiteler.
Ülkede dördüncü kuvvet olan medyamıza ne demeli? Eğer bir toplumda ahlaki değerler yok olma derecesine gelmişse basın bundan bağımsız kalamaz. Televizyonda izleme rekoru kıran, biri biterken diğeri başlayan diziler. Büyük maaşlarla çalışan sempatik haberciler düzenini bize şirin gösterebilmek için aldıkları yüklü paranın diyetlerini ödüyorlar. Neticede parası olanlar, parası olmayanları koyunlaştırıyor.

Biz nasıl oldu da böyle çürümüş bir toplum olduk sorusu ise; Mevlana’nın o meşhur sözünün içerisinde kendine yanıt arıyor. ‘’TESTİNİN İÇİNDE NE VARSA DIŞINA O SIZAR’’ Dünün cinayet çetelerine sahip çıkanlar, yeşil kırmızı pasaportlarla ödüllendirenler, bugünün zorbalarını doğurmuştur.

15 Mayıs 2010

Paradigma değişirken ve emekçiler müdahil olmalı(!)

Paradigma değişirken ve emekçiler müdahil olmalı(!)


ÖZGÜRCE
ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU-ozmuftuoglu@gmail.com

14/05/2010

Türkiye’de 1980’li yılların başından bu yana ekonomik yapıda köklü bir dönüşüm yaşanmaktadır. Bu dönüşüm sürecinde Türkiye, küresel kapitalizmin kendisine biçtiği rol çerçevesinde üretim süreçlerinden devletin işlevlerine kadar pek çok alanı yeniden yapılandırmıştır. Bu yeniden yapılanma sürecinde kamu işletmeleri özelleştirilmiş, kamu hizmetleri piyasalaşmış, emek maliyetini ucuzlatmak amacıyla çalışma yaşamı kuralsızlaştırılmış, tarım ve hayvancılık büyük ölçüde tasfiye edilmiştir. Tüm bunların gerçekleştirilebilmesi için ise yeniden yapılanmadan olumsuz etkilenecek ve karşı çıkacak olan emekçi sınıflar, 12 Eylül darbesiyle başlayan ve bugüne kadar gelen baskılarla sindirilmeye çalışılmıştır. Bu baskılarla birlikte üretim sürecindeki değişimin de etkisiyle emekçiler örgütsüzleşmiş ve yalnızlaşmıştır. Böylece sermaye sınıfı ekonomik alanla birlikte siyasal alanda da egemenliği büyük ölçüde eline geçirmiştir.
30 yılı bulan süreç içinde ekonomik yapıyı köklü biçimde değiştirenler şimdi de değişen ekonomik yapıya uygun olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan bu yana benimsediği paradigmayı değiştirmek istemektedir. 87 yıllık bir devleti yapısal olarak değiştirmek elbette kolay değildir. Bunun için çok güçlü bir siyasi iktidar kadar, bu değişimle birlikte konumu sarsılacağı için mevcut paradigmayı koruma refleksi gösterecek kesimlerin de etkisiz hale getirilmesi gerekmektedir.
Ekonomik yapıda 30 yıldır süren değişim sürecinde -sadece yedi buçuk yıl iktidarda bulunmasına rağmen- son derece önemli bir paya sahip olan AKP, şimdi de devletin yapısını kökten değiştirmeye talip olmuştur. AKP’nin bu zorlu “görevi” üstlenirken -bu “görevi” kendisine veren- uluslararası ve ulusal sermaye ile ABD, AB gibi uluslararası güçlerin de desteğini arkasında hissettiği anlaşılmaktadır.
AKP’nin 87 yıllık paradigmayı yıkmak konusunda yeterli güce sahip olduğunu varsaydığımızda geriye mevcut paradigmanın savunucularının etkisizleştirilmesi kalmaktadır. Bu konuda AKP, en önemli hamleyi Cumhurbaşkanlığı seçiminde “başarıyla” gerçekleştirerek yapmıştır. Daha sonra Ergenekon ve benzer diğer davalar da kullanılarak başta TSK olmak üzere mevcut paradigmanın savunucusu olan kesimler etkisiz hale getirilmiştir. Öte yandan YÖK’ün merkeziyetçi yapısı kullanılarak üniversiteler susturulmuş, yargı da benzer yöntemlerle etkisiz hale getirilmeye çalışılmıştır. Geriye mevcut paradigmanın kurucusu da olan ana muhalefet partisi CHP kalmıştır. Onun da gizli kamera komplolarıyla mevcut yapısını değiştirmeye zorlandığı görülmektedir.
AKP’nin, üstlendiği bu zorlu görevi “başarıyla” tamamlayıp Türkiye’de bir rejim değişikliğini sağlayıp sağlayamayacağını şimdiden kestirmek zordur. Ancak şu gerçeklerin altını çizmekte yarar vardır:
* AKP’nin getirmeye çalıştığı paradigmayı bir tarafa bırakırsak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin mevcut paradigması değişen ekonomik düzen ve düzenin getirdiği toplumsal yapıya uyum sağlayamamaktadır. Öte yandan mevcut paradigma özgürlükçü demokrasi anlayışından tamamen uzaktır ve içerisinde ne emekçiler ne de ezilen diğer toplum kesimleri hiçbir zaman kendilerine yer bulamamıştır. Dolayısıyla mevcut paradigmanın savunulacak hiç tarafı yoktur ve değişmesi gerekmektedir.
* Mevcut paradigmanın değişmesi kadar, yerine neyin konulacağı da son derece önemlidir. AKP’nin tasarladığı yeni paradigma belki mevcut ekonomik düzene uyumlu olacaktır. Ancak unutulmamalıdır ki mevcut ekonomik düzen emek sömürüsü üzerinde ayakta durmaktadır ve buna uyumlu bir devlet yapılanmasının ne özgürlükçü demokrasi anlayışını ne de emekçilerin ve ezilenlerin sorunlarına çözüm getirmesi beklenebilir. Bu nedenle AKP’nin ya da sermayenin temsilciliğini yapan başka bir oluşumun değişim taleplerine karşı çıkılmalıdır. Eğer istenen özgürlükçü demokrasi anlayışı içerisinde halkların kardeşçe yaşadığı ve emek sömürüsünün olmadığı bir Türkiye ise; mevcut paradigmanın yerine inşa edilecek yeni paradigmanın oluşumunda emekçi sınıfın söz sahibi olması gerekir. Bunun için de diğer ezilenlerle birlikte emekçi sınıfın sermaye sınıfı karşısındaki gücünü yükseltmesine ihtiyaç vardır. Türkiye’de paradigmaların yıkılıp ve yeni paradigmaların inşa edildiği bu süreçte hiçbir sendikacının ve hiçbir emekçinin sessiz kalma lüksü yoktur(!) İşçilerin emekçilerin kendilerinin ve ülkenin geleceğine sahip çıkası için 26 Mayıs önemli bir fırsattır. 26 Mayıs’ta sadece çalışma koşulları için değil, emekçi sınıfın ve tüm ezilenlerin Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olabilmesi için de üretimden ve dayanışmadan gelen güç sonuna kadar kullanılmalıdır.

