ateş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ateş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Nisan 2010

BENİM YAŞ'LARIMDA


BENİM YAŞ'LARIMDA


Fotoğraf: Evcioğlu- yer: Aktaş, adı: Alev Çiçeği,

İNSAN

5 yaşına gelmeden anlıyor; açlığın öldürdüğünü, soğuğun dondurduğunu, ateşin yaktığını...
Sevgisizliğin insanın canını acıttığını...
Duyguları, nesneleri, kişileri, çevresini tanıyor.
Her şey ona çok büyük görünüyor:
Ev, masa, anne, baba...

10'una gelmeden; oyunla, sayılarla, harflerle tanışıyor.
Azgın bir iştahla öğreniyor. Kız ya da erkek olduğunu fark ediyor. Dünyanın evde, okulda kendisine anlatılandan da büyük olduğunun ayırdına varıyor.


15'inde, tam da en çok kendini sevdireceği çağda, sivilcelenen yüzünden, değişen bedeninden utanırken aşkı keşfediyor.
Dış dünya kadar iç dünyanın da büyük salonları ve kendisinin bile bilmediği odaları olduğunu, açıldıkça o odalardan devasa bahçelere çıkıldığını hissediyor, büyüleniyor. Şarkıların içinde sevdalar gezdirdiğini, şiirin her türden hasreti dindirdiğini anlıyor. Aşk acısını öğreniyor. Yine de seviyor; ille seviyor, inadına seviyor.

20'sinde, putlarını yıkıyor, başkaldırıyor, kanatlanıyor.
Her şey ona küçük görünüyor:
Ev, masa, anne, baba...
"Dünya küçükmüş; büyük olan benim" efelenmeleri başlıyor.
Lakin dünya bunu bilmiyor.
O yüzden 20'ler çoğu zaman hayal kırıklıklarıyla geliyor.

25'inde, ayaklar biraz yere değiyor.
Okul bitiyor, iş telaşı başlıyor.
Sınıfta öğrenilenlerin akı, sokaktaki gerçeklerin karasına çarpıp grileşiyor.
Yolu hızlı gelenler çabuk yorularak, sevdiğini bulanlarsa kalbinden vurularak evleniyor genelde...
5 yıl önce uzak bir ülke olan "istikbal", daha yakına geliyor.
"Bir denizde yangın çıkarma" hayali erteleniyor.
"Dünya zor"laşıyor.

30'unda, muhasebeye başlıyor insan:
"Dünya hâlâ beni tanımadı, üstelik galiba ben de dünyayı tam tanımıyorum" dönemi...
Mevcut bilgilerin sorgu yeri...
Kuşkunun beyliği...
Tehlikeli yaşlar: "Bunun nesine hayran oldum ki ben" pişmanlıkları, "Hakkımı yediler" sızlanmaları, sırta saplanan hançerler, çelmeler, dost kazıkları, ağır ağır olgunlaştırıyor insanı...

35, yolun yarısı...
Hiç okul asmadan, evden kaçmadan, bir terasta sevdiğiyle öpüşüp bir çadırda uyanmadan 20'sine gelenler için gecikmiş telafi çağları...
Daha önce hiç yüz verilmemiş ana-babaların sözüne yeniden kulak kabartılan yaşlar... Olgunluğun karasuları...

40'ında, Eski kotlar dar gelmeye, saçlara ak düşmeye, aile büyükleri yaşlanıp ölmeye başladığında bocalıyor insan...
Panik, kadınları kuaföre sürüklüyor, erkekleri araba galerilerine; ve ikisini birden yeni sevda hayallerine...
Yiten gençliğe, boyalı saçlarla, içe çekilen karınlarla, kırmızı arabalarla çare aranıyor.

45'inde, "istikbal" denilen o uzak ülkenin toprağına ayak basıyor insan...
Hem ölüm yarınmış gibi, hem hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamasını öğreniyor.
Eski dostlar, hatıralar kıymete biniyor.
Didişmenin yerini sükûnet, böbürlenmenin yerini nedamet, kinin yerini merhamet alıyor. "Keşke"ler "iyi ki"lerle, hırslar hazlarla yer değiştiriyor.
Bu dünyayı silkelemekten, daha iyi bir dünya için kavga vermekten vazgeçmeseniz de, öbür dünya umuduna da kulak kabartıyorsunuz, ara sıra...