Evrensel

15 Nisan 2010

YÖK, Mardinli Öğrencileri KKTC'ye gönderdi

YÖK, Mardinli Öğrencileri KKTC'ye gönderdi

http://www.medyacafe.net/wp-content/uploads/%C3%B6ss+sonu%C3%A7lar%C4%B1.jpg
15.04.2010-perşembe

Aşağıdaki; yazı 15.04.2010 tarihinde Sn; Fikri Sağlar'ın birgün gazetesindeki köşesinde,
"ANLAYANLARA AHMET TÜRK’ÜN VERDİĞİ DERS" başlıklı yazısının bir bölümünde şöyle geçmektedir..

*****

"Geçen pazar günü yapılan Yüksek Öğrenime Geçiş sınavları nedeniyle ciddi bir skandal yaşandı.
Kimse yapılanları umursamadı.
Hele “Açılımcılar” gık bile demedi.
YÖK geçen sene “kopya” çekildi diyerek Mardin ve ilçelerinde sınava girecek binlerce genci KKTC'ye gönderdi. Orada sınava soktu.
Yapılanları nasıl tanımlamak lazım? Bilemiyorum.
Hadi, masrafı ne olacak? Paraları var mı? Bu ne büyük haksızlık, eşitsizlik, ayrımcılık? Gibi soruları bir yana koyalım.
Adı üzerinde KKTC ayrı bir ülke!..
Bağımsızlığını ve egemenliğini tanıdığımız bir devlet!..
Siz nasıl bir başka ülkeye “sınava girmek” üzere öğrencilerinizi gönderebilirsiniz?
Almanya ya da Fransa’ya da, Vanlı, Muşlu veya Mersinli yurttaşlarınızı sınava girmesi için yollayabilir misiniz?
Bu “aymazlık” değilse nedir? Nasıl bir ülkede yaşıyoruz? Ne biçim bir siyasetle yönetiliyoruz?"

******
Evet, bu ülkede adaletin sağlanabilmesi için, yer değişiklikleri (Mahkeme veya sınavların en adil bir şekilde sonuçlanabilmesi için) yapılabilmektedir.. Ancak YÖK'ün bu uygulamasından nasıl bir sonuç çıkartılabilinirki: bu durum açık bir şekilde ortadadır.. Uygulamanın kendisi antidemokratiktir.. Ülkemin neresinde daha uygun bir yer bulunamadımı? Hangi şehir KKTC.den daha güvencesizdir.? Ülkemizin diğer şehirlerini daha güvencesizmi görüyorllarda o nedenlemi yapıldı, bu uygulama? Böyle düşünen bir üniversite üst kurulunun nasıl bir özgür, araştırıcı ve bilimsel bir eğitimden yana yüksek okul kurup yönetebilir.. Ülkemiz üniversiteleri, dünyada 500 üniversite arasına neden giremediğinin de bir örneği değilmidir bu olay.? Nasıl bir eğitim kadrosuyla eğitim verildiğinin anlaşılması açısından önemli olduğu kanısındayım.. Bu örneği; bir ceza verilme olarak almasak bile, mükafatta değildir herhalde...
Ayrıca; Fikri Sağlar'a köşesinde böyle bir habere yer verdiği için teşekür ediyoruz...
Taktiri okuyuculara bırakıyor, daha özgür, daha bilimsel ve daha demokratik bir Türkiye'de yaşama umuduyla saygılar sunuyoruz..


Evcioğlu

14 Nisan 2010

MEHDİ BEKTAŞ:‘80 SONRASINI HâLâ YAŞIYORUZ

MEHDİ BEKTAŞ: ‘ 80 SONRASINI HâLâ YAŞIYORUZ'
13:54 14 Nisan 2010

‘DEVRİM BİTMEYEN SEVDA’ ADLI KİTABI YAYIMLANAN AVUKAT-YAZAR MEHDİ

BEKTAŞ:‘80 sonrasını hâlâ yaşıyoruz
Avukatlık yaşamı boyunca Dev-Yol gibi önemli davaların avukatlığını yapan Bektaş tarihin tanıklarından biri.
Kitabını en çok gençlerin okumasını istediğini dile getiren Bektaş, bu nedenle ‘Devrim Bitmeyen Sevda’nın ithaf kısmında şu cümlelere yer veriyor:
“Bu kitap; bağımsız bir ülke; eşit, özgür, demokratik, devrimci bir devlet; bilimin yol gösterici olduğu, bireylerden oluşmuş, uygar, çağdaş, dayanışmacı bir toplum yaratma yolunda, emperyalizme ve yeni işbirlikçilerine karşı devrimci özünü ve duruşunu yitirmeden mücadele edenlere; bu uğurda yaşamını, özgürlüğünü hiçe sayanlara; ülkenin aydınlık ve güler yüzlü insanlarına; ülkemizin ve halkımızın umudu, geleceği ve her şeyi gençliğe sunulur!...”

»Kitabınızda ‘tarihi doğru okumalı’ diyorsunuz. Sizin için tarihi doğru okumak ne anlama geliyor?
Önyargısız geçmişe bakabilmeliyiz. Ben böyle olduğunu düşünüyorum. Bunun içinde geçmişte yaşanmış olayları gözden geçirmemizin, yansıtıcı bir gözle bakmamızın daha sağlıklı sonuç vereceğini düşünüyorum. Doğru okumak ile algıladığım bu. Eğer geçmişi doğru algılayabilirsek önümüzü de daha sağlıklı görebiliriz.

»Kitabınızın adı ‘Devrim Bitmeyen Bir Sevda’. Devrimi anlatmayı seçmenizin nedeni nedir?
Toplumları dönüştüren, hayatı yeniden kuran, geliştiren; kısacası insanlığın geçmişinden bugüne gelişindeki asıl itici budur, bu düşüncedir. Yenileşmedir, çağdaşlaşmadır… Bunu anlatmak için de ‘devrim’den başka bir sözcük yok. Bunlar ancak devrimlerle gerçekleşir.