Genellenemez tabii; bunlar benim yaş'larım.
Sonrasını bilmiyorum henüz; öğrendikçe yazarım.

Can Dündar...

30 Mart 2010

ATEŞ, SU, GERÇEK VE YALAN

ATEŞ, SU, GERÇEK VE YALAN

fotoğraf-Evcioğlu (01.05.2007)Ankara


Kıssadan hisse; Yalan ve Gerçek üzerine hikayeler.!

Çok eskiden Ateş, Su, Gerçek ve Yalan büyük bir evde beraber yaşarlarmış. Her ne kadar birbirlerine nazik davransalar da aralarına mümkün olduğu kadar çok mesafe koymaya çalışırlarmış.

Gerçek odanın bir yanında oturursa, Yalan diğer yanında otururmuş. Su, Ateş’in ayaklarının altında dolaşmamaya sürekli özen gösterirmiş.

Bir gün birlikte ava gitmişler. Büyük bir sığır sürüsüyle karşılaşmışlar ve elbirliğiyle hayvanları çevirip köylerine sürmeye başlamışlar. Otlaklarda ilerlerken;

Gerçek, “Hayvanları eşit paylaşalım. En hakça olanı bu” demiş.

Yalan dışında herkes, Gerçek’in önerisine katılmış.

O, payının diğerlerinden fazla olmasını istiyormuş ama şimdilik ağzını açmamaya karar vermiş.

Köye doğru yollarına devam ederken;

-Yalan gizlice, Su’ya yaklaşmış ve fısıldamış. “Sen ateşten güçlüsün. Onu ortadan kaldır, geriye kalanların payına daha çok sığır düşsün.”

-Su köpürerek, fokurdayarak ateşin üzerinden akmış ve onu söndürünceye kadar durmamış. Payına daha çok sığır düşeceğini düşünerek keyifle kıvrılıp dolanarak akmasına devam etmiş.

-Bu arada Yalan Gerçek’e şu şekilde fısıldıyormuş. “Bak! Gördün mü?! Su Ateş’i öldürdü! Sıcak yürekli arkadaşımızı gaddarca söndüren Su’yu arkada bırakalım. Sığırları dağın zirvesinde otlatmaya çıkaralım.”

Gerçek ve Yalan dağa tırmanmaya başlamışlar.

Su, onlara yetişmeye çalışmış. Ama dağ çok dikmiş ve Su yukarı doğru akamıyormuş. Sıçraya kıvrıla, kendi kendinin üzerinden geçerek aşağıya doğru akmaya başlamış...

-Bakın! Görüyor musunuz?!

Su, hâlâ bugün bile kıvrılarak dağdan aşağı akmaktadır..

Gerçek ve Yalan dağın zirvesine varmışlar.
Yalan, Gerçek’e dönerek, yüksek sesle, “Ben senden güçlüyüm! Sen benim hizmetkârım olacaksın! Ben de senin efendin! Sığırların hepsi benim!” demiş.

Kavgaya tutuşmuşlar

Gerçek ayağa kalkmış ve sesini yükseltmiş. “Senin hizmetkârın olmayacağım!” demesi üzerine kavgaya tutuşmuşlar. Savaşmışlar, savaşmışlar, savaşmışlar....

-Sonunda Rüzgâr’ı çağırmışlar. “Hangimiz efendi, sen karar ver” demişler. Rüzgâr karar verememiş.

Esip gürleyerek bütün dünyayı dolaşmış ve insanlara “Yalan mı güçlü, Gerçek mi?” diye sormuş.

-Kimisi “Yalan bir kelimeyle Gerçek’i yok eder,” demiş.

-Kimisi “Gerçek, karanlıkta yanan küçük bir mum gibi, her durumu değiştirir” demiş.

Sonunda Rüzgâr dağın zirvesine dönmüş. “Yalanın çok güçlü olduğunu gördüm. Ama, hükmü sadece Gerçek’in duyulmaya çalışmaktan vazgeçtiği yerlerde geçer” demiş.

Ve o gün bu gündür, bu hep böyledir.

Not: Bu bir Afrika masalıdır. Türkçeye çevirdim. Türkiye masalı oldu. Artık yalanın hükmünün geçmemesi için ne yapılması gerektiğini bilmiyorum diyemezsiniz.