»Piyasada yakın tarihi anlatan birçok kitap var. Sizin kitabınızı bunlardan farklı kılan nedir?
Bu bir akan ırmak gibidir. Bu akan ırmağa temiz sular da bulaşabilir, pis sular da bulaşabilir ama o ırmak yoluna devam eder. Bunun bitmemesi ve hedefine varana kadar yoluna devam etmesi gerektiğini düşündüm. Hedefine varsa da yine tez-antitez mantığından yola çıkılırsa bir süreklilik oluğunu görürüz. Yani insanlık var olukça, doğa var oldukça bu düşünce yaşayacaktır. Buna inandığım için devrimin bitmeyen bir sevda olduğunu söyledim. Bu kadar engele rağmen hâlâ böyle bir düşünceyi taşıyan insanlar vardır ve olacaktır.

»Kitabınızı en çok kim okusun istersiniz?
Ben bu kitabı gençlerin okumasını isterim. Umarım gençlere ulaşır ve yararı da olur. Şöyle bir şey gözlemlemiştim. Gençler kendi yakın tarihlerine çok fazla ilgi göstermiyorlar. Oysa sadece günceli okumak, güncele bakarak kararlar vermek çok da sağlıklı olmaz diye düşünüyorum. Bu kitap da genç için geçmişe bir pencere olsun istedim.

»Kitabınız 80’li yıllarda bitiyor. Aynı konuyla ilgili bu tarihten sonrası ve günümüzü de kapsayan bir kitap yazmayı düşünüyor musunuz?
Bu kitap daha çok geçmişi kapsıyor. Ancak bu kitabın okunur hale gelebilmesi için bazı bölümler çıktı. Kitabın girişinde günümüze bir miktar değiniyorum. 1980 sonrasını anlatmadım ancak insanlar bu süreci halen yaşıyor. Bu dönem daha tarih olmadı. Yazmak için önce bu devrin de kapanması gerektiğine inanıyorum.
»Aynı zamanda avukatsınız. Anılarınızı anlattığınız bir kitabınız var. Bunun dışında yaşadıklarınızı, şahit olduklarınızı anlatmayı düşündüğünüz başka kitaplar olacak mı?
Bir yerden başladık. Bu öyle bir şey ki okudukça, çalıştıkça yeni düşünceler de oluşuyor. Bazı hazırlıklarım var fakat bunlar ne zaman olgunlaşır, ortaya nasıl bir şey çıkar şimdiden söylemek zor.

»Kitabınızın ortaya çıkışında yaşadığınız sıkıntılar oldu mu?
Ben bu yayın piyasasının bu kadar karmaşık olduğunu içine girmeden önce bilmiyordum. Kitabı yazmak ayrı sorun, basmak ayrı sorun, dağıtmak ayrı sorun. O kitapların okunmasını sağlamak yine ayrı sorun. Ve son yıllarda pek de kitap okunmadığı yönünde bir izlenim edindim. Okumamak biraz da okulların yapısından kaynaklanıyor. Gençleri araştırmaya, incelemeye, düşünmeye yöneltmezseniz okuyan kişi sayısı da sınırlı kalıyor.

»Tarihi doğru anlamak için de doğru kaynakları okumak gerekir diyebiliriz…
Bilimsel düşünmek lazım. Bilimsel bakmak lazım. Tarihin her zaman sınıfsal bir mücadeleden kaynaklandığını görmek lazım. Bu sınıfların çıkarlarına bakmak lazım ve büyük dönüşümleri iyi izlemek lazım. Bu da okumaktan geçiyor. Herkes her dönemde yaşayamayacağına göre… Denizi balık ne kadar biliyorsa biz de içinde yaşadığımız dönemin o kadar farkındayız. Hatta o yılları yaşayan insanlar şimdi farklı değerlendirmeye başladılar. Bir de bu yönü var.

»Okuma işini en iyi beceren kesim İslami kesim gibi gözüküyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
İslami kesimin çok uzun bir geçmişi var. Birike birike gelen bir yapıları var. Son yıllarda da bu işin iyice farkına vardılar. Türkiye’de sol-sağ çekişmeleri, çatışmaları yaşanırken onlar kendilerini korudurlar. Eğitimlerini en yerlerde okuyup aldılar ve bugün de toplumu yönetiyorlar. Ancak bugünkü icraatları topluma yarar mı getiriyor yoksa zarar veriyor bunu gelecekte tahlil etmek daha kolay olacaktır.