A..KUCUKOZEL

Bu yazıyı bize ulaştıran değerli dostumuz Şahin Sağdıç’a çok teşekkür ediyoruz. H.Ata

16 Eylül 2009

Hapishanelerden Öyküler "Konuş Pamuk, N'olur Pamuk?..."


PAMUK
Ruşen SÜMBULOĞLU


"Konuş Pamuk, türkü söyle Pamuk, N'olur Pamuk?..."

Tabutluktaydı...
Burası Mamak Askeri Cezaevi'nin zulüm merkezlerinden biriydi. Adı üstünde tabuttu.
Eni, boyu birer, yüksekliği üç metre kadar olan kapkaranlık bir hücreydi.
Ve tabutluk bölümünde bu hücrelerden onlarca vardı. İçinde bir battaniye, bir lazımlık, bir kaşık ve küçük bir su bidonundan başka hiçbir şey yoktu. Boylu boyunca yatmaktan sözedilemeyecek bu yerde sadece bacakları toplayıp oturabilmek mümkündü. Ve Rüstem günlerdir tabutluktaydı...
Çoğu kez ne yediğini bile anlayamadan hücresinin koyu karanlığında yemeğini yiyor, kapının her açılışında, dışarısının aydınlığının içeriye her hücum edişinde karanlığa alışan gözlerinin sancısını duyumsuyor, ellerini sakınır gibi başının üzerine koyarak, endişeyle kapıyı açana ve onun yukarı kalkan coplu eline bakıyor, sayısız coplar yiyor, bazen göremediği lazımlığına sağa sola sıçratarak işiyor, bazen battaniyesini omuzlarının üzerine atıp, oturarak uyuyordu...

Mamak Askeri Cezaevi'nde uyurken bile "suç işlemek" mümkün olduğundan hemen her tutuklunun, cezalandırmanın en etkin araçlarından biri haline gelen tabutluklara, sayısız kez konuk olabilmesi de mümkündü...
Rüstem de o binlerce yasaklardan birini ihlal etmenin sonunda önce hatırı sayılır bir sopa yemiş ve yol boyunca dövülmeye devam edilerek getirilip altı no'lu tabuta atılmıştı.

Ne zaman çıkacağını bilemediği hücresinde kaçıncı günde olduğunu bile unutmuştu.
Ayakta durmanın ve oturmanın dışında hemen her şeyin yasak olduğu hücresinde uyumak ya da nöbet değişimlerinde kapıya vuran askerlere ses vermemek en büyük cezayı gerektiriyordu.
İki saatte bir nöbet değişimi yapılıyordu. Bu demekti ki günde oniki kez yoklanacak, uyanık olacak ve "Altı numara!... Orda mısın lan?..." dendiğinde, "Buradayım komutanım!..." diye en gür sesiyle yanıt verecekti.
Herhangi bir nedenden dolayı yanıtsız kalırsa tamamdı; coplar cennetten çıkmaydı! Ötesi kapısının her açılışı zaten nedensiz yere bayıltılıncaya değin sopa yemek demekti...

İşin başında: "İki sayım bir gün eder" diyen Rüstem, sayımlarda, yemek alışlarında, yoklamalarda, lazımlık döküşlerinde ve dışarıyla ilgili olan daha başka zorunlu işlerinde sayısız kez cezalandırılmış, sonunda uykusuzluktan, bedensel acılardan, bilinç bulanıklığından dolayı hesabı karıştırmış, tuhaf bir boş vermişlik içine düşerek gün saymaktan vazgeçmişti.
Oraya girdiği ilk gün tanımsız bir şok geçirmişti. Karanlık ve daracık bu kutu onu ürkütmüş: "Ben burada yaşayamam, ölürüm, ölürüm!..." diye kendi kendine sayısız kez, panik içinde mırıldanmıştı. Sanki diri diri bir mezara gömmüşlerdi onu.
Ürkek ve korku dolu gözlerle hemen burnunun dibindeki göremediği duvarlara dokunmuş bu duygusu daha bir güçlenmişti. Ama giderek alışmıştı. Kapalı kaldığı her anda onun eli kolu, en büyük algı gücü kulakları olmuştu. Askerlerin ayak seslerinden nöbet değişimlerini, karavana seslerinden yemek saatlerini, açılıp kapanan kapılardan yemek almaya çıkan tutukluları, kalkıp inen copların insan etine değerken çıkardığı o boğuk seslerinden onların dövüldüklerini anlar olmuştu.
Kulağının kendisine sunduğu seslerden tabutlukta yalnız olmadığını,başka insanların da bulunduğunu ayırdetmişti.

Geldiği günün ortalarında bir ândı, bitişiğindeki hücrelerde kimsenin olup olmadığını öğrenmek için duvarlara hafifçe vurmuş, yanıt olarak da kendisininkine benzer tıkırtılar duymuştu. Sonra da boğuk ve fısıltıyı andırır bir sesle: "Kimsin, kimsiniz?" diye sormuş, karşılık alamayınca daha yüksek sesle sorusunu yinelemişti. Altı numaradan gelen sesleri duyan nöbetçi asker, "Kimsin, kimsiniz?" demenin bedelini ona çok pahalı ödettirmiş, böylece konuşmanın da yasaklar listesinde olduğunu öğrenmişti.
İki çift laf için böylesi ölümcül sopalar yerse tabutluktan sağ çıkamayacağını düşünmüş ve konuşmamaya karar vermişti.

"Konuş Pamuk, türkü söyle Pamuk, N'olur Pamuk???"
Bir kaç gün sonra ilginç bir olay oldu. Sabah sayımının hemen sonrasında kalabalık bir insan grubunun ayak sesleri tabutlukların bulunduğu koridora doluştu. Rüstem, kapıların açılıp kapandığını içeriye "yeni ziyaretçi"lerin alındığını seslerden ayırdetti. Yeni gelenlere kendisine yapıldığı gibi koridor dayağı atılmamıştı. Eğer dövülselerdi cop seslerinden ve döverken zevkten dört köşe olan askerlerin: "Al sana! Al ulan! Bu da benden!..." demelerinden ve iniltilerden anlardı. Böyle bir şey olmamıştı. İçinden: "Doğrusu çok şanslı insanlarmış!" diye geçirdi.

Ortalık yeniden sessizleşti. Rüstem yeni bir yoklama anına değin zar zor oturabildiği hücresinde, oturdu, başını dizlerinin arasına alarak artık alıştığı tavşan uykularından birine yattı. Tam uyumuştu ki birden ne olduğunu anlayamadığı bir bağırtının koptuğunu işitti. Nöbetçi asker:"Konuşmak yasak! Yasak!... Anlamıyor musunuz "Yassak!" diyoruz size?" diyerek, isterik bir şekilde avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
İnce, ipince bir ses:
"Ne demek yasak? Biz konuşuruz!..." diyerek öfkeli bir sesle yanıtlıyordu. Asker bağırmaya devam ederken bu kez başka bir ses;
"Sana ne bizim konuşmamızdan!..." diyerek karşılık veriyordu.
*0 da ince, ipinceydi. Sonra bir başka ses, biraz daha yumuşak ama kararlı bir tonla:
'Bu Allahın belası yerde birbirimizle konuşmamızdan niçin rahatsız oluyorsun?" diyordu.
Hayret!... 0 da ince, ipinceydi!...
Rüstem büyük bir şaşkınlıkla, oturduğu yerden hızla ayağa kalktı.
"Ama, ama bunlar erkek değil, erkek değil bunlar!" dedi.
Belki de yaşamında en son düşüneceği şeylerden biri tabutluklarda kadınların da olabileceğiydi. İçinde ne olduğunu tam anlayamadığı bir sızı duydu, karma karışık duygulara sürüklendi. Kendisine reva görülen her şeyi gözlerinin önüne getiriyor ve onlarla kıyaslamaya çalışıyordu.
"Bu nasıl olabilir? Bu koşullara nasıl katlanabilirler? Düpedüz zalimlik bu!..." diyordu. Bir süre susuyor, duvarlarla konuşur gibi fısıltıyla devam ediyordu: "Bu zindan karanlığına nasıl alışacaklar, karanlıkta nasıl yemeklerini yiyecekler, loş beton zemin üzerinde günlerce nasıl yatacaklar, şu lazımlığa nasıl işeyecekler, zalim bunlar, bunlar zalim!..." diyordu.
Rüstem iyi niyetli, taşra kültürlü bir insandı. Kafasında kurguladığı kadın gerçekliğiyle tabutluğu bir türlü uyuşturamıyor, "Bu iş onlara göre değil!" diyerek şaşkınlığını kendine sürekli itiraf ediyordu.