»Okumak da yeterli değil galiba. Bir de üretmek gerekiyor…
Elbette; sadece okumakla olacak bir iş değil. Hayatın bir parçası olmak lazım. Ne derler; eylem olmadan düşünmenin bir mantığı yok. Ve mutlaka toplumsal mücadelede yer almak lazım. Bunun için çaba sarf etmek uğraşmak lazım. Yoksa okumak tek başına hiçbir zaman yeterli olmaz. Okumanın amacı nedir zaten? Hayata müdahale etmek. Öğrenmenin amacı da budur. Hem kendini değiştireceksin hem de toplumun değişmesine katkıda bulunacaksın.

»Şu an Türkiye’nin gündeminde anayasa paketi var. Bir hukukçu olarak bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz hukuk bir inisiyatif kurumu diye biliyoruz. Aşağıdaki sınıfsal yapının dışa yansıtılmış halidir denir. Ülkemizde anayasaların oluşma sürecinde o sınıfsal karakteri net görme olanağı yok. Ve bu ülkede iktidarların seçimle gelip seçimle gitmeleri de problemli olmuştur. Hiçbir gelen geldiği yerde kurallara uygun kalmayı ve çalışmayı sindirememiştir. İktidarın tamamını ele geçirmek gibi bir amacı taşımışlardır. Bugünkü iktidarın amacı da budur. Amaç devletin tüm kurumlarını kendi inisiyatifi altına almak ve yönlendirmektir. Bu anayasa değişikliğinin altında yatan nedenlerden biri de budur. YÖK, RTÜK ve hatta TÜBİTAK bugün iktidarın isteklerini yerine getiren kurumlara dönüşmüştür. Şimdi karşılarında yargı organları ile ordu var. Bu anayasa değişikliği de bu iki kesimi yıpratmaya yönelik bir çabadır.

http://www.birgun.net/life_index.php?news_code=1271242457&year=2010&month=04&day=14


10 Şubat 2010

Danıştay kararına protesto

Danıştay kararına protesto
Danıştay kararı protestosunda ‘İslam düşmanı’ pankartı

09.02.2010 Salı

Danıştay’ınkatsayı uygulamasına yürütmeyi durdurma kararı YÖK’ün katsayı uygulamasında yaptığı değişikliğin Danıştay tarafından yürütmeyi durdurma kararı almasını, İstiklal Caddesi’nde toplanan Ak Parti İstanbul il Genclık Kolları üyesi ve Özgür-Der üyesi bir grup protesto etti.
Gösteride taşınan “İslam Düşmanı” pankartı dikkat çekti. Ankara’da da kararı protesto eden pankartlarla Danıştay önünde toplanan grup adına açıklama yapan Mazlumder Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal dairenin geçmişte verdiği bir kararın tam tersi olduğunu ve verdiği kararla çeliştiğini söyledi.

‘Yargıya güven zedelendi’

* Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu, Danıştayın, YÖK’ün üniversiteye girişte farklı katsayı uygulaması öngören kararının yürütmesini durdurmasının, “Yargıya olan güveni zedelediğini” iddia etti. Gündoğdu, yaptığı yazılı açıklamada, “Katsayı uygulamasının adaletsiz olduğunu ve adeta bir yargı koruması altına alınmış gözüktüğünü” öne sürdü. Gündoğdu, “Danıştay, hangi hakla kendisini YÖK’ün yerine koyarak katsayıyla ilgili ölçü dayatmaktadır. Bu durum, yargıya olan güveni zedelemektedir” dedi.

KOBİ’ler de karara kızdı

* Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler Derneği (KOBİDER) Başkanı Nurettin Özgenç, Danıştay kararının meslek liselileri ve KOBİ’leri mağdur ettiğini öne sürdü. Özgenç, kararın eğitim ve iş dünyasında şok etkisi yaptığını ileri sürerek, sınavların olacağı bir dönemde böyle bir kararın alınmasının eğitimi, velileri, öğrencileri dolayısıyla da imalat sanayini derinden etkileyeceğini savundu. Özgenç, ara eleman sorunun ülkedeki işsizliğe ve ekonomiye vereceği zararın göz önünde bulundurulması gerektiğini kaydetti.

MÜSİAD tepkisi

* Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (MÜSİAD) Yönetim Kurulu, Danıştay tarafından yürütmesinin durdurulmasının, hem sınava girecek olan gençleri hem de ailelerini psikolojik olarak olumsuz yönde etkilediğini ve toplumsal barışı zedelediğini bildirdi. Açıklamada, eğitime ideolojik bir gözle bakılmaması gerektiği belirtilerek, iş aleminin ve Türkiye’nin temel taşlarından olan meslek eğitiminin önündeki bütün engellerin kaldırılmasınıngerekliliği vurgulandı.

http://www9.gazetevatan.com/