Ama sesler yalan söylemiyordu. İnce, ipinceydiler ve işte buradaydılar. Onlar da Rüstem gibi lazımlıkları dolu olunca ve sıkışınca -En önemli problemi buydu Rüstem'in- akşama değin büklüm büklüm kıvranmaya, boşalmış su bidonlarında kalan son damlaları boğazlarındaki yangıya armağan etmeye, bu mezarda havasızlıktan boncuk boncuk ter dökmeye, yerlere yatıp, kapının altından gelen temiz havayı solumaya, koşa koşa gelmişlerdi işte,.. Şimdi onların da battaniyeleri, kaşıkları, lazımlıkları ve su bidonları vardı. Rüstem'le denktiler. Hatta onların fazladan "sesleri"de vardı...
Rüstem bir yandan şaşkınlıkla tüm bunları düşünüyor, bir yandan da hâlâ dışarda sürmekte olan tartışmaya kulak misafiri oluyordu.
Nöbetçi askerin: "Son kez söylüyorum bayan, burada konuşmak yasak! Konuşmaya devam ederseniz sizi rapor etmek' zorunda kalacağım..." dediğini duydu. Kızlar hep birden: "Edersen et!..." dediler. Asker öfkeli adımlarla uzaklaştı.
Rüstem şimdi ikinci bir çelişik duyguyu yaşıyordu, kendisi nedense "Edersen et!" diyememişti. Konuşmanın bedelinin ne kadar ağır olduğunu tadınca, "Konuşmasam da olur"u seçmişti.
"Kızları dövecekler!" dedi kendi kendine, "Gelecekler, koridorda coplayacaklar onları..." Başlangıçtaki duygularına geri döndü. Burada ne işleri vardı? Niçin dövülsünlerdi? "Yazık!" dedi fısıltıyla duvarlara.
Ama gelmediler ve onları dövmediler. Kızlar defalarca rapor edildiler ama onları dövemediler. Bir çok defa tartışmalar, irili ufaklı sürtüşmeler oldu ama onlar hep konuştu.
"Ben hep sustum, susuyorum..." diyordu Rüstem...
"Konuş Pamuk, türkü söyle Pamuk, N'olur Pamuk?..."
Kızların gelmesiyle tabutluk günlerine renk gelmişti. Kendisinin kaç gündür orada olduğunu unutan Rüstem, gözlerindeki şaşmaz doğruluk edasıyla ve kendinden emin: "Bugün kızların gelmesinin beşinci günü." diyordu. Sanki onlarla herşey yeniden anlam kazanmıştı. Tabutlukta zulüm açısından hiçbirşey değişmediği halde Rüstem*e göre, her şey cıvıl cıvıldı.
Kızlar insandan, yaşamdan yana olan herşeyin inatçı bir kardeleni gibi çıkıp gelmişler, seslerinin kadifemsi yumuşaklığında, diğer tabutluklara yaşama sevincini avuç avuç sunmaya başlamışlardı sanki...

Tabutlukların mezarı andıran karanlığında, uzun koridorları arşınlayıp, çocuklar gibi seke seke oynayarak gelen o "ince sesler", loş duvarlara çarpıyor, sonra onları dinlemeye can atan Rüstem'e ulaşıyordu. Artık onun en büyük tutkusu başını dizleri arasına alıp tavşan uykusuna yatmak değil, "ince seslere" tanık olmaktı.
Kızlardan birinin ismi Pamuk'tu. Diğer arkadaşları ona seslenirken öyle bir "Pamuk..." deyişleri vardı ki, Rüstem her duyuşunda bu sözcüğe daha bir bağlanıyordu. Diğer kızların da isimlerini öğrenmişti ama o "Pamuk" sözcüğünü seçmişti. Farkına varmadan, o, bu sözcüğü, beton gerçekliğin ve zulmün hoyratlığının karşısına dikerek, direnmeyi ve birşeylere sahip çıkmayı simgeleyen bir sözcük yapmıştı. Ve sahiplenmişti. "Pamuk" binbir anlamdı. Kendi kendine fısıltıyla "Pamuk!" diyordu, sözcük sanki beton ve karanlık kutunun içinde "Yaşamak ne gü-zel"e dönüşüyordu.
Kimdi bu Pamuk, nasıl bir yüzü ve nasıl bir kişiliği tanımlıyordu? Bu Rüstem için hiç ama hiç önemli değildi. 0 sadece bir sesti. Yaşam sesti, Mamak tabutluklarının yosunlu beton duvarlarına çarpan bir kadın sesi... Ve -Pamuk kendi gerçekliğini Rüstem'de belki de en güzel ve en anlamlı boyutuyla isminde ve sesinde yakalatmıştı.
Pamuk ve arkadaşları, Rüstem'in şaşmaz hesabına göre, tabutluktaki beşinci günlerinde idiler ve oranın kırk yıllık sakini gibiydiler ama -başlangıçtaki kadar katı olmasa da- Rüstem de hala oranın yabancısıydılar.
"Pamuk bir ses," diyordu, "elinin hamuruyla uçup bu zindanda beni bulan ama buraya yakışmayan bir ses..."
"Konuş Pamuk, türkü söyle Pamuk, N'olur Pamuk?"
Akşamın ilerlemiş bir anıydı. Rüstem bir yandan yerinde sayarak keçeleşen bacaklarını çalıştırıyor, bir yandan da düşünüyordu. Birden kızlar türkü söylemeye başladılar.
"(...) Benim meskenim dağlardır, dağlardır..."
Rüstem düşünüyordu:
Ama onlar buradaydı, geçip yaşamın en dişe diş yollarından, hiç yüksünmeden gelmişlerdi. Dışardayken onların mücadelenin her safhasına katılmalarına en koyu bir şekilde karşı çıkanlardandı. Ama onlar işte buradaydılar. Daracık bir kutunun karanlığına gömülmüş türkü söylüyorlardı. Hemen burnunun dibinde bulunan bitişik hücredeki arkadaşına "Nasılsın? Her şey yolunda mı?" demekten, "kendince uygun olan nedenlerden dolayı imtina ediyordu." Ama Pamuk sımsıcak duygularla dolu sesiyle: "...Şu sılanın ufak tefek yolları..." diyerek başlıyor, hüzünlü türküsünü tabutluklara armağan ediyordu.
0 susuyordu ama:
"...Yarimi ellere, ellere verin..." diyordu diğer bir "ince ses"
0 susuyordu ama:
"Pamuk, kalbin nasıl, hâlâ sıkışıyor mu, ilaca ihtiyacın var mı?" diyerek ikide bir yokluyordu arkadaşını üçüncü "ince ses".
Ve Rüstem yıllardır yapmadığı bir şeyi yaptı. Onların gelişinin beşinci günün akşamında, Pamuk, "yiğidim aslanım burada yatıyor..." türküsünü söylerken, duvar dibine çöktü, başını hücresinin demir kapısına yasladı ve gözlerinden tane tane yaşlar süzülmeye başladı. Çocuklar gibi omuzlarını silkerek, hıçkırarak ağlıyordu. Gözyaşları yüzü boyunca yol alıp çenesinin altından göğsünün kıllarına doğru akan bir serinlik oluyordu.
Rüstem itirafını duvarlara fısıltıyla armağan ediyor:
"Onlar her yerde var, her yerde var..." diyor ve ağlıyordu.
Pamuk devam ediyordu:
"...Ağrıdan sızıdan tutmaz ellerim..."
Rüstem:
Konuş Pamuk, türkü söyle Pamuk, N'olur Pamuk?..." diyordu içinden hiç durmadan ve ağlıyordu.
Siz olsaydınız, gecikmiş bir farkedişin güzel ve anlamlı göz yaşları der miydiniz?..
Ben derdim...
(Kamber Ateş Nasılsın-Hapishanelerden Öyküler-Belge Yayınları)

NOT: Bu öykünün de içinde yer aldığı Belge yayınlarından (Telf: 0 212 638 34 58) çıkan bu kitabı alıp okumanızı öneririm. İçinde çok güzel öyküler var. Belge yayınlarının kitaplarını, internet üzerinden idefix.com dan da satın alabilirsiniz.


Kaynak: Göksen UNCU
(goksenuncu@hotmail.com) adına pltfrm@googlegroups.com

21 Haziran 2008

HABERİN VARMI?




Haberin Varmı ?

"Hiçbir problem; söz konusu probleme neden olan, bilinç düzeyi ile çözülemez...!"
********************************************************************************








"Hiçbir problem; söz konusu probleme neden olan, bilinç düzeyi ile çözülemez...!" Albert Einstein

EvcioğluHaber-




EvcioğluHaber-